• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Monthly Archives: Eylül 2009

>Hey Gidi Günler

30 Çarşamba Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 2 Yorum

>Dün Tarabya’daydım. Boğaz kıyılarında gezinmeyi seviyorum. Kiki’nin okulunda yönetim komite toplantısı vardı. Erken gitmişim. Sahile doğru biraz uzanayım dedim. Çocukluğum ve gençliğimin o eski, neşeli, canlı Tarabya sahilini bir hüzün basmış. Koyda demirli tekneler yine yerli yerinde. Ama o sahili sahil yapan unutulmaz Tarabya Oteli senelerden beri inşaat halinde. Son zamanlarda biraz hareketlenme olduysa da çabuk tarafından bitecek gibi durmuyor.

Orhan Pamuk’un da en son romanı Masumiyet Müzesinde bahsettiği balık lokantaları azalmaya yüz tutmuş.
Geçen senelerde önünde yüreğimin ağzına geldiği bir tanesi yanda görüldüğü gibi kebapçıya dönüşmüş. Anlatayım. Bir gün yine, bu sefer ailecek, Tarabya sahilinde yürüyüşe çıkmışız. Oteli döner dönmez şimdiki kebapçı, o zamanlar balık lokantası olan mekandan eli silahla bir adam koşarak çıktı. Ardından da başka silahlı bir tanesi onu takiben dışarı fırladı. Bir müddet sağına soluna baktıktan sonra neyseki ondan önce çıkan adamın bizim bulunduğumuz tarafın tam tersi yöne gittiğini görerek arkasından takibe başladı. Aniden silahlar patladı. İki kişi arasındaki çatışma, biz panik halinde ne yapacağımızı kestiremez şekilde donmuş seyrederken “stop” sesiyle bitti. Meğersem karşı kaldırımda kameralar varmış ve film çekiliyormuş. Bizim için tam bir eşek şakasıydı…
Tarabya’dan bahsederken hatırladım. Bir zamanlar meşhur Palet Restoranlar vardı. O kadar ünlüydüler ki, bütün İstanbul oraya akardı. Akşamları canlı müzik olur, rakı meze ve balık eşliğinde şarkılar dinlenirdi. Bülent Ersoy’un bile sahne aldığını hatırlar gibi oluyorum. Bir ara bu Palet’ler o kadar revaçtaydı ki, Palet 1, Palet 2 şeklinde 4’e 5’e kadar giderlerdi.

Dün dikkat ettim de en sonuncusuna Kiralık afişini asıvermişler. Bu arada Tarabya Tarihi ile ilgili bir de güzel site buldum. Orada çekilen filmlerden bölümler, resimler var. Öğrenmek isteyenler için İşte burada. Tarabya Tarihi. Sanırım Palet 3 hala ayakta kalmaya devam ediyor.

Tarabya’da okul toplantısını beklerken vakit böylece çabucak geçiverdi. Okul bahçesinde yine dünkü mantarlardan gördüm. Hafta sonu yapabilirsek Belgrad Ormanı’na gitmek gerek. En güzel mantarlar şimdi oradadır.

Okula yeni müdür gelmiş. En büyük değişikliklerden biri de kayıp ve unutulan eşyalar için bir portmanto almış. Eskiden nasıldı derseniz. Büyük bir karton kutunun içine itiş kakış doldurulurdu. Sene sonuna kadar alınmayanlar, kapanış öncesi festival için okula gelen veliler tarafından pazarda mal seçermişcesine karıştırılır ve aileye ait olanlar geri alınırdı. Okulda unutulan ve peşi kovalanmayan giysi sayısı inanılacak gibi değil. Okul açılalı ne kadar oldu ki, şimdiden fotografta görülen unutulmuşların sayısına bir bakın. Her sene sonu bir ordu çocuğu giydirecek kadar giysi kalır. Okul idaresi bunları ne yapıyor bilmiyorum. Büyük ihtimal kardeş okullara yolluyorlardır. Geçen sene sonu ben de o karton kutuyu karıştırmıştım. Neyse ki Kiki artık pek fazla eşya kaybetmiyor. Bize ait hiç bir şey yoktu. Ancak o kadar çok sayıda kaliteli ve pahalı giysi vardı ki anlatamam. En çok da koskoca kabanların, deri ceketlerin unutulmuş olduğunu görerek ağzım kalmıştı. Kara kışta bir çocuğun kabanını ya da paltosunu ya da deri cekedini kaybetmiş ve sonradan da, ne kendisinin ne de ailesinin hiç aramamış olması bana garip gelmişti. Neyse her koyun kendi bacağından.
Ben de eskiden orta okul, lise zamanları yere bozuk para düşürdüğümde geri dönüp almazdım. Eğilmeye üşendiğimden. Yanımda tutumlu bir arkadaşım varsa hemen eğilir alır ve bana verirdi. Ama yoksa bozukluklar orada öylece kalırdı. Çok zengin bir çocukluk geçirdim zannedilmesin. Bilakis, bütün seneyi iki kat giysi ve ayakkabı ile geçirirdim. O zamanlar bize sadece bayram ve doğum günlerinde bir şeyler alınırdı. Ancak çok fazla beklentilerim ve arzularım yoktu. Zaten bugünkü kadar alınacak bir şeyler de yoktu etrafta. O bozuk parayı karnını doyurmaya ihtiyacı olan birinin bulup alacağını ve sevineceğini düşünerek üşengeçliğime ulvi bahaneler yaratırdım. Bu huyumdan çoluk çocuk sahibi olup da kazandığım para kıt kanaat geçindirmeye başlayınca vazgeçtim.

Bunu derecelendir:

>Mantarlar Bitmiş

29 Salı Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 1 Yorum

>Mantarlara olan ilgim ve sempatim sanırım küçük yaşta okuduğum çocuk kitaplarından, belki de Alice Harikalar Ülkesinden geliyor. Ya da genetik. Biran düşününce annem ve kız kardeşimin de mantar fotografları çektiğini hatırladım.

Kimilerinin zehirli olabileceği, yenmemeleri gerektiği bana anlatıldığında çok şaşırmış ve hatta bu bilgiyi biraz şüpheyle karşılamıştım. Özellikle de o sevimli kırmızı, üzeri beyaz beneklinin içlerinde en zehirlilerinden biri olduğunu öğrendiğimde…
Saçma gelmişti. Yiyeceklerin tek amacı ve hedefi yenmek olmalıydı. Yenmek için rekabet eden onca besinin içerisinde ön plana çıkabilmek için de biraz gösterişli olmak gerekliydi. Yer elmasını kim yesindi ki? Dolayısıyla, bu benim kırmızı ve beyaz mantarım, bu duruma çok uygundu. Halbuki bana tam aksi iddia ediliyordu. Çok anlam verememiştim. Hayatımdaki ilk anlam çatışması işte böyle bir mantarla başlamıştı.
Düşünmeye devam ettim. Peki o zaman bu mantar neden dolayı süslüydü. Tüm eciş büçüş mantarlarla birlikte tahta bir piknik masasının üzerinde sergilenseler, tüm dikkatleri ve iştahları kendinde toplayacak olan şüphesiz benim sevimli, kırmızı ve beyaz beneklim olurdu. O halde, bunun anlamı ne oluyordu? İnsanları zehirlemek. Buna da bir anlam veremiyordum. Dünyanın ve tüm canlıların hakimi biz insanlar olduğumuza göre bizi zehirlemek de ne demek oluyordu? Yaradılıştan kötülüğümüzü isteyen canlılar mı vardı? Ya da bunlar soyumuzu tüketerek dünyayı ele geçirmeyi planlayan ve dolayısıyla çekici bir besin kılığına bürünmüş uzaylılar mıydı?
Dün öğlen bizim buranın pazarından elim kolum torbalarla yüklü eve doğru gelirken yolda bu krep ya da pancake biçimli mantarları görünce aklıma yukarıda paylaştığım bir zamanların mantığı geldi. Gülümsemekten kendimi alamadım. Sonra çevreme daha dikkatli bakınca hemen hemen her ağacın dibinde bu mantarlardan, hatta çok daha büyüklerinin bile olduğunu gördüm. Bu kadar fazla olmalarına şaşırdım. Hemen kendimce zaten Eylül ayı. Yağmur yağdı. Böyle oldu. şeklinde bir mantık yürütmeye devam ediyordum ki… Bir anda olayın çok ciddi olabileceğini kavradım. Bu bir başlangıç olabilir. Peşini bırakmayacağım…

Bunu derecelendir:

>Serbest Atış

28 Pazartesi Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 2 Yorum

>Rastgele seçilmiş bir fotograf. Rastgele yazılan bir yazı. Rastgele yaşanan bir yaşam. Yaşamı bilemem ama bu rastgele yazı tekniği bir çok yazar tarafından yaratıcılığı geliştirmek üzere kullanılan bir teknik. İsmine serbest yazı ya da otomatik yazı da deniliyor. Prensip şu. Belirli bir dakika boyunca elinizi hiç durdurmadan aklınıza ne geliyorsa yazıyorsunuz. Bu işlem genelde on beş ya da yirmi dakika ile sınırlı. Her gün yapıldığı takdirde çok işe yaradığını söylemeliyim. İnsan beyni bir müddet sonra inanılmaz şeyler yumurtluyor. Dolayısıyla bu sabah blog için de bu tekniği denemeye karar verdim. Online. Onbeş dakika fazla olacağından beş dakika ile de sınırlıyorum.

Benim bu şekilde doldurulmuş bir çok defterim var. El yazısı ile gitmeyi tercih ediyorum. El yazısı uzun zaman önce çok önem verdiğim bir şeydi. Şimdilerde önem vermiyorum desem yalan olur. Lise yıllarındayken sürekli kendimi eleştirdiğim, yuvarlak ve dolgun harfler yapmaya çalıştığım, harfleri klasik yazı tekniği ile değil de kendime ait bir tarz geliştirmeye çalışarak bağladığım, büyüklüklerini aynı tutmaya çalıştığım ve sıraya yatarak yazı yazdığım için kırk beş derece kadar eğik giden kelimeleri sopa gibi doksan dereceye çekmeye uğraştığım uzun bir dönem geçirdikten sonra el yazım hiç değişmedi. Hala aynı şekilde yazıyorum. Güzel ya da inci gibi olduğu söylenemez ama beni yansıttığı için seviyorum. Geçenlerde bir de şunu farkettim ki, el yazısı ile yazdıklarım daha içten, daha samimi, daha duygu yüklü. Bilgisayarda yazılanlar ise olay anlatmaya ya da tasvirlere yönelik. Yani el yazısı ile iç gözlem, bilgisayar ile ise dış gözlem yapıyorum.
Dış gözlem deyince küçüklükten beri dışarıyı gözlemek benim için bir alışkanlık. Hatta o şekilde büyüdüm diyebilirim. Annem ve babam çalıştığı için bir müddet bana anneannem baktı. Hatırladığım bir çok şey arasında saatlerce pencere kenarında oturup dışarıyı gözlemlediğimiz anlar çoğunlukta. Hayal meyal, yerle bir seviyede, geniş bir pencere hatırlıyorum. Önünde ise bir divan ya da belki iki kişilik bir kanepe. İki koltuk. Çok net değil. Karşılıklı oturup gelene geçene, esnafa bakardık. O zamanlar sokak satıcıları boldu. Yoğurtçular, macuncular, ayı oynatanlar, şarkı sözü satanlar, kendi yazdıkları şiir ya da hikaye kitaplarını satan gezgin yazarlar, gezgin kütüphane, gezgin bakkal, el arabasında salatalık, at arabasında buz. Bu en sonuncusuna yetiştim mi yoksa uyduruyor muyum pek emin değilim. Yağmur yağdığında ise “Yağmur yağıyor, seller akıyor, arap kızı camdan bakıyor”u söylerdik.
Daha sonra yüksek ve dar pencereler geldi. Yan yana oturma imkanı kalmadığından anneannem pencerenin önüne bir iskemle çeker, pervazına kollarımız tahtadan acımasın diye kocaman renkli bir yastık dayar, beni de kucağına oturtur, ben önde , o arkada, pencereden dışarı doğru sarkarak yine geleni geçeni seyrederdik. Bazen kucağına oturtmasından şikayet eder, iyi göremediğimi söylerdim. O zaman da iskemleden kalkar yine arkamda ayakta durur ancak beni ayaklarım pencereden dışarıya sarkacak şekilde yastığın üzerine oturtur ve sıkı sıkı da belimden sarılarak tutardı. Bu sefer kendi göremediği için beni sağ ya da sol yana hafifçe iter, dirseğini pervazın üzerindeki yastığa dayar ve kafasını açılan boşluktan dışarı uzatırdı. Radyo dinlemediğimiz ya da çay bahçelerine gitmediğimiz zamanlarda yaptığımız tek eğlence buydu. Daha sonra kız kardeşim doğduğunda ben de onu böylesine pencereden sallayarak dışarıyı seyretmeye ve ona seyrettirmeye devam ettim.
Dışarıyı gözlemlemekten ne zaman ve neden vazgeçtim bilmiyorum. Hatırlamıyorum. Ama bir gün, bir farkına vardımki, etrafımda dönenlerle ilgilenmiyorum. Hatta görmüyorum bile. Bakar kör dediklerinden. Sanki beynim gözden gelen mesajlara karşı görünmez bir bariyer örmüş. Kendi kabuğuna çekilmiş. İşte o zaman iç gözlemler başladı sanırım. Bu durum daha yakın bir tarihe denk gelir. En fazla on senelik bir mazisi var. Önceleri küçük adımlarla, çekingen, hatta bazen geri adım atarak. Sonraları daha cesurca üstüne gitmeye çalışarak. Şimdilerde ise tatlı bir oyun gibi tutkuyla. Hem de öylesine bir oyun ki, oynadıkça daha neleri keşfediyorum. Öylesine zengin bir hazine varki içeride, uçsuz bucaksız, sonu görünmeyen bir diyar. Dış dünyayla karşılaştırıldığında minicik kalan bedenin içine, ne büyük dünyalar sığmış, açılmayı bekliyormuş.

Bunu derecelendir:

>Gergedan Kitabevi

27 Pazar Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 6 Yorum

>Bağdat Caddesinde Caddebostan ile Göztepe arasında Kadıköy’e doğru inerken Mado dondurmacısını epey bir geçtikten sonra solda bir apartmanın zemin katında köşeye yerleşmiş, kaldırımdan yan otopark girişine benzer bir yerden bir kaç basamakla inilen bir kitabevi vardır. Benim bildiğim 12 senedir o köşede hayatını sürdürmeye devam ediyor. Hayatını sürdürmeye devam ediyor dediysem büyük zincir mağazalar trendine uymuş bilinen ve çok şubeli, hatta kendi yayınevlerine sahip rekabet gücü yüksek kitapçıların yanında böylesine kişisel bir girişimle bugüne kadar gelebilmiş olmak için mutlaka bir sebebi vardır diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Dükkanın dışardan başlayan ve içeriye girince sizi saran sıcaklığı, sahibi bayanın samimiyeti, kitapların dizilişinden, içerinin renklerinden gelen nostaljik havası, alelade bir şekilde bir masanın üzerindeki serpiştirilmiş dergi ve üstüste konmuş bir kaç kitap, ölçülü dağınıklığın verdiği yaşam belirtisi içeriye adımını atmış olanlarda unutulmaz bir etki yaratıyor. Bundan böyle çoğu şeyin maddiyatla ölçüldüğü, her şeyin mekanikleştiği, mağazalardaki uzman danışmanların robotsu soğukluğu, bilgilerin yüzeyselliğinin kanıksandığı bir ortamda böylesine bir mekana belki de tesadüfen düşmek ufak çapta bir şaşkınlık yaratıyor. Acaba diyorum, Alice’in harikalar diyarını sadece düşlerde aramakla yanılıyor muyuz?
Bu kitapçının diğer bir özelliği de best seller kitapların satışından çok, haklarında çok fazla reklam kampanyası yapılmamış, mütevazi, mütevazi olduğu kadar da, önemli ve başka yerlerde seyrek bulunur alternatif kitapların bulunabilmesi. Sonra, farklı, geniş bir dağıtım ağından yararlanamayan dergilerin bulunabilmesi. Ayrıca aradığınız her türden kitabın bir kaç gün içinde getirtilme imkanı. Kitabevi sahibi bayanın içten yaklaşımı. Bir de aldığınız her 10 kitapta bir hediye kitap hakkına sahip olmak. Kulağa hoş gelmiyor mu?
Dün kendi kendime bir karar aldım. Yukarıda saydığım özellikler benim için önemli. Değer verdiğim şeyler. Ayrıca bazı mesleklerin, işlerin büyük sermayelerce küçük girişimlerin zararına monopolleşmesine de çok üzülüyorum. Dün bu kitabevine girerken şunu anladım. Gergedan Kitabevi bir müddettir varlığını sürdürüyor. Dolayısıyla içim rahat. Benim için bir güvence. Büyük zincir kitabevinde bulamadıklarımı gönül rahatlığıyla gelip sorabiliyorum. Ama nereye kadar. Bu değerleri korumak isteyen ben bile öncelikle gidip büyük kitabevlerinden satın alırsam, bir gün gelecek Gergedan Kitabevi’nin yerinde bir dönerci ya da bir cafe ile karşılaşacağım. İşte o zaman ne kadar üzülsem de, pişmanlık duysam da bazı şeyleri geri alamamanın imkansızlığıyla kendimi teselli edip, evet çağın gerekliliklerine karşı konmuyor diyeceğim. İnsan tek başına bir şey yapamıyor. Halbuki konulabilir olduğuna inancım büyük. Dolayısıyla dün bir kitap aldıktan sonra başka bir kitabı daha ısmarladım. Ve bundan sonra, evimin yakınında olan ve gün gelip yok olduğunda bir yakınımı kaybetmiş gibi üzüleceğim bu dükkana, henüz hayattayken yüz yüze kalmış olduğu bu korkunç rekabet ortamında destek vermeye karar verdim. Kitap alışverişim Gergedan Kitabevi’nden…

Bunu derecelendir:

>Yazarın Kitabı / Feridun Andaç

26 Cumartesi Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 3 Yorum

>İki gün önce bu kitabı Çikolata Çikolata‘nın gönderilerinden birinde gördüm. İlk satırlardan itibaren biran evvel edinmem ve okumam gerektiği beynime kazıldı sanki. Gerçekte toplama bir kitap. Şimdiki gençlerin çakma ön ekine anlam olarak denk geliyor mu bilmem. Andaç’ın küçük yaşlardan bu yana süre gelen bir merakını gidermek amacıyla 1992’de bazı yazarlara “Okuma serüveninden yazma eylemine uzanan yolunuzu anlatan birer deneme yazar mısınız?” sorusuyla başlamış ve 2004 yılında Varlık Yayınlarından kitaplaşmış nefis bir, tabiri caiz ise, toplama ya da çakma.

İçerisinde elli tane yazar var. En sevdiklerim dahil. Tabii ben bunu duyar duymaz dün tüm işimi gücümü bırakıp sokaklara fırladım. Nezih, Remzi, D&R derken tam umutsuzluğa düşmek üzereydim ki, bizim buralarda öyle büyük zincirlere ait olmayan, bir bayanın kişisel olarak senelerdir işlettiği ve ayakta tutmaya çalıştığı Gergedan Kitabevi’nde buldum. En sevdiklerimden başlamak üzere dün geceden beri bu kitabı okuyorum.
İlk öncelikle Murat Gülsoy’unkini okudum. Akabinde Orhan Pamuk’a geçtim. Daha önceden de “Öteki Renkler” adlı kitabında okumuş ve aklımın bir köşesine kaydetmiş sonradan unutuvermiş olduğum satırları hatırlamak beni mutlu etti. Şöyle diyor Pamuk: “Mutlu olabilmem için her gün bir miktar edebiyatla ilgilenmem gerekiyor…Kaşıkla ya da iğneyle alınan ilaç gibi her gün ‘almam’ gereken edebiyatın, esrarkeşlerde olduğu gibi bazı nitelikleri ve anlamlı bir ‘dozu’ var. Önce ‘mal’ iyi olmalı…. Bu doz eğer ben yazıyorsam bambaşkadır. Çünkü benim gibilerinin durumunda en iyi tedavi, en büyük mutluluk kaynağı, her gün iyi bir yarım sayfa yazmaktır…” Bu sözler o kadar bildik ve tanıdık ki, ben ve etrafımdakiler de bunca sene sonra bilirler ki, kitap okuyamadığım ya da yazamadığım gün huzursuz olurum. Kavga çıkarırım. Bir kaç gün bu şekilde devam edersem eğer, tamamiyle uyumsuz biri olur çıkarım. Bunu en iyi, eski iş yerimdeki arkadaşlarım bilirler. Şöyle ki, ben bu öğlen sizinle gelmiyorum okumam lazım dediğimde beni hiç ellemez, kendi halime bırakırlardı.
Sonra Ayfer Tunç. Daha sonra Oya Baydar’a geçtim. Andaç’ın kendisini okudum. Hepsi birbirinden güzel. Henüz kitabı bitirmiş değilim. Alıntı yapmayı çok sevmesem de burada Baydar’ın yapmış olduğu bir gözlemi olduğu gibi paylaşmak istiyorum. Nedenini sonra anlatacağım.
“Bizim kuşağın genç kızları “İkinci Yeni” şairlerinin, sonraları Nazım’ın şiirlerini ezbere ve duyarak okuyan, Milli Eğitim klasiklerini hatmetmiş, Sartre ve Egzistansiyalizm, sonraları Marksizm üzerine laf edebilen delikanlılara vurulurlardı. Gençler şiir akşamlarında, edebiyat sohbetlerinde, hazmedilmemiş, acemice, çocukça da olsa felsefe ve siyaset tartışmalarında parladıkları oranda çevrelerinde saygınlık kazanırlardı.
O günlerden yirmi-otuz yıl sonra, bir gün oğlum hüzünlü ve sitemli bir sesle, ‘Senin bana öğrettiğin şeyler, aktardığın değerler, iyi diye bellettiklerin beni yalnızlaştırıyor, çevremden koparıyor anne,’ dediğinde gerçekle yüz yüze geldim. Yazı geçirdiğimiz oldukça zengin ve seçkin(!) bir tatil sitesinde, çocuklar ve gençler arasında düzenlenen bir bilgi yarışmasında, bilmem hangi şarkıcının son kasetinin ne olduğunu, çok tanınmış bir televizyon yıldızının oynadığı son diziyi, bir de en revaçta beş jip modelinin hangileri olduğunu bilememiş; buna karşılık Sartre’ın kim olduğunu, Yaşar Kemal’in son romanını, Sovyetler’in hangi yıl dağıldığını bilmiş ve sadece arkadaşlarının değil, aynı zamanda çocukların ana-babalarının da kuşkularını, hatta tepkilerini çekmişti. Kısaca artık en güzel şiir okuyan ve felsefe konusunda ağzı en iyi laf yapan genç kızlar ve delikanlılar değil, diskoları en iyi bilen, arabası son model olan ve ayağında ‘en’ markalı ve tabii en pahalı spor ayakkabıları olan genç kızlar ve delikanlılar revaçtaydı. Okuma edimi toplumsal değerini yitirmişti. Benim ve kuşağımın şansı, okumanın ve okuyarak zenginleşmenin bireysel olduğu kadar toplumsal bir doyum da sağlaması, saygınlık kazandırmasıydı.”
Baydar’ın anlattıkları o kadar tanıdık ki… Dışlanma korkusu bugün kimde yok ki… En azından ben kendi adıma şunu söyleyebilirim: bugün bu blog’u yazıyorsam ve blog arkadaşlıkları kuruyorsam bunun sebebi bir parça etrafımdakilerle ve toplumla uyuşamadığımdandır. Kalabalığın arasında kendimi yalnız hissetmemdendir. Bugün bu yaşta artık anladım ki, herkes benim fikirlerimi paylaşmıyor. Hayatta bir tane doğru yok. Herkesin kendine göre doğruları var. Ve bireyler aslında tek başına doğup, tek başına ölüyorlar. Bugün evime kapanıp yazıyorsam, okuyarak başka dünyalara girip mutlu olabiliyorsam, kendimi yalnız hissetmiyorum. Uzun müddet, sırf tek başına kalmamak için ilgilenmediğim şeylere ilgi duyarmış numarası yaptım. Sevmediğim dizileri, konuşma konularına dahil olabilmek için seyrettim. Orta okul, lise yıllarında erkek arkadaş edinmek aklımın ucundan bile geçmezken, sırf kızlar arasında anlatabilecek maceram olsun diye ite kaka birileriyle çıkmaya çalıştım. Yüzüme gözüme bulaştırdım. Sırf o yüzden yine sigara içki içeyim dedim. Günlerce kustum, hasta oldum. Daha belki de neler neler yaptım. Korku filmlerinden ödüm patlarken, korku filmleri seyrettim. İnsanları çekiştirmeyi sevmezken kendimi başkalarını çekiştirir buldum. İçten olmasa da yargılar göründüm. Saymakla bitmez. Hiç umurumda olmazken onun bunun bayıcı aşk, hüsran, hastalık maceralarını dinledim. Anlatacak öyküsü olmayan ben, dışlanmamak adına kendime aşk, hüsran, hastalık maceraları yazdım. Başıma gelmiş gibi gerçekçi bir şekilde anlattım.
Ancak Kiki’de bazı değişiklikleri aynı Baydar’ın oğlundakiler gibi derinden hissedebiliyorum. Kişiliklerin oturması bir çok etkene bağlı olarak erken ya da geç gerçekleşiyor. Bazen de hiç gerçekleşmiyor. Kiki 6-7 yaşına kadar sebze , meyveyi severek yiyen, öğlen, akşam yemekte ayıla bayıla süt içen bir çocuktu. Ne zamanki pizza, hamburger, mantı, börek, makarna, patates kızartması ve pilavdan başka bir şey yemeyen ve bununla da övünen başka arkadaşları oldu. Övünüyorlardı çünkü bu bir çeşit güç gösterisiydi. Nuh diyor, peygamber demiyorlar, başka konulardaki güçsüzlüklerini belki de sevebilecekleri besinleri ağızlarına koymamakla telafi etmeye çalışıyorlardı. Bizimki de vazgeçti huyundan. Bir kaç sene ağzına mümkün olduğunca az miktarda sebze, meyve ve salata aldı. Sütü neredeyse kesti. Üzülmekle beraber ısrar etmem fayda etmedi. Ben de bıraktım akışına. Ne isterse yesin dedim. Süt yerine dondurma dayadım. Arada vitamin haplarına geçtim. Portakal, havuç suyu yaptım. Bir müddet sonra bir gün eve geldi. Yalvar yakar sebze ve salata istedi. O gün bugündür, hiç umurunda olmadan istediklerini yiyor. Grup dışında tek başına kalmadı, ama kendine başka bir grup buldu.
Sonra, ilk okulun son senesi, ortaokulun başları zamanıydı. Şimdi Lisede. Ben kitap okumayı sevmiyorum ve bundan sonra okumayacağım dedi. İnanamadık. Küçüklüğünden beri saatlerce kitapçılardan çıkmayan, yerlere oturup okuyan, her bir kitabını ezbere bilen, okuma yazma bilmezken etrafındakilerin dilinde tüy bırakmayana kadar kitap okutan, bayram harçlıklarıyla kitap fuarlarından kitap alan çocuktan beklenecek bir şey değildi. Yine üzülmekle beraber sesimi çıkarmadım. Eksikliğini filmlerle bir oranda kapatmaya çalıştık. Tiyatrolara, sinemalara, konserlere götürdük. Çizgi roman tarzı şeyler aldık. Gençlik dergilerine abone ettik. Bir şekilde idare ettik. Geçen yaz aniden fikir değiştirerek 10 koca kitabı okudu bitirdi. Yine gruptan dışlanmadı, ama yine başka bir gruba geçiş yaptı.
Diyeceğim o ki, tek başına doğup tek başına ölmekle beraber yaşam paylaşımlarla geçiyor ve öyle güzel. Gel gelelim, zorlamayla olacak bir şey değil bu. Bıkmadan, usanmadan, vazgeçmeden aramalı kişi grubunu. Biri olmazsa, diğeri olur. Zaten günümüzde iletişim teknikleri sayesinde her şey çok daha kolay. Kimseye göbek bağıyla bağlanmadık. Değil mi ki, asıl göbek bağı kesildikten sonra yaşam başlıyor…

Bunu derecelendir:

>Başlığı Yok, Amacı Yok

25 Cuma Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 4 Yorum

>

Öf. Öf. Öf. Güne başlamak için hiç de iyi bir nida değil bunlar. Beyaz Tavşan’ın son yazısındaki gibi “Ben de insanım, benim de canım var.” Bu şarkıyı kim söylüyordu hatırlayamadım. Tırnak içindeki nakaratın evvelinde ve sonrasındaki sözleri de hatırlayamadım . Bu arada GNC vitamin firmasını mahkemeye vermeyi düşünüyorum. Geçen ay bana hafızaya çok iyi gelir diye 120 tabletlik koca bir kutu Gingko sattılar. Şekilde görüldüğü gibi ‘tık’ yok. Ne bir iyileşme ne de bir umut. Gel de bu durumda an’ı yaşama… An’ın tadını çıkaramıyorum diyenlere itinalı sunum yapılır. Gerekli teknikler gösterilir.

Gelelim neden Öf’lediğime sabah sabah. Bu blogger’a fotograf koymakla başım belada. Tek bir fotograf olduğunda bir sorun yok. Her şey yazıların arasına 3-5 tane serpiştirmek isteyince başlıyor. Zaten laptop’um olmadığından fotografları küçültemiyorum. Bu bilgisayarda ilgili program yok. Dolayısıyla yüklemek çok vakit alıyor. Bir de yerlerini ayarlamak, aralara yazılar sıkıştırmak isteyince, hem fotografları hem de yazıları yok ediyorum. Şu lanet blogger’da ise UNDO tuşu yok. Meğersem bana ne kadar gerekliymiş. Bu tuş benim hayatımı kurtaran bir tuşmuş. Yokluğunda mumla aranır oldum. Bugün bana yazılımlardaki en çok hangi tuşu seviyorsun deseler, ve hatta bunun tüm zamanlar için de geçerli olduğunu savunurum, kesinlikle UNDO tuşu derim. Allah kimseyi UNDO’suz etmesin.
Kıssadan hisse malesef bu bayram fotografları içerisinden sadece yukarıda görünen Çengelköy’deki Nur Yazlık Sineması’nınki ile yetineceğiz. Sabah 7’den beri uğraşıyorum.Ancak bunu başarabildim. Tekrar denemeye sabrım kalmadı. Nur Sineması şimdi otopark olmuş. Sahne olduğu gibi duruyor. Belki de yazları halen gösterim yapıyorlardır. Sormak aklıma gelmedi. Kiki’yi böylesine derme çatma tahta iskemleli yazlık sinemalara götürebilmeyi çok isterdim. Eskiden benim gittiklerimde bazen çift film de olurdu. Biri yerli diğeri yabancı. Üstelik bu yazlık sinemalar sadece İstanbul’da değil yurdun dört bir köşesinde vardı. Ben İzmir’dekileri gayet net hatırlıyorum. Gaziantep ve Adana’da da vardı sanırım. İskenderun. Mersin. Çanakkale’dekini nasıl unuturum. Bu yazlık sinemaların yok olmasına da UNDO yapılsa ne iyi olurdu. Aslında hayatta da bir UNDO tuşu var olsa…
Dün akşam ilk defa İZ kanalını seyrettim. Kaçkar dağları eteklerinde Fırtına yöresi üzerine bir belgesel vardı. Bayıldım. Bayıldım. Zaten daha önceden annemin anlatmalarından ve diziden de çok beğenmiştim. İşte o vadiden yazlık ev istiyorum. Yazlık dediysem tatil evi. Şöyle kara tahtalardan. Hatta direkler üzerine çakılmış olan küçük kulübeler var. İsimlerini unuttum. Yanına bir tane de ondan. Oh, temiz hava bol gıda. Yeşil en sevdiğim renk. Bol yağmur. İşte bir gün İstanbul’u terkedersem böyle bir yer için terkederim.

Bunu derecelendir:

>602. Gece / Murat Gülsoy

24 Perşembe Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 6 Yorum

>Bayramda neler yaptığımı fotograflarla belgelemeden önce araya sıkıştırarak bir çırpıda okuduğum Murat Gülsoy’un yeni kitabından bahsetmeden duramayacağım. Geçen sene ocak ayında yaratıcı yazarlık atölyesine katılarak kendisini ve eserlerini yeni tanımış olduğum ve çok sevdiğim bir yazar. Kitabı araya sıkıştırdım dediğime bakmayın. Eylül ayında piyasaya çıkacağını taaa geçen ilkbahardan biliyor ve bekliyordum. Dolayısıyla çıktığı hafta, hatta ilk gün Beyoğlu’na inerek Can Yayınlarından satın aldım. Can Yayınları %20 indirim yapıyor. Haberiniz olsun.

Bu kitap bir roman değil bir inceleme. İsmi Binbir Gece Masallarının 602. Gecesinden geliyor. O gecede neler olduğunu biliyor musunuz? Merak ettiyseniz alıp okuyacaksınız derim. İnceleme olması sadece roman okuma alışkanlığı olanları korkutmasın. Çok rahat ve kolay okunan, samimi, sıcak, insana kendini hoş bir sohbetin ortasında hissettiren, aynı zamanda da önemli bilgiler sunan, bir takım olguları kavramayı kolaylaştıran bir kitap. Modern ve post modern edebiyat üzerine. Üst kurmaca-meta kurmaca kavramları üzerine. Sizi bilmem ama benim zaten en sevdiğim türlerden. Labirent gibi. Kutu içinde kutu, onun içinde bir kutu daha sonra başka bir kutu. Yani çok boyutlu. Gerçek yazar var, öyküyü yazan var, yaşayan var, anlatıcı var, onun içinde hikayenin kendi sesi var… Kitabın alt başlığı da zaten Kendini Fark Eden Hikaye.
Kitapta bahsedilen ve eserleri incelenerek bir rota çıkarılan yazarlardan en önemlileri Borges, Fowles, Cervantes, Tanpınar, Atay, Pamuk. Tanpınar ve Atay’dan hiç bir şey okumamış olduğumu utanarak burada itiraf ediyorum. İlk fırsatta bu açığımı kapatacağım. Üstelik kitapta yapılan alıntılar ve açıklamalarla bu yazarları da çok severek okuyacağımı anladım. Bu arada sanki diğer yazarları okudun mu diyeceksiniz. Pamuk hariç diğer bazılarını tam değil, çaprazlama okudum. Benim bir çaprazlama okuma tekniğim var. Aslında bir zamanlar hayatımı kurtaran, kolaylaştıran bu tekniği kimseye tavsiye etmem. Okul zamanlarında çok sıkıldığım ancak okuyup fikir beyan etmek zorunda olduklarım için geliştirmiştim. Bu şekilde koskoca kitabı bir kaç saat içinde bitirebilirim. Şöyle; sayfanın sol üst köşesinden başlanır. Sadece anahtar kelimeler gözle aranarak iki saniye içinde sağ alt köşesine varılır. Kitabın başlangıç ve bitiş bölümlerine biraz daha fazla zaman ayrılarak bir ya da iki paragraf tamamiyle okunur. Kitap bölümlere ayrılmış ise eğer her bölüm için aynı teknik tekrarlanır.
Bu arada kitap hakkında açıklayıcı pek bir şey yazmadığımı farkettim. Ama şunu söylüyorum. Ben çok beğendim. Çok beğendim. Çok beğendim. Hepsi bu kadar.
Ek bilgi: Murat Gülsoy’un yeni dönem yaratıcı yazarlık kursları ve atölyesi için kayıtlar açıldı. Ekim’de başlıyor. Yazı ile haşır neşir olanlara şiddetle tavsiye ederim. Ayrıca terapi yan etkisi var. İlgilenenler için adres burada. Kursla ilgili eski gönderiler Murat Gülsoy etiketi altında yanda…

Bunu derecelendir:

>Bayram Tatilinde Neler Oldu?

23 Çarşamba Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

>Zaman su gibi akıp gidiyor. Epey bir süredir kenarından köşesinden acele ile bir şeylere dahil olma çabasındayım. Dört gözle tatili bekler ve hiç bir şey yapmayacağımı herbikeslere ayan ve beyan ederken dün akşam bir de baktım ki bayram rüzgar gibi geçmiş gitmiş. Bu arada su mu, rüzgar mı karar versem iyi olacak. Bir metinde aynı şey için iki benzetme yazı hocalarım görmesinler, okumasınlar, duymasınlar.

Bu sürede gelişen en önemli olaylardan biri, en sonunda fotograf makinemin siyah beyaz çekim yapma modunu keşfettim. Daha doğrusu Ankara’dan bizi ziyarete gelen kız kardeşim gösterdi. Hatta sepya yapmak bile mümkün. Yandaki fotografı da Kiki çekti. Bayramın ilk günü bizim bu taraflarda eski Çamlık Plajından bozma Çamlık Çay Bahçesine kahvaltıya gittik. Kahvaltı dediysem saat öğlen 12:00 civarıydı. Sonra da babane ve anane ziyaretleri tamamlandı. Böylece bayramın diğer geri kalan iki günü gezmeye ayrıldı.
Her zamanki gibi neye niyet neye kısmet felsefesi ile yola çıktık. Aslında bayram için Kaş’a inip çadır kurmayı düşünmüştük. Son dakikaya kalınca Varan’da bilet bulamadık. Arabayla da 3 gün için o yolu yapmak yemeyince, İstanbul’daydık. İlk gün hemen hemen hiç trafik yoktu. İkinci gün kim nereden çıkıp geldiyse gelmiş gözlerimize inanamadık. Yollar felaketti. İzdiham. Evden çıkarken niyet Haliç taraflarına geçmek, kız kardeşime Minyatürk’ü göstermek, Kiki’yi Pierre Loti kahvesine götürmek falandı. Köprüye bile yaklaşamadan geri adım atarak, Çengelköy Çınar altında hamsi, kalamar, midye, çoban salatası yiyip ve üstüne açık çay içerek klasik turumuzu tamamlamış olduk. Klasik diyorum çünkü genelde dönüp dolaşıp hep oraya gideriz. Yeni yerleri denemeye heves etmekle beraber eski bildiklerimizden vazgeçemediğimizden bir süre sonra kısır döngü misali vintage yaşanır bizde. Geceyi ise Bostancı lunapark’ında kapattık.
Şimdi çıkmam lazım. Fotografları dönünce yerleştireceğim artık. Zamanla yarış henüz bitmedi. Çok yakında eski dinginliğime kavuşmayı şiddetle arzuluyorum.

Bunu derecelendir:

>Eylül’de Gel

19 Cumartesi Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 4 Yorum

>Elimdeki işi bitirene kadar cezalıyım yazı yok, okuma yok dedim, dedim ama yapamıyorum işte. Aklıma takılıp duruyor. Öyle olmasındansa en azından yine yazayım ama bu sefer kendimce mükemmeliyetçiliğe kaçmadan bu işi kotarayım istedim. Şunu söylemek istiyorum ki bugünden itibarenki gönderilerin fotografları yazılarla uyumsuz olabilir. Yazılar baştan savma olabilir. Parmaklarım nereye götürüyorsa onu yazacağım günlük haberin olsun. Bizimki kafayı sıyırdı deme sonra. Benim yaşımda kafa sıyrılmaz.

Eylül doğumluyum ben. En sevdiğim aydır. Sonbaharın hüznünü, yağmurunu sessizliğini, yapraklarını, renklerini severim. İçime neşe dolar. Gökyüzü ile denizin rengi ufukta birleşir, bütün olur. Hangisi nerede başlar, nerede biter anlaşılmaz. Bütün sene bu ayı bekler dururum güzelliklerini içime depo edebilmek için. O kadar kısadır ki, göz açıp kapayıncaya kadar biter. Yaşadığım şehri çok seviyorum. Başka yerlere gidip yerleşmek gibi de bir düşüncem yok. Zaman zaman eğilimler göstermiş olsam da içimin bunaldığı zamanlara denk geldiğini bildiğimden susup oturdum. Sanki gideceğim yere içimdekileri de bagajıma koyup götüreceğimi bilmiş gibi… Ama birisi deseki gel bak şu ülkede mevsim her daim eylül. İşte o an belki de toplanıp gidebilirim.
Bazen de eylül ayı sıcak ve güneşli geçer. Gökyüzü sonbaharı atlayıp doğrudan kışa geçiş yapar. İşte o seneleri hiç sevmem. Kendimi dışlanmış, yok sayılmış hissederim. Niye şimdi bütün bunları yazdım. Çünkü bu sabah gri bir hava ve yağmur kokularıyla uyandı İstanbul. Hemen anladım ki bu sene benim senem. Bu bayram benim bayramım. Gökyüzü doğum günümü kutluyor. Kendimi değerli hissediyorum. Evlere, odalara sığamam şimdi ben. Dilimin ucunda Alpay’ın Eylül’de gel şarkısı, o sokak senin bu sokak benim gezeceğim artık.

Bunu derecelendir:

>Nasıl Hayır Dedim

18 Cuma Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 6 Yorum

>Nasıl hayır dediğimi anlatmaya geçmeden önce bir kaç gündür blog güncellemeyle ilgili bir dizi sorun yaşıyorum. Sonuçta tüm bunların bilgisayara bulaşan bir takım virüsler misali çer-çöp yüzünden olduğunu keşfettim. Çünkü her seferinde elimdeki tarama programı, adı doktor bir şey, ile tarama yaptığımda bir kaç enfeksiyon bulup yok ediyor. Ondan sonra rahatça güncellemelerimi yapabiliyorum. Ama bu çer-çöp nereden ve nasıl bulaşıyor henüz onu çözebilmiş değilim. Çünkü neredeyse saat başı bulaşır hale geldi. Her seferinde tarama yapmak da biraz zaman kemirici bir işlem oldu. Hele bir de şu günlerimin çok sıkışık olduğunu düşünürsek. Hala cezalıyım. Henüz bitmedi. Ama böyle arada derede kendimi aldatmaya çalışıyorum. Umarım bayramda bir köşede tek ayak dikmezler beni.

Kiki’nin okulunun açıldığından bahsetmiştim. Geçen hafta ilk ve son veli toplantısına gittik. Bu okulda moda bu. Sanki çok sıkı kontrol varmış gibi hemen çağırıp acayip ciddi bir program anlatırlar. Biz veliler sınıftaki sıralara oturur, her branş öğretmeninin sahneye çıkıp kendini ve sene içindeki programını tanıtmasını izleriz. Sorularımız ya da eleştirilerimiz varsa ortaya atarız. Sonra sınıf temsilcileri seçilir falan, filan… Bu sene yine temsilciyim. Sınıf temsilcisi olmanın bir avantajı karnede kime ne not verileceğini öğretmenler kurulu eşliğinde herkesten önce öğrenmek. Dolayısıyla meraklılara tavsiye edilir. Bir de sınıfta neler olup bitiyor, kurulda tüm kirli çamaşırlar ortaya dökülür. Dedikoduya meraklılara şiddetle tavsiye edilir. En ilginç olan yanı da bir çok farklı kişinin, özellikle de eğitim kadrolarının düşünce yapılarına, mantık yürütmelerine tanık olmaktır. Benim hoşuma gidiyor. Tabii bu temsilciliğe her sene seçilebilmenin özel koşulu ağzı sıkı olmak. Dedikodu merakınız olacak ama kimseye anlatmayacaksınız yoksa olmaz.
Yine çok uzadı. İşte böyle tam toplantının ortasındayım. Edebiyat öğretmeni programını anlatıyor. Başlamış klasiklere. Neredeyse antik çağ falan. Öyle bilinen klasikler değil. Balzac yanında Twilight etkisi ile güncel kalır. Biz veliler kaptırmışız gidiyoruz. Dilim sürçtü uyuyoruz diyecektim. Cep telefonumun ağlamasıyla irkildim. Kiki zilini değiştirmiş. Acayip bir çığlıklı ağlama-bağırma tarzı bir şey çalıyor. Sağır sultanlık. Baktım numara tanımadık. Yine de telefonu kapıp sınıf dışına çıkmak daha cazip geldi.
Bahçedeyim. Bir arkadaşım. İş yerinden aradığı için numarayı tanımıyorum. Neyse sevindim. Yurt dışından birileri geliyormuş. Yanlarında bir hafta boyunca gezip dolaşacak ve çeviri yapacak birine ihtiyaç varmış. O da sağ olsun beni düşünmüş. Bana bütçeyi söyledi. Zamanı söyledi.
Güzelce dinledim. Sonra aniden kendimi “Bak şeker, bütçe çok az. Normalde bu işin fiyatı şu kadar. Deplasmanda iki katı olur. Zaten başka yerde de kimse yapmaz. vs…” diye devam ederken bir anda kafama dank etti ki, ben bu işi yapmak istemiyorum. Net bir şekilde hayır diyemediğimden, daha önceki gönderilerde hayır deme sorunum olduğundan bahsetmiştim, bin dereden su getiriyorum. Hemen durdum. Derin bir nefes aldım. Sonra gülmeye başladım. “Beni düşündüğün için teşekkür ederim ama ben bu işi yapmak istemiyorum. Ne seni, ne başkalarını ne de kendimi yorayım”dedim. İki gündür sevincimden yerimde duramıyorum. Kendi isteğimle değil de başkalarının bana layık gördüğü bir işi yapmayacağım ve dolayısıyla da ilk defa hayır deme cesaretini gösterdiğim için kendimi kutluyorum. İçimde öylesine bir hafiflik var ki. Bir yandan da bir korku. Ayağıma gelen fırsatları teperek evreni küstürür müyüm diye?
İki gündür onu da düşünüyorum. Sonuçta kimsenin ve hiç bir şeyin küsmeyeceğine karar verdim. İstemediğim işleri yaparak, pozitif olma adına herkese ve her şeye evet diyerek aslında ben kendi benliğimi hayata küstürmekteydim. İşte bu ilk hayır benim için bir başlangıç oldu. İnişleri, çıkışları olabilir. Sonuçta bıçakla kesilmiş gibi geçmiş alışkanlıkları bir kenara atıp yeni bir sayfaya başlamak kolay değil. Pozitif olmayı, ben başkalarına karşı pozitif olmak ve dolayısıyla mümkün olduğunca evet demek şeklinde yanlış yorumlamışım. Bundan böyle öncelikle kendi kendime pozitif oluyorum. Bu da böyle biline…

Bunu derecelendir:

>Evrenden Torpilim Var – Aykut Oğut

16 Çarşamba Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 3 Yorum

>Okumayı niyet ettiğim kitaplar arasına birer ikişer elime geçenleri sıkıştırmakta üstüme yok. Bu kitap da, işte onlardan bir tanesi. Ama öncelikle, başka bir sitede daha, okuduğum kitaplar üzerine yazıyorum. Haberiniz olsun. İşte burada. Bu sitede her ay bir kişi moderatör olarak kitap seçiyor. Hepimiz okuyor, tartışıyoruz. Kitap seven herkesi davet ediyorum. Aylık buluşmalara gelemeyenler tartışmalara sanal ortamda katılabilirler.

Uzun süredir kişisel gelişim aklımı kurcalayan konulardan bir tanesi. Bu merak bana Fransa’daki hamilelik günlerimden yadigar. Nedenine gelince yabancı bir ülkede tek başına belki de hayatımın en büyük, hatta kesin en büyük deneyimlerinden birini yaşayacak olmanın vermiş olduğu yan tesir ile o zamanlar piyasada hamilelik ve çocuk gelişimi üzerine gelmiş geçmiş ne kadar kitap varsa toparlayıp okumuştum. Çocuğun sadece fiziksel gelişimi ve hastalıkları konusunda bilgi sahibi olmanın yanısıra ruhsal gelişimi ve eğitimine de fransızların bir kısmı çok önem veriyor. Tabii ben de.
Daha sonraki zamanlarda ise bu öğretilerin aslında, kişilerin huzurlu ve kendiyle barışık, her alanda başarılı, kendine güvenli yetişkinler olabilmesi için de geçerli aynı yaşam prensiplerine dayandığını farkettim. Öğretilerin çocuklar ya da yetişkinlere ya da hatta kurumsal yaşamdakilere ve yöneticilere ya da eğitimcilere yönelik olması hiç fark etmiyordu. Özdeki prensipler hep aynıydı. Bu şekilde benim de kişisel gelişim yolculuğum başlamış oldu. Kişisel gelişimdeki en büyük adımlardan bir tanesi farkında olmaya başlamak. İkincisi ise değişime açık ve kararlı olmak.
Aykut Oğut’un kitabı kişisel gelişim konusunda temel prensipler itibariyle herhangi bir şekilde yenilik getiren bir kitap değil. Ancak hakkını vermek gerekir ki, bugüne kadar okuduklarım arasındaki en eğlenceli, bizim kültürümüze neredeyse bire bir uygun, örnekleri bol, hatta Cem Yılmaz tarzında, okurken kahkahadan kırıldım, en akıcı ve en vurucu olanlarından bir tanesi. Yazarın kendi kişisel deneyimlerinden yola çıkarak genel öğretilere ulaşma yolunu seçen bu kitap aynı zamanda da pedagojik bir tarzda yazılmış. Şöyleki bazı kişisel gelişim kitaplarını okuyunca ya ben neymişim, neler yapıyormuşum şeklinde pişmanlık ve üzüntü hislerine kapılmak ya da hemen savunmaya geçmek ya da belirtilen davranışları ve düşünce sistemini kendinde görmeyip en yakınında duran başkalarına, ki bu da genelde eş ve çocuklar olur, saldırmak gibi kitabın amacı dışında sapmalara kaymak mümkün olabilir. Halbuki bu kitap çok nötr ve yargısız yazılmış. Dolayısıyla okuyucuyu kolaylıkla içine çekiyor, kucağına yerleşiyor.
Kitap hakkında daha ne söyleyebilirim. Aykut Oğut kendi deyişiyle dibe vurmuş ama sonradan su yüzeyine çıkabilmeyi başarmış birisi. Hem de çok esprili. İçimizdeki gerçek bizi bulmaya yardımcı olacağına inandığım bir kitap. Çünkü teorilerden çok, elle tutulur, somut örnek durumlar oldukça yoğun. Gerçek biz arayışı da mutlu ve başarılı olmak isteyen her insanın öncelikle yapması gerektiğine inandığım bir aşama. Aşk (İlişkiler), Para, Kariyer, Kendine Güvensizlik ve Mutluluk konuları özel olarak işlenmiş.
Kıssadan hisse; eskilerin söylediğine göre “ne ekersen onu biçersin.” Gözlerimizi açalım, bit pazarına nur yağıyor. Abartmadan. Ayrımı iyi yapmak lazım.

Bunu derecelendir:

>Hamster Affair 5

15 Salı Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük, hamster affair

≈ Yorum bırakın

>Bir evvelki gönderide en büyük haber olarak iki bebe hamsterımızın daha olduğunu bildirmiştim. Hemen baştan belirteyim hevesimiz kursağımızda kaldı. Bu sabah bir de baktım ki yavruların yerinde yeller esiyor. Sadece ölü doğan yavru değil diğerleri de hapur hupur yenmiş ve bitmiş. Anne hamster, kafesin ikinci katındaki, yavruları bir gece evvelden içine sakladığı minik kulübenin kenarında top olmuş sabit bakışlarla kıpırdamadan önüne bakıyor. Depresyonda. Diğerleri, 2 kız ve 1 cüce erkek aşağıda çılgınlar gibi eğleniyorlar. Kafesin alt kısmında lunapark misali iki tekerlek var. Yer kapıp dönebilmek için nasıl itişiyorlar görülmeye değer.

Sonuçta değişen bir şey yok. Yukarıda minicik bacağı gözüken yavru ve kulübe duvarının arkasında sağda gözükmeyen ikiz kardeşi bugün aramızda yoklar. Kimbilir kimin midesinde. Damızlık babayı hemen ayırdığımız için bu sefer onun suçsuz olduğunu biliyorum. Annenin depresyondaki halini gördükten sonra içimde bir acaba sorusu filizlenmeye başlasa da pek ihtimal vermiyorum. Eski gönderileri takip etmiş olanlar aslında annenin de arada bir iki yavru götürdüğünü bilirler. Neyse, bu sefer masum diyelim. Geriye diğer kıskanç ve kumpasçı iki kız ve bir de cüce erkek kalıyor. Cüce erkek nedendir bilmem bize iktidarsız gözükmüş ve dolayısıyla babayı ayırırken ona dokunmamıştık. Bir de acımıştık. Şöyle ki, önce hem damızlık olanı, hem de bu cüceyi ayrı kafese aldık. Ancak damızlık baba yokluktan olacak bu cüceye saldırmaya, poposunu koklamaya başlayınca çok acıdık. O da, garibim, bucak bucak kaçıyordu minicik kafesin içinde. Hamsterlarda hemcinslik var mı acaba çok merak ettim birden. Böylelikle cüce olan yeniden kız kardeşlerinin ve annesinin olduğu kafese geri döndü. Şimdi aklıma geldi. Diğer kafeste kısa süreli de olsa yaşadığı büyük korku yüzünden yavrulardan intikam almış olabilir mi? Sonuç olarak o yavrular yüzünden babayla birlikte tecrit edilmişti. Şüphelerimin cüceye odaklanmasının başka bir nedeni de gecenin geç saatlerinde uykum kaçtı, aniden uyandım. Kalktım yavruların ne yaptıklarına bakmak istedim. Kız kardeşler aşağıda oynarken, anne ve bu cüce erkek kulübenin içinde uyuyorlardı. Yavruları göremedim ama, o an içime bir kurt düştü. Bir daha sefere ucuza mikro kamera bulursam alayım diyorum. Elimizde kanıt olsun.
Şimdi yine hepsi bir aradalar çok yakında yeni yavrular olur. Ancak yavru sayısı giderek azalıyor. Tür kendi kendini yok etme trendine girmiş olabilir mi? Sebebini merak etttim şahsen. Arada bir içimden kafesin kapısını açık bırakıp kendilerini doğaya salıvermek de geçmiyor değil.
Bu hamsterlarda değer yargısı, toplum bilinci diye bir şey de yok. Ortada yenmiş iki yavru var ve sanıklar hiç bir şekilde toplumdan dışlanma yaşamıyorlar. Her şey eskisi gibi akmaya devam ediyor. Halbuki bizde olsa, komşunun biri bebeğini yese, o anneyi ya da babayı ya da kız kardeşi o an orada parçalarız alimallah. Ya da mahkemelerde sürüm sürüm süründürür infaz ederiz. Sokaklara dökülür, pankartlar açar, yürüyüşler yaparız. Hamster’lara yapılan bu özel muamele nedir böyle? Bugünden tezi yok bu durumu değiştirme çalışmalarına başlıyorum. Öncelikle hamster mahkemesi kurmaya karar verdim.

Bunu derecelendir:

>Leyleği Havada Gördüm

14 Pazartesi Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük, hamster affair

≈ Yorum bırakın

>Şikayetleri ve şikayet edenleri hayatımdan birer birer atmaya başladıktan sonra en büyük faydayı etrafımda dönenleri farketmeye başlayarak hissettim. Bu hafta sonu değil ama geçen hafta sonu adadan dönerken fotografta görüldüğü üzere ailecek tüm leylekleri havada gördük. Fotograf makinem çantada olduğu için panik haline bir kaç kare çekebildim. Çok sanatsal olduklarını söyleyemem ama en azından bu sene çok gezersem, ki gezeceğim kararlıyım, elimde kapı gibi kanıtı var.

Ramazan ayında pazar günü adaya pikniğe gitmek nasıl güzel bir fikirmiş anlatamam. Koskoca Heybeli Ada kendimize ait özel bir ada şeklindeydi. Vapurdan iner inmez bisikletlerimizi kiraladık ve dönüş anına kadar sakin ve neşeli bir pazar günü geçirdik. Bu arada bisiklete binmeyi epeyce unutmuşum. Nasıl unutulur demeyin. Ben zaten evlendikten ve otuzumdan sonra bisiklete binmeyi öğrendim. Sadece düz yolda gidebiliyorum. İş yokuşa gelince, fren sıkarak inip, bisikletin yanında sürüklenerek tabanvay çıkıyorum. Böyle bir günden sonra bir hafta oturamıyorum ama yine de keyfi başka oluyor.

Piknik menümüze gelince ton balıklı salata. Bende bir gün evvelden kızartma, köfte, kısır yapacak göz var mı? Pikniğe gidince siz neler yapıyorsunuz bilemem, bizim klasiğimiz haşlanmış yumurta ve domatesli, salatalıklı, yeşil soğanlı, zeytinyağlı, bol limonlu, fırından alınmış taze mis kokulu ekmeğin içine tıkılmış ton balıklı salata. Yanında bir termos filtre kahve. Ve bilumum oyunlar. İp, top ve scrabble. Scrabble’i özellikle tavsiye ederim. Hele bir de bizim gibi kelime bilginiz kıtsa, günlük kullandığınız kelimelerin sayısı 100’ü geçmiyorsa gülme krizlerini ve akabindeki karın ağrısını garanti ederim. Biz o gün türkçeye bir çok yeni sözcük kazandırdık. Dili modernleştirdik, çağa uydurduk. Ve ne kadar yaratıcı olduğumuzu gördük. Kendimize güven geldi. Bu piknikler böyle devam ederse yakında aile sözlüğü çıkartacağız.
Diğer hafta sonlarını da başka bir gönderiye bırakayım. Dün akşamın en önemli haberi büyük harfle yazıyorum: HAMSTERLAR DOĞURDU. Yine.
Bu sefer kızların hepsi birbirinin tıpa tıp aynısı olduğundan anne mi yoksa ilk yavrulardan büyüyüp gelişerek serpilmiş ve genç kız olmuşlardan birisi mi doğurdu bilmem mümkün değil. Olayı pek fazla da kurcalamadım zaten. Erkekler daha belirgin. Baba semirdikçe semirdi iyice damızlık oldu. Ancak diğer erkek yavru malesef cüce kaldı. Kızların yarısı, damızlık babanın dörtte biri kadar. Baba olacak durumda olduğunu sanmıyorum.
Bu sefer görebildiğim 3 adet yavru var. Bir tanesi baştan ölü doğmuş. Diğer ikisi şimdilik canlı. Anne ölü bebeği de dahil olmak üzere tüm yavruları oradan oraya taşıyıp, gözlerden uzak saklamaya çalışıyor. Bir an ölü yavruyu almayı düşünsem de sonradan vazgeçtim. Hazır ölmüş varsın afiyetle yiyiversin. Keyfi yerine gelir de belki öteki yavruları yemekten kurtarırız dedim. Hem zaten ben alsam ne yapacağız ki, arka bahçedeki mezarlığımıza bir de hamster bebeği ekleyip cenaze töreni mi yapalım. Eski gönderileri okumamış olanlar için arka bahçede 2 kedi yavrusu, 3 balık ve 1 kaplumbağamız var. Kiki’nin aile mezarlığı.

Bunu derecelendir:

>Ah Lap Top Sen Nelere Kadirsin

11 Cuma Eyl 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 5 Yorum

>Uzun zamandır yazmadığımın farkındayım. Yazmadığım sadece blog değil. Şu ana kadar geçen sürede alışveriş listelerinden başka hiç bir şey yazmadım. Onları da çıkarken evde unuttuğum için bir müddet sonra liste yapmaktan da vazgeçtim. Peki küstümde mi yazmıyorum? Hayır. O zaman yazacak bir şey bulamadığımdan mı yazmıyorum? O da değil. Öyleyse çok işim var da ondan dolayı mı yazmıyorum. Malesef o da değil. Evet, çok işimin olduğu doğru ama yazmamaya sebep teşkil etmiyor. Dolayısıyla nedenini bilmiyorum. Artık önemi de yok. Çünkü yeniden yazmaya başladım.

Geçen süre zarfında bir sürü şeyler oldu. En önemlisi de şikayet etmekten vazgeçtim. Hayatı geldiği gibi kabul edip yaşamaya başladım desem pek de inandırıcı olmaz. Biliyorum. Ama buna GERÇEKTEN niyet ettim. Ve dolayısıyla da herşeyi doğal akışına bıraktım. Zaman zaman, hatta çoğunlukla bu akışa çomak sokmakta olduğumu farkedip kendimi yeniden toparlıyorum. Bu durum nasıl mı oldu? Her şey bir Lap Top parçası ile başladı.
Lap Top’umun bozuk olduğunu ve bir türlü yaptıramadığımı ve yeni bir tane de alamadığımı siz dahil bütün evren biliyor. Takmıştım. Kızmıştım. Sinirlenmiştim. Tüm aksiliklerin benim başıma geldiğine inanmıştım. Zaten ilk lafım “bir bu eksikti” demek olmuştu. Sonra, yeni bir lap top alabilmek için hani neredeyse sokağa çıkıp önüme mendil açmaya kadar (artık mendil açılmıyor pardon bu çağda mendil satılıyor) çeşitli projeler ürettim. Nafile. Hiç bir işe yaramadı. Yine lap top’um yok. Şimdi ise bu durumu kabullenmekten başka çarem olmadığını düşünüyorum. Lap Top’um yok. Lap Top’um olmayacak. Lap Top’suz da yaşayabilirim. Lap Top’suz yaşamayı kabul ediyorum. Hatta Lap Top’suz yaşamaya niyet ediyorum. Lap Top’suz yaşamı seviyorum. Lap Top’um olmadığına şükrediyorum. Son cümle pek inandırıcı olmadı değil mi? Ama ister inanın ister inanmayın öyle. Çünkü bana bir şekilde Lap Top olmadan da başımın çaresine bakabilmeyi öğretti.
Bir de küçüklüğümden beri şuna dikkat etmişimdir. Ben bir şey isterim, tuttururum, asla olmaz. Ne zaman ki unuturum, o isteğim aklımın köşesinde bile kalmaz. İşte o zaman mucize gibi sürpriz bir şekilde arzularım yerine gelir. Demek ki sürprizleri sevdiğimi ben dahil tüm evren biliyor. Yani sorun yok. Dolayısıyla işte böyle her şeyi oluruna bıraktım.
İkinci olay ise şikayet etmekten içim bulandı. Sabah kalkıyordum. Hatta daha kalkmadan, “yaa yine mi sabah oldu kalkmak lazım” ile başlayıp. “Ay hava bugün ne sıcak” ya da “of ne bulutlu bir hava”. “Nem oranı yüksek. Oram ağrıyacak, buram sızlayacak. Şimdi yüyüyemem çok terlerim. Pazara çıkamam uzak. Araba kullanamam trafik. Öğlene ve akşama ne pişirilecek? Öf okumak zorunda olduğum bir sürü kitap var. Öf çeviri bitmedi. Öf çocuğun okul taksidi geldi. Öf bu apartman üzerimize yıkılacak. O bana bunu dedi. Bana niye öyle dedi. Beni terketti. Beni aldattı alçak herif. Aldatan terkeden yok, merak etmeyin lafın gelişi söylüyorum. Elektriğe yine zam gelecekmiş. Hava da, çevre de çok kirlendi. Ay insanlar birer birer kanser oluyor, ay domuz gribi kapıda. Derken bir sürü şikayet, şikayet. Yaşayamaz hale geldim.
Sonra şunu farkettim. Ben şikayet ediyorum ve etrafımda da bir sürü şikayet eden var. Ve biz hepimiz bir araya gelmişiz eğleniyoruz, rahatlıyoruz zannediyoruz, hatta sosyalleşiyoruz aman ne güzel diyoruz. Ama aslında hepimiz her zaman ve her şeyden şikayet ediyoruz. Başta da belirttiğim gibi bir an içim bulandı. Evden dışarı çıkmaz kimseleri görmez, kimseleri çekemez oldum. Aslında kendimi çekemiyordum. Bahane olarak da işim var, bana dokunmayın dedim. Baktım olacak gibi değil. Attım kendimi sokağa. Ve sonunda şunu buldum. İşte buraya da yazıyorum kocaman harflerle.
Benim bir şikayetim yok, kimsenin de şikayetini duymak ve dinlemek istemiyorum. Kötü gün dostu olmak da istemiyorum. Kötü gün dostu görmek de istemiyorum. Yaşasın iyi gün dostları. Dünya başıma mı yıkılacak, hele bir yıkılsın o zaman bakarız çaresine…

Bunu derecelendir:

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • İz Peşinde
  • Kahveyi bıraktım, başıma gelenler
  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri

Çok Okunasılar

  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • Yer Altında Dünya Var - Refik Halit Karay
  • Roman Adı Nereden Gelir?
  • Tesadüflere İnanıyor ve Bekliyorum
  • Dışa Yolculuk - Virginia Woolf
  • >Sabah Sabah Yapılan Bilinç Akışına Örnekler

Let’s Tweet Again

  • @KaanSekbann Botoks vs gibi sozde genclestiricilere bulasmamak 1 week ago
  • RT @sisternon: Amerikalı bir eski asker, savaş ekonomisi nedir ve bununla nasıl mücadele edilir tane tane anlatmış. Keşke biri Türkçe altya… 1 week ago
  • Portrait with Golden Mask, 2019, Marina Abramoviç, The Ckeaner Sergisinden @ Museum of Contemporary Art, Belgrade instagram.com/p/B4vQI6YACDz/… 3 weeks ago
  • Aaa-Aaa, 1978 Marina Abramovic ile Ulay birbirlerini aaaa’larken, 15 dk. @ Museum of Contemporary Art, Belgrade instagram.com/p/B4r2OhPA8GP/… 3 weeks ago
  • Yedinci gün, yedinci kitap. Teşekkürler sevgiferidunoglu 😘 @ Göztepe, Istanbul, Turkey instagram.com/p/B4es0ljAGBs/… 1 month ago

Diğer 848 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? can sıkıntısı Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz iç sıkıntısı Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 848 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Haziran 2019 (1)
  • Nisan 2019 (1)
  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 322.991 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazı beslemesi
  • Yorum beslemesi
  • WordPress.com

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası