• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Monthly Archives: Aralık 2009

>Yeni Yılda İki Yeni Blog

31 Perşembe Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 6 Yorum

> Özel günlerde özel kutlamalar yapmak, mesajlar iletmek pek benim harcım değildir. Daima sıkılmış ve daralmışımdır. Daha bu sabah konuştuk evliliğin, bana göre çok kişisel bir olayın da tüm davetliler önünde ulu orta gerçekleşmesi en büyük kabuslarımdan biriydi. Ve malesef bu törenden kaçamadım.

Yeni yıla gelince yeni yılın 31 aralık olmasına kim ve neden karar vermiş. Bana sorulmuş mu? Peki o zaman neden benden bu yeni yılı kutlamam bekleniyor? Neden 31 aralık’ta yeni kararlar almalıyım? gibi aklıma takılan bir sürü soru var. Bunların cevaplarını az çok biliyorum. Hatta mantıklı olduğunu da kabul ederim. Ancak gelin görünkü 31 aralık benim kendi iç mantığıma kesinlikle uymuyor.

Bana göre yeni yıl bahar aylarında olur. İlkbahar örneğin gayet uygun bir zaman. Doğanın da yenilenmesiyle insan kendini de yenilemeli derim. Ancak benim iç saatime göre ilkbahar yarı yıl kutlamasına daha uygun. Hani sene başında alınan kararların, hedeflerin kontrol edildiği, beden ve ruh bütçesinin yeniden gözden geçirildiği zaman.

Yeni bir yıla başlamak içinse en uygun zaman Sonbahar’dır. Eylül sonu Ekim başı. Doğanın ölmeye başladığı, yaprakların döküldüğü zaman mı yeni yıl olacak diyecekler için canı gönülden EVET diyorum. Her ölüm yeni bir başlangıcı ima etmez mi? Dökülen yaprağın ardından yenisi çıkmaz mı? Her sonbaharda içimi garip bir hüzünlü sevinç kaplar. Ve tüm yeni kararlarımı işte o zamanlarda alırım ben. Dolayısıyla 31 aralık bana artık kırmızı don’dan başka bir şey ifade etmese de, o geceyi ve ertesi günü felekten çalınmış 2 gün olarak kabul eder ve çılgınca eğlenirim.
Hepinize dolu dolu yaşanacak 2 gün ve gece dilerken yeni yılda iki yeni blog tanıtmak istedim.
Birincisi Murat Gülsoy’un yeni blogu: 602. Gece Murat Gülsoy.
Kitaplarını severek okuduğumu ve yazılarını, programlarını, okuma günlerini ve yaratıcı yazarlık atölyesini heyecanla takip ettiğimi biliyorsunuz. Şimdi de blog’unu okuyabilme fırsatı doğduğu için sevinçliyim. Tüm kitap severlere, yazıyla edebiyatla, sinemayla, sanatla ilgilenenlere tavsiye ederim. Ekim ayında Mesele dergisinde Benim Yazarım Fowles başlığı altında yayınlanan son yazısı Noosfer’deki İlk Adımlarım ve Being There vs Truman Show severek okuduklarım oldu.
İkincisi kız kardeşin daha çok fotograf ağılıklı blogu: ACA’nın Çekirdek Bakışı.
Bizim ailenin gerçek fotografçısı kendisidir. Gezip görmeyi çok sever. İşi dolayısıyla da bol yolculuk ettiğinden işini çok sever. Valla kız kardeşim diye söylemiyorum güzel fotograf çeker. İlgilenenlere tavsiye ederim.
Çok yakında anneme de blog açacağız sanırım. Hadi hayırlısı.
Fotograflar Aalborg, Danimarka’da Modern Sanat Müzesi girişindeki Noel ağacından. Süsler dantel şeklinde kağıt kesme sanatıyla çerçevelenmiş müzeye emeği geçen kişilerin fotograflarından oluşuyor. Bembeyaz. Danimarka bu sene Beyaz Noel’i kutladı. Yani yine onların deyimiyle, Noel akşamı ülkenin yüzde doksanı karlar altındaydı.

Bunu derecelendir:

>Danimarka Günlüğü – 4

30 Çarşamba Ara 2009

Posted by Qunegond in Danimarka Yolcusuyum, Günlük

≈ 4 Yorum

> Buranın saatiyle bizim saat arasında tam 60 dakika (saat kelimesini aynı cümle içinde 3 defa kullanmamak için dakika dedim. Yoksa başkaca bir nedeni yok) fark var. Havaalanına ayak basar basmaz ekipteki herkes saatini değiştirdi ya da değiştirmeyenlerin zaten saatle falan pek ilgisi yok. Ben tembelliğimden dedim ki, aman nasıl olsa 15 gün sonra geri döneceğiz ne gerek var. Tabii canım ne gerek var. İşte böyle kalkarsın sabahın kör karanlığında. Gerçi burası saat 9’a kadar sabahın kör karanlığı ya.

Dün Aalborg’un hayvanat bahçesine gittik. Yolda giderken kaybolduk. Buraya bir arkadaş ziyaretine geldiğimizden bahsetmiştim. O arkadaş beş senedir falan buralı. Dün hazırlandık giyindik, bebeği hazırladık, giydirdik, büyük ve konforlu pusetini yerleştirdik, bebeği maxicosi’sine koyduk. Zaten ekip kalabalık ancak iki araba gidebiliyoruz. Akabinde biz de arabalara bölüştük ve yola çıktık.

Bebekli olan kız arkadaş bir ara kaybolduk dedi. Hayvanat bahçesi buralarda bir yerde olmalı. Bakın işte şu modern müzenin paralelindeki sokakta olacaktı diyor. Modern müzenin oradan iki kere geçtik ama bir türlü hayvanat bahçesine varamadık. Etrafta ok cinsinden tabela falan da yok. Bu arada bizim keyfimiz yerinde Çünkü Aalborg’un mimarisi çok güzel ve yoldaki evlerin hepsini arabanın içinden fotograflama fırsatı buldum. Hem de çift sıra. Bir keresinde sağdakileri, diğer geçişte soldakileri. Kız arkadaş çareyi eşine telefon açmakta buldu. İşe bir erkeğin parmağı deyince biz bayanlar en nihayetinde yolumuzu bulabildik!

Bu olay ben de öyle bir rahatlama hissi yarattı ki anlatamam. Hani başınıza talihsiz bir şey geçer. Neden hep ben yaaa dersiniz ya. Sonra da aslında bu talihsiz şeyin başkalarının da başından geçtiğini öğrenince oh yaaa bir tek ben değilmişim olur ya işte aynı cinsten.

Daha önceden de anlatmıştım, doğma büyüme İstanbul’luyum ben. Zaman zaman uzak kaldığım oldu ama yine de İstanbul’dan başka şehir tanımam. Ümraniye’deki İkea ve Carrefour’a giderken hep kaybolurum. Üstelik oraları bilenler bilir, Tem yolunda bir kere kaybolunca taa Şile’lerden geri dönülür. Ben de her seferinde eşime telefon açar ve yolumu bulurum. Hatta bırakın Ümraniye’yi İstanbul’un neresinde olursam orayım eşimin telefon numarası “İmdat Kayboldum Hattı” gibidir. Neyse işte bilmem anlatabildim mi? Dün kaybolmaktan çok mutluydum.

Hayvanat Bahçesinin gişesinden içeri girdiğimizde saat öğleden sonra iki’ydi. Üçte ise tüm hayvanat bahçesi kapanıyormuş. Dolayısıyla içeri girmedik ve Modern müze’deki sergileri gezmek üzere kaybolduğumuzda önünden iki kere geçtiğimiz yere döndük. Akşam ise ertesi güne hayvanat bahçesini de sıkıştırabilmek için erkenden kalkar, bahçenin açılış saatinde içeri dalarız diye kararlaştırdık. Ben de yatmadan saati kurdum. Tabii Türkiye saati. Dolayısıyla kargalar daha yemeklerini yemeden ayaktayım. Yanımda kahvem oturmuş yazıyorum. O kadar özlemişim ki yazmayı çenem düştü.

Biraz evvel kız kardeş kapısını kapattığım salona daldı. Uyku mahmuru gözler, yatağın sıcağı burnuma kadar geldi. “Deminden beri 5 dakikada bir çalan alarm seninki mi?”
“Yok, canım olmaz öyle şey. Ben kalkınca benimkini kapattım” dedim ama içimde bir heyecan. Çıktım yukarı saati alacağım. Kiki’yle aynı odada yatıyoruz. Baktım yatakta yok. Duşa girmiş. Sonra annem aşağıdan fırladı. Derken diğerleri… Böylelikle bütün ev halkını uyandırmış oldum. Alarma gelince evet benim cep telefonun alarmıymış. Şu an hepimiz salondayız ve kalkma saatinin gelmesini bekliyoruz.

Bunu derecelendir:

>Danimarka Günlüğü – 3

28 Pazartesi Ara 2009

Posted by Qunegond in Danimarka Yolcusuyum, Günlük

≈ 2 Yorum

> Ben küçükken İstanbul’a çok kar yağardı. Kış ayları gelince hevesle bu karlı günleri beklerdim. Dik yokuşlu bir evde otururduk. Altımda naylon torbalarla yokuş aşağı kaymak en sevdiğim eğlencelerdendi. Daha da iyisi Taksim meydanı, hani şu Gezi Oteli’nin karşısı, geçenlerde Sahaf Festivali’nin yapıldığı mekan, kocaman ve dikdörtgen bir parktı. Boş bir Olimpik havuz gibiydi. Havuzun dibinden yukarıya doğru çimenden ve çiçeklerden renkli yeşilli, eğimli duvarlar çıkardı.

Bütün İstanbul uyurken ben karın yağdığını gecenin sessizliğinden anlardım. Alaca karanlıkta pencereye koşup bembeyaz manzaranın güzelliğine vurulduktan sonra bir daha yatağa dönüp uyumam imkânsızlaşırdı. İçim heyecandan kıpır kıpır sabahın olmasını ve herkesin kalkmasını beklemek hoş bir acı verirdi.

İşte böyle sabahlarda babam da yeterince erken kalkar ve beni Taksim meydanındaki el değmemiş karlara götürürdü. Benden önce başka kimsenin ayak izinin değmediği, boş şehrin hâkimi kuşların ve sokak hayvanlarının bile henüz çiğnemediği taze karlarda yatmak, yuvarlanmak en büyük zevkimdi. Kar yağışı hiç bitmesin, zaman geçmesin isterdim. Lapa lapa yağan karın ardından güneşin belirmesiyle içimi bir korku kaplardı. O güzelim karların eriyeceği endişesiyle huzursuzluğum zirveye çıkardı. Yaz aylarının güneşini de pek sevmeyişim, belki bu yüzdendir kim bilir? Hep gölgelere bir yerlere saklanmaya çalışırım. Karlı günün ardından güneşin baş göstermesiyle gelen üzüntümü gören babam beni teselli etmek için merak etme bu güneş kar toplar derdi. Ona inanmaz gözlerle bakarken bir yandan da içimde bir umut kıvılcımı kendine yer bulurdu. Sonra gerçekten de babamın dediği gibi olur ve tüm şiddetiyle parıldayan güneşin ardından yine kar fırtınası baş gösterirdi.

İstanbul’da bundan böyle sadece yüksek yerlere kar yağar oldu. Boş parkların sayısı azaldı. Şehir sınırlarının da genişlemesi ve kalabalıkla birlikte tüm İstanbul uyurken erkenden kalkıp el değmemiş karlara erişebilmek neredeyse imkânsız oldu. Danimarka’ya gelene kadar bu anılarım aklımın bir köşesinde kalmış, yitmeye yüz tutmuş. Dünkü güneşli ve pırıl pırıl, karların erimeye yüz tuttuğu bir günün ardından bu sabah yine taze ve yeni karlarla kaplı bir Aalborg’a uyanmak yılların etkisiyle kaybolmuş hafızamı yerine getirdi.

Bugün Aalborg’un yaklaşık 65 km uzağındaki Ocenarium’a gittik. Okyanus Akvaryumu. Tabii ki hemen bizim Turkuazoo’yla karşılaştırmalar yaptım.

Şimdilik yorumları İstanbul’a saklıyorum. Burada zaman hızla geçiyor ve malesef yazı yazmaya vakit yok. En büyük özlemlerimden biri.
Acele tarafından bana ilginç gelen fotografları sıraladım. Leylak Dalı’nın tavsiyelerine rağmen bol fotograflı gönderi yapmakta halen zorluk çekiyorum.

Üstteki kare köpek balığı çenesi. 6 sıra diş var. Beş senedir buralı olan kız arkadaş fotografı görünce “Eh, olacak o kadar, insan yemek kolay mı” şeklinde bir yorum da bulundu.

Pembe deniz kestanesi diyeceğim geldi ama şimdi fotografa bakınca emin olamadım. Tanrım bazı konularda ne kadar cahilim. En kötüsü de cahilliğimi gidermek için hiç bir şey yapmıyor olmam. Ne eşim ne de bizim akıllı kuzen yanımda yok ki beni aydınlatsınlar!

Okyanus Akvaryumu tadilattaymış. Dolayısıyla büyük bir kısmını gezemedik. Sadece sergi alanları, elimizle dokunabileceğimiz alçak havuzlar kısmı ki ben fotograf makinemin objektifini içine daldırdım, deniz aslanları ve büyük akvaryum kısmını görebildik. Halbuki ne Nemo’lar varmış. Malesef başka bir geziye kaldı. Tabii durum böyle olunca bize 150 kronluk kupon verdiler ve gidin kafeteryada tepe tepe harcayın dediler. Biz de aynen öyle yaptık.

Deniz aslanları çok şeker. Hatta bir tanesi Kiki’yle oyun oynadı. Kiki camın arkasından parmağını nereye sürüklerse o da takip etti.
Dönüşte sahile kadar uzandık. Hava kararmak üzereydi. Sahile inen tahta iskeleyi dalgalar alıp götürmüş.

Güneşin batışını seyrettik. Kum tepelerine tırmandık. Kumlar buz tutmuş. Okyanusa ayağımızı sokamadık. Melul melul baktık. Neredeyse ilk defa denizi gördüm ve içimden yüzmek gelmedi:)

Şimdi artık hazırlanma vakti. Dışarıda hava eksi beş. Ve inanılmaz ama gerçek: biz bu soğuğa alıştık. Artık üşümüyoruz. Hava gün geçtikçe soğuyor. Buna karşın biz de her sabah “Aaa hava bugün güzel ve sıcakmış” şeklinde kalkıyoruz.

Bunu derecelendir:

>Danimarka Günlüğü – 2

27 Pazar Ara 2009

Posted by Qunegond in Danimarka Yolcusuyum, Günlük

≈ Yorum bırakın

>

Birgün evvelki karlı havadan sonra dün güneşi görünce hepimiz sokağa fırladık. Kaldığımız yer Aalborg’lulara göre şehir merkezinin oldukça (10 dakika) dışında. Bana kalırsa sıkı bir yürüyüşle de gidilir. Ama kar içinde hızlı yürümek hatta koşmak, denemedim sanılmasın, biz akdenizliler için neredeyse imkansız. Nefes kesen bir soğuk boğazdan girerek mideye kadar oturuyor.

Soğuk konusunda biraz abartmışız. Ya da çabuk alıştık. Hava alanına indiğimizde karşılaştığımız soğuk, Uludağ’da otobüsten indiğimizde karşılaştığımız soğukla kıyas bile kabul etmez. Şöyle bir de avantajı var. Anında buz kesip donduktan sonra çelik kesiliyorsun. Bir daha soğuk işlemiyor. Hatta sabah uyanınca “Aaa bugün de hava pek güzelmiş canım, düne nazaran oldukça sıcak.” dememize rağmen derece iyice diplere vurmuş çıkıyor. Bu da çözemediğim garipliklerden biri.

Şehir merkezi oldukça güzel. Binaların hepsi alçak. Yedi cücelerin şehri gibi. İstanbul’dan çıkmadan evvel havaalanında gözümü kapatsalar ve beni getirip Aalborg’un ortasına, en popüler caddesine koysalar sonra gözümü açsalar yine de nüfusunun 150.000 civarı küçük bir şehir oldunu anlarım. İşte öylesine bir yer burası. Çok sevimli. Sakin ve huzur verici.
Alıveriş caddesinde adım başı iç çamaşırı mağazalarının vitrrinleri var. Özellikle de yılbaşı için süslenmişler.
Aalborg’un en eski ve o zamanlar için izin verilenin üstünde en yüksek binası eskinin en zengin bir tüccarına ait. Aşağıdaki fotografta modern sokak lambasının arkasında görülen sevimli bina. Aile kanallar yoluyla mal getirip işte bu binadan tüm Aalborg’a dağıtmış.

Danimarka tasarımlarıyla ön plana çıkmış. Eski ve modern bir arada. Antika bir meydanda uzay filmlerine yakışır konseptte sokak lambaları herkes tarafından kabul görmüş.

Şu mağazanın kapısını kızkardeş çok beğendi. Aklıma gelmişken her gece rüyalara devam. Hiç azalma olmadı. Dün gece dükkan dükkan dolaştım parfüm aldım. Parfümleri kitaplarla değiştirdim. Yarışmalara katıldım. Harry Potter’ların birinde suyun içinde bir şeyler arıyorlardı ya işte ben de aynı şekilde bir ortamdaydım. Bir üniversiteye gidiyormuşum. Binanın önünde kocaman bir göl. Gölün dibi yosun dolu. En sevdiklerimden! Yosunların arasına kitap saklamışlar. Dalıp o kitapları bulmak gerekiyor. Biz atölyedeki arkadaşlar arıyoruz hep birlikte. Ben de Paul Auster’ın New York Trilojisini çekip çıkarıyorum. Elimde kitap koşa koşa sınıfa giriyorum. Diğerleri benden önce tek kişilik tahta sıralara oturmuşlar. Elimdeki kitap biranda başka bir şeye dönüşüyor. Utanıyorum.


Bu fotograf kaldığımız yerden görüntüler. Evler bu düzende, hepsi bahçeli, ağaçlı ve çiçekli. Bu kar altında, yazlık gibiler demeye dilim varmıyor.
Aalborg’lular yere yakın yaşamayı seviyorlar. Çoğu evlerin kapısı kilitlenmiyor. Bebekler gündüz uykularını pusetlerin içinde kapı önünde dışarda yapıyorlar. Lokantaların, marketlerin önleri annelerini bekleyen pusetlerle dolu. Uyuyan bebeklerin çok soğuktan çok sıcağa girmesini engellemek için. Her pusetin içinde walkie-talkiler var. Ayrıca suç oranı çok düşük bir ülke. Herkes rahat. Korkusuz.

Yazacak o kadar çok şey varki, düzenleyip kağıda dökmekte çok zorluk çekiyorum. Ben ki lise yıllarında bir cümleden yola çıkarak destanlar yazan bir şöhrete sahibim. Ne var ki kompozisyon hocam tüm yazdıklarımın çöp olduğunu düşünerek on üzerinden iki’den fazla not vermezdi. Edebiyat notlarım on’dan aşağı düşmediğinden ikisinin karması bana karnede altıyı garantilerdi.

İşte yine bir iç çamaşırcının vitrini. Yolculuğun başından beri sadece detay çektiğim için kız kardeş benimle dalga geçiyor. Önce bütünü çekip sonra detaylara dalmalıymışım. Ama benim gözüm biri göstermedikçe bütünü görmez ki… Puzzle yaparken de büyük resmi görmesem bile orta parçaları kolayca birleştirebilirim.

Burası noel akşamının ertesi günü ve ondan sonraki gün de dahil olmak üzere tatil. Bugün pazar yine tatil. Dolayısıyla dün gezerken sokaklar bomboştu. Küçük meydanlardan birinde paten kayanlar vardı. Çok aç olduğumuzdan bir şeyler yiyelim de sonra kayarız dedik. Çıktığımızda patenci dükkanı kapayıp gitmiş. Eve döndük Brad Pitt’in Inglorious Bastards filmini bir defa daha seyrettik.


Aalborg’un ilginçliklerinden biri de Noel’in emzik bırakma sezonu olması. Şehirde süslenen ağaçların üstleri üzerine asılan emziklerle dolu. Bizdeki dilek ağaçları gibi. Emzik bırakma yaşı geldiği düşünülen çocuklar tüm emziklerini toplayarak getirip noel ağacına asıyorlar. Kimisi içine Noel babaya yazdığı mektubu da iliştirmiş.

“Sevgili Noel Baba. Ben artık büyüdüm kocaman oldum. Bak emziğe ihtiyacım yok. Onları sana veriyorum. Lütfen onlara benim için iyi bak. Ve bana karşılığında aşağıda listeye yazdığım oyuncakları getirir misin? Seni çok seviyorum, Victor 3 yaş”

Geldiğimizden beri havadaki bulutlara bakıyorum. Öyle güzellerki. Ya da belki tekdüze gri havayı gördükten sonra ben de cennet mekan hissi yarattı.

Mola bitti. Kaldığımız yerden devam. Sevgili günlük bugünlük de bu kadar. Vakit bulursam yine yazarım.

Bunu derecelendir:

>Danimarka Günlüğü-1

23 Çarşamba Ara 2009

Posted by Qunegond in Danimarka Yolcusuyum, Günlük

≈ 8 Yorum

>

Aralığın yirmi altısı olmuş. Türkiye saati ile gece yarısı iki kırkdokuz , burası için ise henüz bir kırkdokuz. Üç gün önce yazmaya başlamışım ve iki fotograf seçiminden öteye gidememişim. Dolayısıyla tarih yirmi üçü görünecek.

Artık Copenhag’da değiliz. Aalborg’a geldik ve iki gündür durmadan kar yağıyor. Dün gece Noel’i
kutladık. Bu sabah köyde yürüyüş yaptık.
Dönüşte Kiki ile kızkardeş karda yuvarlandılar. Bahçeye kardan adamı diktiler. Fotograflar henüz makinede.

Biraz önce bugüne kadar çoğunu benim çektiğim 4.000 kadar fotografı büyük ekran televizyonda izledik. İyiler, kötüler, çirkinler, bulanıklar hepsi bir arada. Hepsi hoş. Hangi birini koyayım bilemiyorum. Seçim yapmak, düzenlemek zor. Feng Shui’ci arkadaşım yanımda değil.
Yolculuğun başından başlayarak anlatmak en büyük arzumdu. Malesef konuya ortasından girdim. Baştaki fotograflar uçak yolculuğundan kalma. 10.000 metrenin üzerindeki görüntüler bunlar. Bulutlar pamuk balyaları gibi. Güneşin batışı, daha doğrusu güneşin yeryüzüne inişi muhteşemdi. Uzun müddet türbülans içinde kemerler bağlı, İstanbul’un otobanlarını aratmayaak şekilde tangır tungur yol aldık. Bana ninni gibi geldi. Yarım saat kadar dalmışım. Yemek servisinin kaldığı yerden devam etmesiyle uyandım.

THY ben görmeyeli epey değişmiş. Bayan hostesler gitmiş yerini çok hoş ve çıtır bay hostesler almış. Biraz da biz kadınların gözü gönlü açılsın diye düşünen yöneticilere buradan teşekkürlerimi bildirmekte sakınca görmüyorum. Yemekler ayrıca mükemmel. Somon füme ve sarımsaklı börülce salatası ikilisi favorim oldu. Check-in yaptırırkenki can sıkıntısını ancak bu şekilde giderebildim. Check-in sırasında az kaldı uçamıyorduk. Yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali yaklaşımım sayesinde havaalanında gecelemekten kurtulduk ve boarding kartlarımızı alabildik. Gerçi olayların geçtiği esnada yavuz hırsız olduğumun farkında değildim. Şimdi düşününce… ancak bu durumun inandırıcılık açısından benim lehime olduğu ortada.

Kız kardeşin acentası sağolsun bizim biletlere önceden check-in yaptırmış ve yer numaralarını almış. Sonra hafta başında kız kardeş de kontrol etti. Hatta bazılarının koltuk numaralarını değiştirdi. Ancak 24 saat evvelden konfirmasyonunu yapmadık. Aklımıza gelmedi. Güvenli ve kendinden emin bir şekilde kontuara yaklaşıp uçuşta yedek listede yer aldığımızı, uçuşun kalabalık olduğunu ve büyük ihtimalle uçamayacağımızı öğrendiğimizde uzun zamandır bu kadar sinirlendiğimi hatırlamıyorum. Kontuardaki check-in yapan o iki toy çocukla aramızda geçen konuşmaları anlatmak için henüz erken. Sadece canlarına okudum desem!!! Yeni işe başlayan bu iki densiz yer hostesini şiddetle kınıyorum. Ayrıca sinirlendiğim ve ileri geri konuştuğum için (gariptir ki başka türlü olsa uçamayacaktık), check-in’lerin konfirmasyonlarını uçuşun 24 saat öncesinden yaptırmayı akıl edemediğim için de kendimi şiddetle kınıyorum.
İşte böyle. Umarım yarın yine devam edecek vakti ve enerjiyi bulabilirim. Şimdi çok uykum geldi. Sevgili günlüğüm ve okuyanlar hala hayattayım ve yazmayı çok özledim. İstanbul seni çok özledim. Keşmekeşin bile burnumda tütüyor. Köprüden geçmek istiyorum. Trafik sıkışsın istiyorum. Boğazı doya doya seyredebileyim istiyorum. Burası çok ilginç. İnsanlar çok ilginç. Ben mutluyum.

Bunu derecelendir:

Kunegond’un Kökeni

18 Cuma Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük, ilk ziyaretçiler için, okuduklarım

≈ 5 Yorum

Kunegond isminin nereden geldiği, neden bu ismi seçtiğim zaman zaman bana yöneltilen sorulardan biri. Daha önceki gönderilerde ve blog başlığında kısa açıklamalar var. Link vermeyi düşündüm ama etiketleri doğru biçimde kullanmadığımdan ve epey de bir gönderi biriktiğinden doğru adresleri bulamadım. Feng Shui’ci arkadaşımında son günlerde şaşkınlıkla keşfettiği üzere sınıflandırma yeteneğim malesef hiç yok.

O halde kısaca bahsedeyim. Kunegond, Kiki’nin Fransa’dan aldığımız modern çocuk masalları kitaplarından birinin kahramanıydı. Fransa bu modern çocuk masalları konusunda iyi bir yer elde etmiş. İşte o Kunegond (Cunegonde) an’ı yaşayan, herşeyi olduğu gibi kabul edip yaratıcı zekasıyla ve zamanla, her zaman ama her zaman, bir çıkış yolu bulan bir küçük prensesti. Kitabın adını hatırlamıyorum. Türkçeye çevirisi yapıldımı bilmiyorum.

Daha sonra bu blog’u açtığımda Ankara’daki en sevdiğim kuzen bana Kunegond’un asıl kökeninin Voltaire’in Candide ya da İyimserlik üzerine isimli meşhur kitabının kahramanı olduğunu belirterek kendi deyimiyle beni aydınlattı. Bu kuzen çok bilgili, entellektüel, en sevdiğim, en takıştığım, en şeker, en esprili ve bir zamanlar beni eğitme misyonunu kendine iş edinmiş kuzendir.

O aralar evde Cumhuriyet Gazetesinin verdiği minik kitapları düzenlerken Candide elime geçti. Bir çırpıda okudum ve gördüm ki, Kiki’nin modern prensesine konu olan gerçek prenses işte bu. Hemen hemen aynı karakter. Başından bin türlü olay geçmesine rağmen ayakta kalmasını bilmiş biri.

Bana bazen şunu diyenler olur. Tabii senin tuzun kuru, keyfin ondan yerinde. Aslına bakarsanız hiç de kuru değil. Olayları başka tarzda ele aldığımda Kemalettin Tuğcu romanlarına taş çıkartacak, biraz da abartıyorum tabii, bir öykü çıkabilir. Zaten şuna inanıyorum ki bu dünyada kimsenin tuzu kuru olamaz. Mutlu, mesut ve her daim coşkulu olmanın sırrı ne o zaman. Bana kalırsa bakış açısı.

Dün Alkım kitabevindeydim. Server Tanilli’nin çevirisi ve en sevdiğim Türk Çizgi Romanı Abdülcanbaz’ın yaratıcısı Turhan Selçuk’un çizimleriyle yeniden basılmış olan Candide’i almadan geçemedim. Bundan böyle Kunegond nereden geliyor diye bana sormayın (Şaka) . İşte gerçek kaynağı bu kitap.

Voltaire’in Candide’inden benim çıkarttığım ders şu: Canın sıkılır, kendine arkadaş ararsın, başın beladan kurtulmaz. Ya da can sıkıntısı, kötü alışkanlıklar ve yoksulluğun üstesinden ancak ve ancak çalışılarak gelinir.

Bunu derecelendir:

>602.Gece İkinci Baskı Yapmış

18 Cuma Ara 2009

Posted by Qunegond in edebiyat, Günlük

≈ 1 Yorum

>Eylül ayında Can Yayınlarından çıkan Murat Gülsoy’un son kitabı 602. Gece geçen ay ikinci baskıya gitmiş. Kitaptan daha önce de bahsetmiştim. İşte burada.

602. Gece bir edebiyat inceleme kitabı. Bir inceleme kitabının piyasaya çıktığının ikinci ayında ikinci baskıya gitmesinin bir çok anlamı var.

Kitap gerçekten değerli. Bu arada değerli olmayan kitap var mı ki? Sonuç olarak hepsi bir emeğin, düşüncenin ürünü.

Ve bana kalırsa bu kitap çok büyük ve karmaşık bir boşluğu dolduruyor. Edebiyat incelemeleri konusunda bu boşluğu ben derinden hissediyorum. Eminim bilmediğim çok değerli kitaplar vardır. Ama alt yapıda belirli bir birikim olmayınca o incelemelerin içine bir türlü girilmez, girilemez. Çok özel bir okuyucu kitlesi için yazılmış gibidirler. Kenarında kıyısında dolaşılır, bir müddet anlaşıldı sanılır, ancak hafızada kalanlar çok kısa bir sürede unutulur gider. Hatta belki sonuna bile gelemeden kitap, henüz zamanı değilmiş denerek bir kenara bırakılır. O zaman da bir türlü gelmez.

Felsefe kelimesinin geniş kitlelere ne kadar ürkütücü geldiği malum. Ben felsefenin aslında ne kadar yaşadığımız hayatın içinde olduğunu ve bu hayatın anlamını, kendi kimliğimizi sorguladığını, mantığını çözmeye çalıştığını Jostein Gaarder’in Sophie’nin Dünyası’yla anladım. Daha sonra Alain De Botton’un kitapları neredeyse başucu kitaplarım oldu. Şimdi artık Platon’un Devlet’i söz konusu olunca yersiz bir korku sarmıyor içimi.

İşte Murat Gülsoy’un 602. Gece’si de bana kalırsa modern ve post modern edebiyat açısından aynı işlevi görüyor. Ve umarım bu incelemeyi daha bir çokları takip eder.

Danimarka’da olduğum sıralarda bu kitap ve yazarının Taksim’deki Fransız Kültür’de Can Yayınları ve Kalem Ajans ile ortaklaşa düzenlenen bir de güzel etkinliği var ki kaçıracağıma çok üzülüyorum. Ben gidemiyorum ama ne olur siz gidin ve bana anlatın. Ben de oralardan gitmiş gibi olayım.

602. GECE
KENDİNİ FARKEDEN HİKAYE
MURAT GÜLSOY

Kendi içine doğru genişleyen resimler, sonsuzluğa doğru düşme hissi veren hikâyeler, roman kahramanı olduğunun farkında olan meta kurmaca karakterler, kendinin aynası olan metinler.
Murat Gülsoy, modernist ve post modern edebiyatın kökenlerini anlatıyor. Can Yayınları tarafından düzenlenen bu edebiyat buluşması 26 Aralık Cumartesi saat 16:00’da Fransız Kültür’de.

Fransız Kültür Merkezi: İstiklal cad. No: 4 34435 Taksim – İstanbul
Telefon: 0212 393 81 11 / 0212 393 81 11

Bunu derecelendir:

>Aklımı Toparlayamıyorum

17 Perşembe Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 4 Yorum

>Danimarka yolculuğuna geri sayım başladı. Neden geri sayım denmişse, mantıken ileri sayım olması gerekmez mi? Bende de bir telaş başladı. Bavul yapmayı hiç sevmem. Çünkü beceremem. Bir sürü eşyayı doldurur yine de gitiğim yerde giyecek bir şeyler bulamam. Bir sürü eksiğim olur. En büyük hayalim, daha önce yazmışmıydım hatırlamıyorum, hazır giyim gibi hazır bavul mağazalarının olması. Mesela orta halli bir mağazaya, çünkü hayalimde en lüksleri ve pazar işi olanları da mevcut, giriyorum ve diyorumki

“Aralık ayı Danimarka için 15 günlük 38 beden, ayak numarası 37, esmer ve beyaz tenli bir bayan için bavul rica ediyorum.”

“Hemen hazırlayalım. Seyahat bilgilerini alabilir miyim?” Seyahat bilgileri çok önemli çünkü bavul çek-in hizmeti de veriyorlar. Yolcuya sadece bilet gösterip uçağa binmek ya da neyse trene, otobüse binmek kalıyor.

“Yeni bir hizmetimiz daha var. Gideceğiniz yerin adresi belliyse bavulunuzu direkt oraya teslim ediyoruz. Siz vardığınızda tüm eşyalarınız odanızda sizi hazır bekliyor oluyor. Ne dersiniz? Öyle yapalım mı?”

“İşte ben servis diye buna derim. Mükemmelsiniz. Hemen adresi vereyim. Hatta otel idaresiyle konuşursanız ben gelmeden açıp yerleştiriversinler”

“Peki hanımefendi not alıyorum. Nasıl isterseniz. Size iyi yolculuklar diliyorum.”

“Çok teşekkürler.” diyor ve ayrılıyorum.

Şimdi gerçekler: bu sefer ilk defa bavulumu kendim yapmak zorundayım. Daha önce birileri bana bu konuda hep yardımcı olmuştu. Başta annecim, sonra eşim daha sonra da Kiki. Belki yine Kiki’den yardım alırım. Eşimin yarın akşam işi var. Annecim de kendi bavulunu yapacak. Bu tatil bir aile ziyareti Kiki, ben, kız kardeşim ve annecim hep birlikte gidiyoruz.

Aklım çok karışık. Power Fm’de geveze başımı şişiriyor. Kapatmak da içimden gelmiyor. Üşümekten çok üşümek fikrinden çok korkuyorum. Bazen bütün gün evden çıkmıyorum dışarısı çok soğuk kakılıp kalacağım diye tedirgin oluyorum. Sonra mecburiyetten sarınıp, örtünüp çıkıyorum ve bir bakıyorum soğuk hiç de ööle korkulacak gibi değilmiş. Hatta bir iki adımdan sonra terlemeye başlıyorum, korkudan o denli kat kat giyinmişim.

Hamster’lar ve kedilerimi çok özleyeceğim. Dün akşam onlara cici mamalar aldım. Hamster’ların kafesini temizledim. Fotografta da görüldüğü üzere bir evvelki yiyecekleri ziyan ettiler. Hele canım kuru muzlara hiç dokunmadılar. Oturdum kafesin yanına başka yerlerde açlıktan ölen, kedilere yem olan türdeşlerinden bahsettim. Hiç dinlemediler beni. Tınmadılar bile. Görüldüğü gibi varsa yoksa koşuyorlar.

Dün gece rüyamda çok ilginç bir şey gördüm. İlk defa bir anlam veremedim. Annem ve kız kardeşimle birlikte Almanya’da büyük bir malikanede hizmetçilik yapıyoruz. Ben servis elemanıyım. Hani şu çıngırak çalınınca koşup “Buyrun efendim ne arzu etmiştiniz” diye soranlardan. Ya da yemek servisi yapanlardan. Oda hizmetçisi gibi bir şey. Annem mutfakta. Kız kardeşimin pazar alışverişi gibi bir işleri var. Pek bizimle değil. Ne yaptığını bilemiyorum. Arada bir sesini duyuyorum. Zaman kötü bir zaman. Çünkü ikinci dünya savaşı önceleri Nazi Almanyasındayız ve yahudiyiz. Nasıl felaket bir durum yani. İkinci felaket yanı ise gelecekte olacakları, bizi bekleyenleri biliyoruz ve kaçamıyoruz. Annem belki bu sefer farklı olur diyor. Ben de ona sen naifsin diyorum. En sonunda kararım kesin. Hazırlıklar tamam. Anneme bu gece buradan gidiyoruz diyorum. Annem kulaklarına inanamıyor. Çok seviniyor. Ama bağıra bağıra ardı arkası kesilmeyen sorular sormaya başlıyor. Bense efendilerimizin duyacağını düşünüp panik oluyorum ama annemi bir türlü susturamıyorum. Sonunda uyandım. Baktım üstüm de açık değil bu sefer.

İlk fırsatta Freud’un Rüya Tabirlerini okuyacağım. Bu iş böyle olmayacak. Çözümlemem lazım. Yoksa Nazi Almanya’sı romanı yazarım, hiç karışmam. Şimdi aklıma geldi. Sakın bu rüyalar reenkarnasyon durumları olmasın.

Bunu derecelendir:

>Feng Shui ve Danimarka ve Taksim

16 Çarşamba Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

> Bugün çok çalışkandım. Sabah çocukları servise verdikten sonra bize gelen Feng Shui’ci arkadaşımla evi sadeleştirme ve boşaltma çalışmalarına devam ettik. Arka oda neredeyse bitti. Tek başıma asla beceremeyeceğim bir düzenleme yöntemiyle tüm fazlalıklardan kurtuldum. Bu ilk düzenlemenin ardından bir ince ayar atmak gerekecek. Onu da tatil dönüşüne bırakıyorum.

Feng Shui’ci arkadaşımın saat 11:30 sularında gitmesinin ardından, sabah 7:00’de gelmişti, ben de hızımı alamadan 15:30’a kadar çalıştım durdum. Sonra mutfağa geçtim. Oturup Jean Jacques Rousseau’dan bir iki satır bir şeyler okuyayım dediğimde saat 17:00’ydi. Beş dakika içinde koltukta uyuyup kalmışım. 18:00’de apartman görevlisinin zili çalmasıyla uyandım. Eyvah kedilerin ve hamster’ların artı bizim yemeklerimiz yok. Koşa koşa alışverişe çıktıktan sonra, şehir merkezinde oturmanın avantajları, yarım saat içinde arabayı kullanmadan ki bu benim için en büyük rahatlık, tüm eksikleri alıp eve girdim. Yerleşme ve herkesin yiyeceği verildikten sonra salonda kucağımda notbuk’um hem yazıyorum hem de Orhan Pamuk’un sesinden Nabokov’un “My Russian Education”ı dinliyorum.

İlk fotograf bu cumartesi gidiyor olacağımız Danimarka’dan. Yılın ilk karı düşmüş. Arkadaşım evinden görünen manzarayı göndermiş. Aslında biraz da iyi oldu, her ne kadar bütün e-mesajlarında bana aman kalın şeyler getirin dese de geçen hafta satın aldığım gezi rehberindeki fotograflar Danimarka’yı günlük güneşlik ve her daim yaz günüymüş gibi gösterdiğinden bu manzarayı görmek bir anda beni hayal dünyasından çekip çıkararak gerçeklere odaklanmamı sağladı. Bavulu Uludağ’a kayak yapmaya gider gibi hazırlamakta fayda var. Bu arada inanılmaz eşyayla gideceğiz sanırım.

Geçen sene bu mevsimde Işıl Özgentürk Moskova’ya gitmişti. Döndüğünde bize giyinip soyunmaktan yorulduk perişan olduk şeklinde anlatırken çok fazla da ilgi göstermemiş yüzümde hafif bir gülümsemeyle dinlemiştim. Al işte başkalarına empati göstermemenin sonucu. Gülme komşuna gelir başına. Dışarısı çok soğuk, içerileri çok sıcak. Ve ben her dükkana, kitapçıya, müzeye, cafeye, restorana, otele, şatoya,vs… girdiğimde soğan gibi soyunup döküneceğim.

Dün akşam Taksim’deydim. Taksim anıtını çarşafa sokmuşkar. Yanlış anlaşılmasın onarım yüzünden. Yeni yıla cicili bicili girsin istemişler. 2010 yılı İstanbul Kültür kent olacak ya… Ama bir de iyi fikir bulmuşlar. Çarşafın üstüne kocaman bir fotografını basmışlar. Hani altında işte bu var, bilmeyenler görmeyenler öğrensin, özleyenler doya doya baksın.


Sonra Taksim meydanını yılbaşı için bir de güzel ışıklandırmaya başlamışlar. Dün akşam eve dönerken içim açıldı. Atölyedeki tartışma hayli ilginçti. Aile Mutluluğu’nun aslında kaderine razı olmak gibi bir çeşit farklı duyguları da barındırdığına karar verdik. Daha detaylı açıklama yarına. Bugün gerçekten çok yoruldum.

Şu Taksim’deki ışıklandırmalara bakarak ben yine Jean Jacques Rousseau’yu okumaya devam edeyim. Tolstoy’un bu adama hayran olduğunu sanıyorum. Hatta eminim diyebilirim. Yağmuru bol olsun, JJR iyi hoş da, bir şeyi bin kere tekrar etmiş. O kadar da uzun yazmasına ne gerek vardı. Ne zahmet etmiş. Yine de zevkle okuyorum o başka… Bir de şimdi Johann Staruss’un Viyana Valslerini koydum mu? OOOH, yeme de yanında yat. Şömine ve sıcak şarap istiyorum.

Bunu derecelendir:

>Aile Mutluluğu – 1

15 Salı Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 4 Yorum

> Bugün bu kitap bitmeli. Akşama masaya yatırıp, enine boyuna kesip biçeceğiz. Şu an yarısındayım. İsminin Aile Mutluluğu olmasına rağmen içimden bir his, kitabın ana fikrinin bir kadın bir adamı nasıl mahveder olduğunu söylüyor. Yine de son sözümü kitap bitmeden söylemeyeceğim.

Bazı sayfalarda gözde büyütülen evliliğin aslında evlilik öncesi yaşanan heyecanı nasıl da sıfıra indirdiği o kadar net bir şekilde anlatılmış ki, hayran kaldım. Bana, biz insanlar ya da bazılarımız sadece Aşk’a aşık oluyoruz gerisi boş dermiş gibi geldi.

“Yarın sabah artık burada değil, Nikolsk’taki sütunlu, yabancı evde mi gözümü açacağım? Sergey Mihayloviç’in bize gelmesini bekleyip onu karşılamayacak mıyım bir daha? Katya’yla akşamları ondan söz etmeyecek miyiz? Pokrovsk’taki evimizin salonunda, piyanonun başında oturmayacak mıyız karşı karşıya? Karanlık gecelerde onu uğurlarken, başına bir şey gelmesinden korkmayacak mıyım?”

Aşkın en güzel anları o ilk zamanlar değil midir? Henüz tam keşfedilmemişken, en yakın kız arkadaşla yapılan konuşmalar, mantık yürütmeler. Sevilen hakkında dedikoduların en büyük eğlence kaynağı olduğu o büyülü anlar.

Her şey elde edene kadar, bir kere sahiplenildi mi tüm cazibesi ve heyecanı kaçıyor. Geriye beklentiler kalıyor. Birlikteliği sürdürmenin en güzel yanı günlük küçük heyecanlar yaratmak. Hatta hareket olsun diye huzursuzluk çıkartmak. Bunlar kitabın geri kalan bölümlerinde daha belirgin baş gösterecek sanırım. En azından benim beklentilerim böyle. Parantez içerisinde kitap okurken bile beklenti içindeyim tanrım! An’ı yaşamak bu kadar mı zor! Ama tüm kabahat yazarın beni beklenti içerisine o sokuyor:)

Maşa biraz daha aklı başında bir kız havasında, evleneceği günün sabahı şöyle soruyor kendine:

“Bugünden sonra Nadejda’sız, Katya’sız, Grigoriy’siz onların evinde kaynanamla birlikte mi oturacağım? Akşamleyin dadımı öpemeyecek, onun eski alışkanlığıyla beni kutsayarak, ‘İyi geceler hanım kızım!’ dediğini işitemeyecek miyim? Sonya’yı derslerine çalıştırıp onunla oynamayacak mıyım artık? Sabahleyin odalarımız arasındaki duvara vurunca onun çınlayan sesini duymayacak mıyım? Belki yadırgayacağım bu yeni hayat, bütün ümit ve beklentilerimi gerçekleştirecek mi? Sonra ne kadar uzun sürecek bu hayat?”

İşte bu son soru var ya beni çok etkiledi . Her şey sanki bir oyunmuş gibi. Belirli bir süre devam edecek sonra da, al misketlerini ver misketlerimi. Bugünün toplumunda aslında biraz da öyle gerçekler. Çabucak yapılan evlilikler akabinde ayrılmalar. Ortada kalan çocuklar ya da duruma çabucak ayak uyduranlar. Belki de bir geçiş dönemindeyiz. İleride aile kurumu diye bir şey kalmayacak. Aile Mutluluğu sadece insanların zihinlerinde var olan bir kavram olarak geçerliliğini yitirecek. Kimbilir?

Bunu derecelendir:

>Hangi Klasik Ama Neden?

14 Pazartesi Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 6 Yorum

> İlle de Roman Olsun Kitap Kulübü 3 ayda bir Baba Klasikleri (Baba Klasikler=1000 sayfa civarı) okumaya karar verince öneriler gelmişti. Sitede anket açıldı. Benim favorim de Ve Durgun Akardı Don olmuştu.

Ve Durgun Akardı Don’un benim için ayrı bir yeri var. Orta birinci sınıftayken ilk kez kendi isteğimle kütüphaneden seçerek alıp okuduğum bir kitap. İlkokul boyunca Ayşegül, Ayşecik serilerinden, Tina dergisinden, Milliyet’in mavi kalın kapaklı sevimli kitaplarından başkaca bir şeyler pek okumadım. Bir de annemin geceleri bana okuduğu Anjelik vardı:)

Orta okula geçince, İtalyan Lisesini kazanmıştım ama müdürü ahbap diye beni başka bir özel okula yazdırdılar. O zamanlar o okullara Palas denirdi. Bastır parayı al diplomayı şeklinde adları çıkmıştı. Yani bazıları için olabilir tabii ama bizimkiler okul taksitlerini bile zar zor öderlerdi. Dolayısıyla ben o şansı yakalayamadım. Ama bir sene sınıfta para toplayıp ingilizce sorularını satın aldığımızı gayet iyi hatırlıyorum. Sonuç ne oldu aklımdan çıkmış. Belki de zeki arkadaşlardan birisi bizi keklemiştir:)

Bu okulun daha önceki ilkokullarımdan görmediğim kocaman bir kütüphanesi vardı. Tahta raflar, eski tarz koltular, cilalı tahtadan büyük bir masa. Şu an bende bıraktığı izlenim Harry Potter’daki kütüphanenin minyatürü şeklinde. Ders aralarını ve öğlen tatilini bu mekanda geçirmeye bayılırdım. O yaşlarda en hoşuma giden de Anatomi Atlasını alıp gizli gizli kadın ve erkek yapılarını izlemek olurdu. Hani ilk sayfada önden çıplak bir fotograf vardır. Daha sonra ince saydam yapraklar açıldıkça iskelete kadar dökülür.

İşte bu kütüphanede ŞOLOHOF’un Ve Durgun Akardı Don’uyla tanıştım. Tektaş Ağaoğlu’nun çevirisi o zamanlar Ağaoğlu Yayınları’ndan ciltli 4 ayrı kitap halinde yayınlanmıştı. O yıllarda ilgimi Don kelimesi çekmişti. Tabii ki Sovyetler Birliğinde bir ırmak olduğunu bilmiyordum ve bildiğimiz ayağa giyilen Don zannetmiştim. Akmasına da akıl sır erdirememiştim. İçimden nasıl yani diyordum. Utana sıkıla birinci cildini ödünç aldım ve eve gittim.

Sonra kitap öyle bir sardı ki, 4 cildi birden arka arkaya devirdim. Ertesi sene okula geldiğimde o güzelim kütüphanenin yerinde yeller esiyordu. Otuzar kişilik iki sınıfa dönüşmüşlerdi. Çünkü kütüphaneden faydalanan benim gibi üç beş kişi vardı ve sınıf açılımı okul açısından daha karlıydı. Ne kısır ve fırsatçı bir düşünce.

Neyse ben bu kitabı çok erken yaşta severek okuduğumdan geçen sene sahaflarda Yazko baskısını görünce dayanamayıp almıştım. Yazko’da benim başka bir anıma denk gelir. İlk kurulduğu zamanlar taksitle satış yapardı. Ben de satış elemanlarından biriydim. İlk önce kendim satın aldım. Kütüphanem telef olduğundan malesef şu an hiç biri elimde yok. Daha önce anlatmıştım. Zamanla satışlarım iyi gitmeyince başka bir iş buldum.

Herman Melville’in Moby Dick’i ise sırada bekleyen başka bir klasik. Küçüktüm, filmini görmüş ve pek beğenmemiştim. Geçen senelerde Melville’in kısa bir öyküsü Katip Barthleby’i okuduktan sonra karar değiştirdim ve bu çok övülen kitabı alarak sıraya koydum.

Cervantes’in Don Kişot’u da keza öyle. Öyküsü o kadar laçka olmuş ki okumadan ben biliyorum havasına sokmuştu beni. İlk roman olarak değerlendirildiğini duyduğumda alıp okumayı istedim. Bir türlü sıra gelmedi. Ancak sayfalarını karıştırırken bir çok sayfasını öylesine aradan dereden okudum. Don Kişot aslında küçük öykülerden oluşmuş bir bütün. İşte onlardan bir kaçını bir çırpıda yuttum. Çok eğlenceli. İronik. Baştan sona okumak İlle De Roman’a kısmetmiş. Hangisi seçilirse seçilsin sonuçta ankette yer alanları ve daha nicelerini okuyup tartışacağız.

Sefiller şu an elimde yok. Yazko’ların içinde vardı ve okumuştum. Sene 1987. Sonra filmler, müzikaller geldi, Fransa’dayken orjinalini okudum, daha bir sevdim. Yine zevkle bir daha okurum. Pek güçlü bir hafızamın olmaması bu durumda avantaja dönüşüyor. O kadar da olsun ama değil mi? Daha önce okuyup ya da seyredip beğendiklerimi her bir seferinde sanki ilk defa ele alıyormuş gibi zevkle okuyor ya da seyrediyorum. Bazı yerlerinde bir garip “deja vu” hissi baskın çıksa da…

Bunu derecelendir:

>Soğuk ve Hüzünlü Bir Pazar Sabahı

13 Pazar Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 2 Yorum

>Masaya gelen garsona bir bardak sıcak şarap yanında da gürül gürül yanan bir şömine ısmarladı. Sabahtan beri yağan yağmur bir türlü dinmek bilmemişti. Buluşacakları lokale adımını attığı anda içeride onun başka biriyle konuştuğunu görmüş hüzünlenmişti.

Biraz sonra garson şarabını getirdi. Tepsinin içindeki diğer tabakta kenarları kırmızı kiremitlerle döşenmiş, taştan, üst mermerinde sepya fotoğrafların dizili olduğu, içinde yanan meşelerin çıtırtısının bütün salonu doldurduğu büyük bir şömine vardı. Tabağın içine atladı. Şöminenin önünde, dört bir kenarına burgulu sırma ip geçirilmiş, köşelerinden sarkan uzun püskülleriyle, yerde duran büyük yeşil mindere uzandı.

“Seni bekliyordum” dedi arkadaşı “Geciktin”.

“Çok trafik vardı. Oysa ben elimden geleni yaptım.”

Dün akşam Fahrenheit 451’i seyrettik. Kitapların yakıldığı bir gelecek dünya. Amaç insanların mutsuz olmasını önlemek. Kitapları okuyup, olur olmaz boş hayallere kapılmanın insan sağlığına zararlı olduğunu iddia eden baskıcı bir toplum yönetimi. Daha çok idaresi kolay, robot gibi itaat eden toplumlar yaratma emeliyle hareket eden bir sistem. Evlerin, binaların alev almaz malzemelerden yapıldığı, yangınların ortadan kalktığı bir dünyada itfaiyelerin tek görevi gizli saklı kalmış kitapları bulmak ve onları yakmak. Fahrenheit 451 derece ise kağıdın tutuştuğu sıcaklık derecesi. İşte böyle bir dünyada bir itfaiye eri, okumayı savunan ve inatla gizli gizli okumaya devam eden bir öğretmenle tanışıyor. Filmde ispiyonculuktan tutun, kin, nefret, korku, cesaret, baş kaldırı, her şey var. Bazı film teknikleri, günümüz bilim kurgu filmleri göz önüne alındığında oldukça komik.

Ray Bradbury’nin kitabından uyarlanmış bir François Truffaut filmi. Yönetmenin fransız olmasına rağmen film ingilize çevrilmiş. Dün akşam evde kalabalıktık. Film konu itibariyle çok ilgimizi çekti. Sonunu merakla bekliyorduk. Ancak bir türlü seyredemedik. Gözlerimiz kapandı. En sonunda daha uygun, başka bir zaman yeniden başlamak üzere durduk. Garip bir durumdu gerçekten.

Bunu derecelendir:

>Yönetmen mi, Senaryo mu ve Açık Kitap

12 Cumartesi Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 4 Yorum

> İyi yazılmış bir senaryo kötü yönetmenin elinde ne hale gelir, kötü bir senaryoya iyi yönetmenin eli değerse ne olur yoksa her şey senaryonun temel alındığı kitabın yazarına mı bağlıdır. Ezelden beri tarışılan konular. Kim haklı kim haksız karar vermesi zor.

Geçen gün Kiki’yle Twilight Saga’nın ikinci filmine gittik. Birinci filmi oldukça hoşlanarak seyretmiştim. Üstelik de DVD’den seyrettiğim halde. Ne yarısında uyumuş ne de yerimden kalkıp başka şeylerle uğraşmıştım. Benim beğeni kriterim artık bu. Bir filmi evdeki küçücük televizyon ortamında sonuna kadar seyredebiliyorsam eğer, o film benim için gerçekten güzel demektir.

Dolayısıyla efsanenin ikinci filmi New Moon’u da bir heyecan sinemada seyretmek istedim. Malesef, yer yer içime fenalıklar bastı. Ben ki durgun avrupa filmlerine sesimi çıkarmam, buna dayanamadım. Bir yandan da serinin bütün kitaplarını üçer beşer kere okuyarak ezbere bilen Kiki kulağıma fısıldıyor. “Bak bu sahne böyle değil. Bella neden öyle dedi biliyor musun? Çünkü aslında şöyle şöyle olmuştu.” gibisinden film bitene kadar hiç susmadı. Bazı yerlerini de çok komik bulduğunu (negatif anlamda) söyledi. Ben şahsen kitapları çok istememe rağmen bir türlü fırsat bulup okuyamadım. Yalnız Kiki’nin zevkine güveniyorum.

Buna benzer bir olayı Harry Potter’larla yaşadık. Ailecek filmlerine ve kitaplarına bayılıyoruz. Gerçi kitaplar çok daha güzel ancak filmlerin de başka türlü bir heyecanı var. Gel gelelim son Harry Potter filminde içler acısı bir şekilde daraldım. Halbuki biliyorum öyküsü güzel ve enteresan. Sinemadan çıktığımızda pek bir anlam veremedim.

Bayram öncesi Kiki okul gezisiyle yurt dışına gitmişti ya, işte bu en son çıkan Harry Potter’ın DVD’sini de almış gelmiş. Seride eksik kalmasın diyerekten. İçim biraz cız ettiyse de yorum yapmadım.

Dün akşam bir arkadaşımla msn’de yazışırken Twilight konu oldu. Aniden aklıma dank etti. Tabii ya dedim bu filmlerin çevriliş tarzları farklı. Hemen internetten araştırma yaptım. Oyuncular aynı olsa bile, her iki filminde yönetmeni ve senaryo yazarları farklı. Hemen sonra koştum DVD dolabındaki Harry Potter’ları döktüm yere. Herbirinin oyuncuları aynı, ama senaryo yazarları ve yönetmenleri farklı. İşte her şey bir anda açıklığa kavuştu. Yerli yerine oturdu.

Şimdi de pazarlamacı ve işletmeci kimliğimle, her ne kadar mesleğimi yapmasam da, anlam veremediğim başka bir şey var. İyi iş yapan bir formül neden bozulur? Daha fazla marj elde etmek için mi? Marj= Hasılat-Maliyet. Hani bilmeyen kalmışsa dedim. Bu krizde hepimiz mecburen ekonomist kesildik ya, neyse…

Film seyircisi olarak serilerde, özelikle de iyi iş yapan ve çok beğenilen birincisinin ardından yönetmen ve senaryo yazarı değiştirilmesini şiddetle kınıyorum. Bu şuna benziyor. Bir yayınevinin best seller olan bir kitabın ikincisini daha ucuza çıkarmak için (yazar hakkı yüzdesini indirerek) başka bir yazara ısmarlaması gibi bir şey. Olacak iş mi bu?

Sinema deyince bugün TRT2’de Açık Kitap günü. Daha önceden de yazmıştım. İşte burada. Özellikle de Murat Gülsoy’un sinemaya uyarlanan kitaplardan bahsettiği bölüm Beyaz Sayfadan Beyaz Perdeye hem sinema hem de kitap severler için oldukça ilginç. Geçen hafta Saatler vardı. Bu hafta ise Jerzy Kosinski’den bir uyarlama. Kaçıranlar için tekrar malesef sabahın 2’sinde. Bu meyanda TRT-2’ye istekte bulunuyorum. Tekrarını illa sabahın erken saatlerine koyacaksanız, lütfen saat 6 ya da 7 gibi daha uygun bir saate koyun ki seyredebileyim.

İşte bugünkü AÇIK KİTAP programının içeriği:

TRT2 – 12 Aralık Cumartesi, 19:30

Müge İplikçi’nin sunduğu Açık Kitap’ta bu hafta, Edebiyat Mevsimi-1. İstanbul Edebiyat Festivali’nin koordinatörlüğünü üstlenen, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şube Başkanı Ali Ural konuk oluyor. Semih Gümüş, “Bir Kitaptan Bir Konudan” bölümünde Enis Batur’un”Pervasız Pertavsız” adlı kitabını değerlendirirken, Murat Gülsoy “Beyaz Sayfadan Beyaz Perdeye” bölümünde Jerzy Kosinski’nin “Bir Yerde” adlı kitabını ve film uyarlamasını anlatıyor.Yeni çıkan kitap tanıtımlarının yer aldığı program Cüneyt Türel’in seslendirdiği şiirle sona eriyor…

Bunu derecelendir:

>Gizli Ajans – Alper Canıgüz

11 Cuma Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 10 Yorum

> İlle De Roman Olsun Kitap Kulübü üyesi olarak geçen ayın moderatörü Eddie’nin seçtiği kitabı okuduk. Pazartesi akşamı Şaşkınbakkal Cafe Nero’da buluştuk ve tartıştık. Sonra da kulübün sitesine yazılarımız yazdık. Aynı yazının kendi blogumda da görünmesini istediğimden, toplu bir arşiv oluşturma endişesi içinde, niyeyse, burada da yayınlamak istedim. Her iki blogu da takip edenler açısından biraz ikinci baskı olacak. Diğer blogu takip etmeyenler ve Alper Canıgüz’ün bu kitabı hakkında farklı bakış açıları almak isteyenler ya da buluşup tartıştığımız akşam nasıl eğlendiğimizi okumak isteyenler buyrun sizi şu adrese alayım: İlle De Roman Olsun.

Bu arada hazır siteye girmişken, sağ üst tarafta bir anketimiz var. Aylık kitapların yanısıra bir de 3 ay süresince okumak üzere BABA KLASİKLER listesi oluşturmaya karar verdik. İlk kitabı seçmekte zorluk çektik:)) Ve bir anket açtık. Şimdi sizden ricam bu anketi “DURGUN AKARDI DON” şeklinde işaretliyorsunuz. Her bir durgun akardı don seçeneği için kışın şu soğuk günlerinde el yapımı bir yün eldivenin 1 parmağını vermeyi vaad ediyorum. Diğer anketlerimizi de cevapladığınızda ki hangi seçeneğin işaretlenecek olduğu bilahere bildirilecektir, 12 ayın sonunda yani seneye kış aylarında ellerinizi soğuktan koruyacak çok cici bir çift eldiveniniz olabilir. Eeee, şimdi taksit zamanı. Kriz belimizi büktü. Haydin sandık başına:) Unutmayın Durgun Akardı Don.

Şimdi alkışlarınızla karşınızda Alper Canıgüz’den Gizli Ajans.

Bu kitap hakkında yazmayı çok istiyorum, ne yazacağımı, nerden başlayacağımı ise pek bilmiyorum.

1) Okurken çok eğlendim, çok güldüm. Gerek olaylara bakış açısı, gerek anlatım tarzı, espri anlayışı, dilin sadeliği, hepsi tam bana göre.

2) Okurken aynı anda film seyreder gibiydim. Karakterlerin hepsi birer birer gözümün önünden geçti. Hepsi o kadar mükemmel betimlenmiş ki, Beyoğlu’nda dolaşırken Musa’yı, Sanem’i, Şaban’ı, Müberra Abla’yı hatta Şeytan’ı görsem anında tanırım. Bu kitabın filmini yapmak isteseler ki bence mükemmel olur, kimse alınmasın ama senaryo yazarına ve yönetmene pek bir iş düşeceğini sanmam.

3) Okurken Canıgüz’ün basılmış diğer kitaplarını da biran evvel alıp bir odaya kapanmak ve hemen bitirmek geldi içimden. Coca Cola gibi. Bir kere tadını aldın mı bir daha bırakamayacağın cinsten.

4) Günlük yaşamın sıradanlığı ve aynı zamanda da sıra dışılığı tüm saçma sapanlığı ve absürtlüğüyle gözler önünde. Çağdaş, güncel, biraz da uçuk. Karakterlerin hayat denen keşmekeşe karşı verdiği tepkiler öylesine canlı, inandırıcı.

5) Kurgunun orta yerlerinde sinik bir ironiyle verilen mesajlar yerinde gözlemlerden çıkmış, beni düşünmeye sevk etti.

6) Ne ararsanız var. AŞK, MACERA, İHTİRAS, İNTİKAM, KOMPLO. Yanında da edebiyat ve sanat. Her satırda heyecan doruklarda. Taa ki kitabın son sayfasına kadar.

7) Bu kitap içinde nostaljik öğeler de bulunduran modern ve kozmopolit bir şehir efsanesi. Bu şehir İstanbul. Okuduktan sonra bana hak vereceksiniz, böyle bir macera, böyle insanlar bu şehir dışında başka hiç bir yerde var olamaz.

Güzel insan. MUSA.

Aslında bugün tembellik günüm yazmak istemiyordum. Hehehe.

Bunu derecelendir:

>Kunegond Danimarka Yolcusu

10 Perşembe Ara 2009

Posted by Qunegond in Danimarka Yolcusuyum, Günlük

≈ 12 Yorum

>Önce kimselere haber vermeden gideyim dedim. Sürpriz yaparım. Sonraları dayanamadım havaalanından bildiririm dedim. Hafta başında yok yok yine de gidiş tarihinden bir kaç gün evvel ilan ederime karar verdim. Şimdiyse vizemi de aldım artık her şey kesinleşti modunda daha fazla saklayamayacağım. 19 aralık cumartesi günü uçuyor olacağım. İstanbul, 2010’un ilk günlerine kadar bensiz idare edebilirsin değil mi?

Bu bir arkadaş ziyareti. Davet. Turistik amaçlı olanından çok daha farklı anlamları var. Çift katlı heyecan. Manevi heyecanı bir kenara bırakalım, turistik açıdan Noel zamanı kuzey yarım kürenin de kuzeyinde bulunan bir ülkeye gitmek fikri pek hoş. Bir kere kendimi, her ne kadar Mösyö Aziz Nikola bizim topraklarımızda doğmuş olsa da bugün itibariyle onun Finlandiya’da oturuyor olduğuna inancım yüksek, sevgili Noel babaya daha yakın hissedeceğim. Bunun avantajları oldukça yüksek. Kendisine de mektubumda bildireceğim. Listemi şimdiden hazırlıyorum.

Diğer bir heyecanım Hans Andersen’in ülkesine gidiyor olmam. Andersen masallarıyla büyümüş bir kişi olarak, Deniz Kızı’nın, Kibritçi Kız’ın ve Bezelye tanesinden rahatsız olan Prenses’in memleketine ayak basıyor olmak şu anda hayal edemeyeceğim kadar gerçek olacak. Yine buna benzer başka nostaljik bir durum da televizyonun ilk günlerinde yayınlanan çizgi film Vikingler’in sevimli kahramanı Viki’nin Danimarkası bu. Yupiii, en sonunda Vikingler’le arkadaş olmaya, macera yaşamaya gidiyorum.

Lego’larından ve en bayıldığım kahve pres markası Bodum’dan yakinen tanıdığım ve takdir ettiğim Danimarka’nın gerçekte nasıl bir ülke olduğunu bilmediğim ise yüz karası. Geçen hafta sonu Remzi’den Danimarka üzerine bol fotograflı ve resimli bir gezi rehberi almıştım. DK’nın eyewitness travel serisinden. Kız kardeşim sadece yazıdan ibabet Lonely Planet’i tercih eder ama ben bildiğiniz gibi görselliğe ve ambalaja hayranım.

Gezi rehberinin ilk sayfalarında yer alan Danimarka haritasında bu ülkenin bir kaç adadan oluştuğunu görmek bende şok etkisi yarattı. Coğrafya konusunda bu kadar mı cahil olabilir bir kişi. Bakınız Örnekte Şekil 1-A, işte ben. Bu ülkeyi, İsveç, Norveç misali tek parça zannediyordum. Halen okumakta olduğum Emile, Jean Jacques Rousseau’dan eğitim üzerine düşünceler kitabında yazarın belirttiği gibi bir çocuğa dünya küresi alarak coğrafyayı öğretemezsiniz her şeyi deneyimleyerek öğrenmesi gerekir. Dolayısıyla, başta coğrafya hocalarım olmak üzere, beni Danimarka’ya götürmeyenler utansın. Lise yıllarında ülkeler tarihi ve coğrafyasını okurken ufak çaplı bir dünya gezisi de yapılsa fena mı olur sanki. İleride Milli Eğitim Bakanı olursam bu konuda çalışmalarım olacak emin olun.

Danimarka’da gezilip görülecek bir sürü yer varmış. Andy Warhol’un Marilyn Monroe serisinden bir parçanın da olduğu Modern Danimarka Sanatı’nın yer aldığı Louisiana Musuem ilgimi çeken mekanlardan biri. Daha nasıl anlatayım heyecanlıyım, heyecanlı. Günlük yazılarımı oradan da göndermeyi düşünüyorum. Umarım gerçekleştirebilirim. Şimdi gitmeden önce yarım kalan işleri bitirmeli. Bedenim burada, aklım orada. İstanbul seni özleyeceğim. Sen benim yokluğumu farketmeyeceksin bile biliyorum. Hayat akıp gidecek…

Bunu derecelendir:

>Little Miss Sunshine ve Sunshine Cleaning

09 Çarşamba Ara 2009

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 2 Yorum

> Geçen hafta ailecek seyrettiğimiz bu iki amerikan filmini çok beğendim. Sunshine Cleaning’den daha önce de bahseder gibi olmuştum. Okulun en imrenilen ve en güzel pon pon kızının gerçek hayata geçince “bocalaması” üzerine bir film. Bocalamak tırnak içinde çünkü belirli toplum kuralları içerisinde “loser” etiketi takılan biri. Güzel olmasına rağmen diğer kız arkadaşları gibi iyi bir evlilik yapamamış. Sevdiği çocuğu kendi sınıfından birine kaptırmış ancak yine de onunla evlilik dışı bir çocuk yapacak ve haftada bir iki gün otel odasında buluşmaya devam edecek kadar cesur. Üç kuruşluk servetini başarısız iş girişimleriyle sürekli batıran bir baba. Torununa doğum gününde dünyayı vaad edip, sonunda mahelle bistrosunda bir pastayla kutlayan bir dede. Uçuk ve cool takılan işsiz bir kız kardeş. Temizlik yaparak hayatını kazanmaya çalışan bu sıra dışı annenin yine sıradışı bir işle içinde bulunduğu züğürtlükten sıyrılışı. Meydan okuması. Farklı biri. Hayatı ciddiye almayan, geldiği gibi yaşayan bir genç kadının bir anlamda toplumdan intikamı. Hem de toplum kurallarını ihlal edenlerin bıraktığı pisliği temizleyerek. Gerek cinayetler, gerek intiharlar olsun, her ikisi de insanoğluna yasaklanmış şeyler. Kadın yönetmen Christine Jeffs’den tam bana göre bir film.

Tiplemeler acayip komik. Özellikle baba ve kızkardeş. Çocuk okuldan eve dönüyor. Anne, bana piç diyorlar. Piç ne demek? diye sorduğunda, kızkardeş çok Cool bir şey demek diye cevaplayarak bir de üstüne çocuğa doğum gününde üzerinde ben bir piç’im yazılı bir tişört alıyor (burası yalan olabilir, tişört değilse de ona benzer bir şey).

İkinci film daha da beter. Güzellik yarışmasına katılıp kraliçe seçilme hayalleri kuran küçük bir kızın komik hikayesi ve yine bu doğrultuda toplumun eleştirisi. Küçük kız tombul, gözlüklü ayrıca da hiç bir yeteneği yok. Ne şarkı söyleyebiliyor ne de başka bir yeteneği var. Bütün film boyunca büyük babanın kıza bir dans numarası çalıştırdığını biliyoruz ve gösteriyi ancak filmin sonunda izleyebiliyoruz, anında kopuyoruz ya da yarılıyoruz. Film aslında bir yol filmi. Tüm aile, küçük kızın 8 aydır hiç konuşmayarak eylem yapan manyak abisi, çünkü jet pilotu olmasına izin verilmesini istiyor, amerikanın 1 numalalı Proust uzmanı profesör, sevgilisini rakibine kaptıran homoseksüel, intihar ederek kurtarılan ve hastaneden yeni çıkan bir dayı, tek başına kalmaması tavsiye edildiğinden kız kardeşine taşınıyor, porno meraklısı bir büyük baba, sürekli birbirini iğneleyen ama sevgileri de gözden kaçmayan bir anne ve baba minibüse doluşup amerika’nın bir ucundan diğerine yolculuk yapıyorlar. Amaç Miss Little Sunshine yarışmasına yetişmek. İtalyan komedi filmlerini aratmayacak düzeyde iyi bir film. Jonathon Dayton ve Valeri Faris’in yönetmenliğinde ödül almış.

Sonuç olarak her ikisini de zevkle seyrettik. Senaryolar çok güçlü. Bu ikisi benim filmlerim diyebilirim. Bir de Juno ile Into the Wild var tabii ki. Aslında bir çok film var. Aynı kitaplar gibi, ne seyretsem ne okusam beğeniyorum. Şansıma da pek kötüler yoluma çıkmıyor.

Bunu derecelendir:

>Bu Sefer de Kabus Olsun

08 Salı Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 4 Yorum

> Uzun zamandır tatlı tatlı rüyalar görüyordum. Hem mennundum halimden hem de için için bunun acısı elbet çıkacak bir gün diyordum. Kısmet dün geceyeymiş. Bu arada bazı arkadaşlar vardır, ellerine geçirdiklerini bir köşeye kıstırırlar.
“Biliyor musun dün gece rüyamda ne gördüm?” “Hayır, bilmiyorum. Bilmek de istemiyorum” dersiniz. O ısrarla devam eder.
“Ama bak bu seferki çok ilginç. İnanamazsın.” Hay allah yani, rüya olsun ve ilginç olsun. Duyulmadık bir şey. Neyse işte ben de onlara benzedim. 10 senelik rüyasız geçen gecelerden sonra şimdi böyle her gece birer ikişere geçince görmemişin oğlu olmuş hesabı ben de günlüğüme yazıyorum.

Bu seferki rüyadan çok bir kabustu. Bir tür de uyarı mahiyetinde. Üniversite grubundan arkadaşlarla bir otobüs doldurmuşuz, güneydeki tatil beldelerinden birine gitmişiz. Otelin neredeyse üçte ikisi bizim grup. Aralarda tek tük yabancı var. Üniversite grubuma Antalya’daki sevdiğim komşularım, en uzun çalıştığım iş yerinden bir kaç kişi, Kiki ve arkadaş grubu (kızlar) ve hatta Babaanne de dahil. Böyle de bir karmaşa işte.

Her şey gayet hoş başlıyor. Tüm grup otobüsle giderken ben bizim düldülle arkalarından geliyorum. Eşyamız çok. Bavul bavul. Bir şekilde otele varıyoruz. Ben başka bir odada kalıyorum. Kızlar başka odalarda. Bir ara annem de çıkıyor ortaya. Nereden gelmiş, zaten ordamıymış bilmiyorum. Sık sık plajda ve restoranda karşılaşıyoruz.

Otelin iki tane sahili var. Tam ters yönlerde. Bir sahil kuzeyde, diğeri güneyde. Birinden diğerine gitmek için oldukça yürümek gerekiyor. Ben kuzey kumsalda güneşleniyorum. Kızlarsa güney kumsalda. Aklım onlarda, bir türlü gevşeyip, rahatlayamıyorum. Ya bir şey olursa ben oraya nasıl giderim, nasıl haberdar olurum falan. Neyseki Antalya’lı komşular da güney kumsaldalar. Onlara emanet ediyorum. Gerçi onların grup da kalabalık. Sohbet hoş.

Bir gece eğlence oluyor. Arkadaşlarım yüzüme bile bakmıyor. Dışlanmışım yani. Eh haksız da değiller. Aklım fikrim nerede bilmiyorum ama panik içinde oradan oraya koşturuyorum. Deniz kenarında sakin sakin bir kitap bile okuyamıyorum. Eşyaları yerleştirmeye çalışıyorum. Her yer dağınık.

Asıl kabus, bir şekilde geri dönüş zamanında baş gösteriyor. Bizim bütün eşyalar bir çok odaya yayılmış. Hem de tanımadığım insanlarla aynı odalarda kalırmışcasına. Arıyorum, buluyorum. Tam her şey bitti, tamam diyorum. Bir yerlerden haber geliyor. Haydi, yine o odaya gidiyorum. Ertesi gün erkenden yola çıkılacak. Biran evvel toparlanıp yatıp uyumak lazım ki yol yorgunluğu olmasın. Ayrıca şöför benim ve yolda araç sürerken uyumalarım meşhurdur. Tam bu arada son bir odadan haber geliyor, koşun eşyalar var diye. Uçarcasına gidiyorum.

Öyle güzel bir odaki. Güney sahiline bitişik. Boydan boya cam balkon. Hemen bembeyaz kumlara ve masmavi denize çıkılıyor. Ancak gece olduğundan otelin ışıklandırması var tabii. Etrafta palmiyeler. Velhasıl, dışarda cennet mekan bir görüntü. Ancak o güzelim odanın içi bana cehennem. Kumsala en yakın oda bu olduğu için, ben tam tüm eşyalar bitti derken en çok eşyanın bu odada olduğu gerçeğiyle yüz yüze geliyorum. Bazıları kullanılmış, yerlerde, ıslak, pis, kumlu, karman çorban. Arada hiç kullanılmamış katlı duranlar da var. Raflar, dolapların içi silme dolu. Nasıl lanet ediyorum bu kadar şeyi neden getirdik diye. Bavullara sığmıyor. O çok sevdiğim poşetleri getiriyorlar. Her biri bir başka mağazadan. Fazla doldurulmaktan sosis gibi şişmiş bir kenara yığıldıkça yığılıyorlar. Son dolaba başlıyorum. İçinde babaannenin işli örtüleri. Bir bunlar eksikti diyorum. Niye getirdikki sanki bunları. Otel odasındaki televizyonun üzerine dantel örtü mü serecektik. Hiç kullanılmamış güzelim yatak örtüleri. Masa örtüleri. Bu arada bahsetmeyi unuttum. Bu odada yemek pişirme imkanı da varmış. Yiyip yiyip artıklarını yere atmışız. O artıklar giysilere, havlulara yapışmış. Pislik, pislik,…

Sonunda oturup ağlıyorum. Ben ağladıkça raflar doluyor. Nereden çıktıklarını bilemediğim eşyalar. Poşetlere dolduruyorum. Bir bakıyorum dolaplar yine dolu. Arkalardan bir yerlerden göremediğim eşyalar kalmış hep. Kızlar çoktan yatmaya gitmişler. İş yerinden arkadaşım fedakar Zeynep beni bırakmamış. Ama onun da canına tak etmiş artık. Bir yatağın üzerine uzanmış, uyuklar vaziyette beni bekliyor. Hadi artık topla şunları da gidip zıbaralım dercesine.
İşte o sırada saat sabahın 5:15’ini çaldı ve ben de uyandım. Yani işte bu kadar. Yorumu, sabır gösterip de okuyanlara kalmış.

Bunu derecelendir:

>Fotograflarla Akvaryum

07 Pazartesi Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

> En sonunda Turkuazoo fotograflarının bir kısmını düzenleyebildim. İçerisi loş olduğundan ve ben de flaşlı çekim yapmayı sevmediğimden sonuçlar pek harika değil. İçlerinden en idare edenleri seçmeye çalıştım. Fotograflar çıkıştan girişe doğru dizili. Kronik acemilik işte… Hem nazar değmez! Turkuazoo’da en beğendiklerimden biri yukarıdaki anemon. Cep telefonumun kamerasından daha güzel bir fotografını çektim ama bilgisayara aktarmayı bilmediğimden şimdilik sadece kendim bakabiliyorum.


Çıkışın nadide parçalarından bir tanesi bu Yalnız Ahtapot. Valla tek başına içim acıdı. Gerçi ahtapotlar denizin dibinde de aile kurmuyorlar değil mi? O kadar belgesel seyrettim neden şu bilgileri bişr türlü aklımda tutamam? Gözleri çok etkiledi beni. Yatay yılan gözlü olduklarını bilmiyordum.


Aynı ahtapotun iç yüzü. Gel de sana bir sarılayım der gibi. Aman eksik olsun. Bir seferinde Foça’daydık motorla civarı gezmeye çıkarıldık. Siren kayalıkları muhteşem. Küçüktüm ama beyazlıkları gözlerimi kamaştırmıştı. Kaptanımız, yerli bir balıkçı. Size öğlene ahtapot yapayım dedi. İhtimal vermedik. Daha doğrusu annem ve babam inanmadılar. Ben o aralar söz sahibi olamayacak kadar küçüktüm. Kız kardeşim, benden de miniminnacık. Olur, dedik. Çünkü kayıktan bozma bir motordayız. Ve bizim kaptanın, dümeni tutan ellerinden başka hiç bir teşkilatı yok. Ayağındaki plastik terlikleri çıkarttı. Kayıktan bozma motorun kenarına oturdu. Paçalarını sıvadı. Bembeyaz ayağının topuğunu suya daldırarak kayaların altına doğru içiye soktu. Bacağını yukarı çektiğinde topuğuna kocaman bir ahtopat sarılmıştı. Eliyle kopardı. Başladı kayalara çarpmaya. Çarptıkça ahtapot köpürdü. İyice köpük köpük oldu. Sonra o köpükler eriyene kadar hayvanı taşlara sürttü. Sonra yine çarptı, köpürttü. Köpükler geçene kadar sürttü. Bu işlemi aşağı yukarı yarım saat kadar yaptı. Sonra yine iptidai bir şekilde bir yerlerden limonlu bir şeyler hazırladı. Pişirdi mi, karpaçio usulü mü oldu hiç hatırlamıyorum ama yumuşacık olmuşlardı. Ahtapot sevmesine severim ve yerim ama yerken hep bu, bana göre hunharca hazırlanış gelir aklıma hüzünlenirim.


Fenerbahçeli balık. Galatasaraylı’sı malesef yoktu . Beşiktaş’lılar vardı ama onları da ben çekmedim işte.


Bunun surat ifadesine ve şaşkınlığına bittim. Uzun uzun seyrettim. Gözümü alamadım. Arkamda kuyruklar birikti. Sonunda kavga çıktı. Önünden ayrılmak zorunda kaldık. Siz siz olun kesinlikle kalabalık bir hafta sonu gitmeyin. Doya doya seyrettirmiyorlar.

Meşhur köpek balığı. Ancak arkadan yakalayabildim dürzüyü. O kadar hızlı gidip geliyor ki. Jet motoru yutturmuşlar sanırsınız. Besleme seanslarınına rastlamadık. Ancak onca balıkla bir arada olup da nasıl efendi efendi dalgıçların yemeğini getirmesini bekliyor pek aklım ermedi.


İşte dalgıçların tünelde balıkları besleme saati. Dalgıç nereye, tüm balıklar oraya. Adamın elinde sefertası gibi bir şey var. Mamaları içinden çıkartıyor. Çok kalabalık olduğu için detaylı göremedik.


Altından geçilen ünlenmiş tünel akvaryum. Kalabalığa dikkatinizi çekerim. Nefessiz kaldık. Ayrıca tünel çok uzun. Temkinli girin. Sonu gelmek bilmiyor.


Sazan dedikleri bu olsa gerek. Kelimelerle anlatmaya gerek yok.

Minik Nemo balıkları. Bunlardan bir sürü var. Palyaço’larından diğer lacivertlerinden. Hepsini çekmedim artık. Bu bebek sürüsü çok hoşuma gitti.


Bu benekli de favorim. Tüm puantiyeli şeylere bayılırım. Akvaryumda tek başına salına salına geziyor. Eşsizliğin tüm farkındalığıyla…


Bu kerataya bakabilmek için 15 dakika kadar akvaryumun önünde boşu boşuna bekledikten sonra, kavga çıkarmak yerine diğerlerini iterek ve kakarak en öne geçebildik. Tabii sıra bize gelince ya da cebren ve hile ile de olsa ön safhalara ileryeyince biz de bir on beş dakika cama yapışıp kaldık. Benden söylemesi köpek balığından fazla ilgi çekti bunlar.


Bu garip şeyin adını bilmiyorum. Kuyruğu itibariyle vatoz’a benziyor ama değil. Bacakları istakoz cinsi kabuklu hayvan bacakları gibi. Dalgıç elbiseleri giymiş bir bayan havuzun içine girip bir tanesini yakalıyor ve ters çeviriyor. Hayvan hiç memnun değil tabii, düzelebilmek için debelenip duruyor. Bayan aman kuyruğuna dokunmamak lazım, omurgası kırılmış gibi olur zavallıcığın sonra şeklinde anlatmaya başlıyor. Biz de aval aval bakıyoruz.


Sonra bir de düzünden gösteriyor. Hatta uzatıp dokunun hadi dokunun şeklinde bizi teşvik ediyor. Kimisi çekine çekine, kimisi patdadanak elliyor. Şüphelendiğimiz gibi aynen bir kabuklu olduğunu onaylıyoruz. Dışı kaplumbağa gibi. Değişik bir deniz tosbağası bozması olabilir. İsmini bilmiyorum.


Deniz yıldızları gani gani havuzun duvarına sıralanmışlar.

Bazı yıldızlar ve yengeçler birarada. Birbirlerini yemekle meşguller. Canlı canlı kıyım var.


Bu da benekli vatoz. Çok şık buldum. Hem de mavi benekleri var. Ne kadar şeker değil mi? Florida’daki akvaryumda ziyaretçiler vatozları elle besleyebiliyorlarmış. Kız kardeşim anlattı.


Bu da vatozların iç yüzü. Şu kolye gibi dizili delikler ne işe yarar bilemiyorum. Tüm bu bilgileri öğrenecek kadar vakit geçiremedik içerde. Zaten pek fazla da bilgi yoktu. En iyi kaynak National Geografic kanal. Dizilerden, filmlerden gözümü alabilirsem arada seyredeyim bari diyorum.


Vatozlar topluca havuzun kenarında beslenme saatini bekliyorlar.


Taş balık. Hiç kıpırdamadan öylece dalın üstünde yatıp duruyor. Önceleri gerçekten heykel zannettim, ama değilmiş. 15 dakikaya yakın bekledik. Kıpırdamadı. Sonra yine kavga çıktı. Önünden ayrılmak zorunda kaldık.
Benden bu kadar. Yolunuz Bayrampaşa’ya düşerse, tekrar belirtiyorum hafta içi olsun, uğramadan geçmeyin.

Bunu derecelendir:

>Rüya Görmeye Devam

06 Pazar Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 2 Yorum

>Geceleri birbirinden garip rüyalar görmeye devam ediyorum. Garip dedimse gerçeküstü, bilim kurgu türünden değil. Günlük hayatımın bir parçasıymış gibi duran ama yine de olmayacak şeyler. Fakat zaman zaman o kadar inandırıcılar ki, çoğu zaman ertesi günlerde gerçekten oldu mu yoksa rüyamıydı ayırmakta zorluk çekiyorum.

Dün gece yine benzer bir rüya gördüm. Şu an bile sahiden olmuş gibi etkisindeyim. Dün Dubai’de oturan ve bayram için İstanbul’a gelen bir arkadaşımla buluştuk caddedeki Starbucks’lardan birinde oturup sohbet ettik. Dubai’yi ben maillerde dolaşan lüks binalarından, otellerinden, palmiyeli beldelerinden tanıyorum. Ne uygarlık tarihini, ne etnik yapısını ne de bitki ve hayvan türlerini bilirim. Bir de elektronik aletlerin çok ucuz ama garantisiz satıldığını, gidenlerin bavul bavul alışveriş yaparak döndüklerini duyarım. Alış verişle çok ilgim olmayınca doğal olarak Dubai’de hiç merak alanıma girmemişti. Ama dün arkadaşımın anlattıklarıyla ilk fırsatta gitmek istediğim yerlerden birine dönüştü.

Bu güzel saatlerden sonra hazır çıkmışken okuma listemin kitaplarını aramak üzere Remzi’ye kadar uzanayım dedim. Her gidişte, bir de yerli yabancı dergiler kısmında uzun zaman geçiririm. Neyse aradığım kitap Sevgi Soysal’ın Yürümek. İletişim Yayınlarından çıkmış. Huyum kurusun bazı yol sormayı sevmeyen erkekler gibi ben de bir şey sormasını hiç sevmem. İlla ki kendimin arayıp bulması gerekir. Belki de lüzumsuz vakit kaybederim ama muradına ermenin, aradığını kimsenin yardımı olmadan bulmanın bende yarattığı mutluluğun yanında o vakit kaybının lafı olmaz. Yalnız bulamaz ve sormak zorunda kalırsam hafif ve anlık bir yenilgi havasının hüznü baş gösterir. Az da olsa surat asarım.

Kitap raflarında kitap aramak bir baş belasıdır benim için. Adres aramaktan beter bir durum. Bir kere her kitapçıdaki sıralama değişiktir. Yazar ismine göre, soyadına göre. Önce yayınevi sonra alfabetik sıralamaya göre. Türlerine göre. Bir de tamamiyle karışık sıralama diye nitelendirdiğim ama kitapçıda çalışanların şıp diye elleriyle koymuş gibi buldukları bir düzenlemeleri de var ki hala daha mantığını çözemedim. Her neyse Remzi’deki sıralama soyadına göredir. Bazıları için kolay olabilir. Ama alfabedeki harflerin hangisinin hangisinden önce ya da sonra geldiğini bir türlü aklımda tutamayan benim için bir kabustur. Sözlükte kelime aramayı da bu yüzden hiç sevmem. Ayrıca da evde alay konusu, çoluğun çocuğun eğlencesi olurum. Eğlenmek istediklerinde bana sözlükten kelime aratırlar. Nasıl çevirmen oldun derseniz, vallahi bu internet sözlükleri beni kurtardı. Neysem dün başladım aramaya, “se”leri “so”ları bulayım derken bir ara “şe”lerde gezindiğimi ve garip bir şekilde Şensoy Ferhan’ın hiçbir kitabının bulunmadığını fark ettim.

Ferhan Şensoy beğendiğim birisi. Tarzını esprilerini, öykülerini, oyunlarını, zekâsını çok severim. Özellikle Kalemimin Sapını Gülle Donattım isimli kendi öyküsünü anlattığı anı kitabını yere göğe sığdıramam. Bu kitabın sonu, Kanada’dan Türkiye’ye geri dönüşüyle ve anılarının devamını da en kısa sürede yazacağına söz vermesiyle biter. O gün bugündür üzerinden kaç sene geçti bilmem bu kitabın devamını bekler dururum.

Dün gece rüyamda annemle birlikte Ferhan Şensoy’un yeni oyununa gittik. Orta Oyuncular Beyoğlu’ndaki Ses Tiyatrosu’ndan taşınmışlar. Yeni yerleri Harbiye’deki Kenter Tiyatrosu. Ancak tiyatronun içi ve girişi eskiden var olan ve şimdi yerinde yeller esen Konak Sinemasının içi. Sahne arkası dehlizleri Tepebaşı’ndaki yanan eski tiyatronun, sahnesiyse Bir Yaz Gecesi rüyasının modern temsilini izlediğim yuvarlak sahne. Oturma düzeni Beyoğlu’ndaki Küçük Sahne. Ama Ses Tiyatro’sundaki gibi yanda localar var. Annemle ben de o localardan birindeyiz. Annem öndeki iskemlede, ben de arkada divan gibi bir şey var, işte onun üzerine yan yatmışım. Kolumu üçgen yaparak elimi başıma dayamışım, önümde çekirdeksiz üzüm tabağı oyunun başlamasını bekliyorum. Pek fazla seyirci yok. Tek tük. Oyun başlayacak. Sahne kenarına yığılı duran açılmış kırmızı kadife perdenin içinden, hani sahne yuvarlaktı demeyin rüya bu, Ferhan Şensoy çıkarak yanımıza geliyor. Annemle bir iki konuştuktan sonra bana doğru yaklaşıyor. Ben de ona neden anı kitabının devamını yazmadığını, senelerdir hevesle beklediğimi geveleyip duruyorum. Tamam diyor, ilk fırsatta yazacağım söz.

Sonra uyandım. İçimde kalanları en nihayetinde söyleyip yükünden kurtulmuş olmanın getirdiği dinginlik içinde ezelden beri sevmediğim pazar gününe artık başlayabilirim. Hem belki de Şensoy telepati yoluyla beni duymuştur ve rüyamda vermiş olduğu sözü en kısa zamanda tutar.

Bunu derecelendir:

>Kunegond’a Google’dan Kimler Erişiyor?

05 Cumartesi Ara 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

>Zaman zaman bu blog’a kimlerin ulaştığını merak ediyorum. Hani tesadüfen google’da yapılan araştırmalar sonucu yolu düşenler kimler diye… Çok detaylı istatistik sitelerine üye değilim. Ama bazen arama kelimeleri dikkatimi çekiyor. Genelde ziyaretçi sayısı kendi ritmine göre artarak düz çizgide gidiyor. Ama bazen bazı kelimelerin aşırı pik yaptığını görüyorum. Tabii çok komik ve absürd olanlara da rastlıyorum ve gülüyorum. Malesef onları kaydetmedim. Silinip gitmişler.

Son ve hatırladığım kadarıyla tüm zamanlardaki istatistiklere göre:

1- Aykut Oğut ya da Evrendem Torpilim Var. Blog’unuzun tıklanma istatistiklerini arttırmak için mükemmel bir yöntem. Başka hiç bir şey yazmaya gerek yok. Bir sayfa boyunca 200 kere Aykut Ogut Evrenden Torpilim Var yazsanız yeter. Bu arada kitabın hakkını yemeyelim. Ben okunmaya değer buldum. Zaten bu kadar çok arandığına göre eğer hala alıp okumadıysanız biran evvel kendisiyle tanışmakta fayda var. Bakış açınızı değiştirebilir. Ben zaten aynı bakış açısındayım diyorsanız bile yine de okuyun bu seferde çok eğleneceksiniz derim.

2- Murat Gülsoy ya da Yaratıcı Yazarlık. Murat Gülsoy’un kitapları ya da BUMED’deki Yaratıcı Yazarlık kursu ve atölyesi sıklıkla arama kelimelerinde yer alıyor. Bu blogda da kitapları ve kurs hakkındaki kişisel yorumlarımı zaman zaman paylaşıyorum. Kendisi, yaratıcı yazarlık kursu ve kitaplarıyla, geçen sonbaharda bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine tanıştım. Beni yazıya yönlendiren ve dolayısıyla kendi kendime iç mutluluğumu bulmamı sağlayan bir bütün olması nedeniyle hem bana tavsiye eden arkadaşıma hem de yazarın kendisine biz okuyucularla paylaştıkları için minnettarım.

3- Bienal ya da Antrepo No:3. Bu seneki İstanbul Bienal’i hakkında 3 tane yazım var. Ancak o kadar sık arama varki internette keşke geri kalan izlenimlerimi de yazarak ve fotograflayarak paylaşsaymışım diyorum. Belki de önümüzdeki haftalarda yaparım. Ayrıca Bienal’e katılan bazı sanatçıların isimleri de sık sık aranan kelimeler arasında. Bir daha belirteyim gerçekten güzel bir etkinlikti. Daha fazla vakit ayırmadığım için biraz hüzünlüyüm.

4- Pinata yapımı. Bu kayıt blog’un ilk günlerine denk gelen bir gönderi olmasına rağmen tüm zamanların en çok tıklanan yazısı. Bana sorarsanız pinata eğlencesi çoluk çocuk varsa doğum günleri için hazırlanabilecek en kolay ve en makbule geçen bir etkinlik. Şimdiye kadar hiç duymadıysanız tam sırası. Ya da piyasada satılanlarına içiniz giderek para veriyorsanız evde kendinizin çok daha güzelini çok daha ucuza ve keyifle yapabileceğinizi öğrenmenin zamanı.

5- Anket defteri soruları. Bu gönderi de bir hayli eski olmasına rağmen sıklıkla tıklananlar arasında. Anket cevaplamanın, anket cevaplarını okumanın, anket defteri yazdırmanın benim kalbimde çok ayrı bir yeri vardır. Hatta bu defterin bir benzerini bu blogda da yakında yapmayı düşünüyorum. Tembellikten sıyrılıp uygulamaya koyabilirsem…

6- Kırmızı Otobüs ile İstanbul Turu. Özellikle de yaz ve bahar günleri için mükemmel. Hiç yapmadıysanız tavsiye ederim.

7- İçinde Tayland kelimesi geçen her türlü cümle parçası. Yorum yapmıyorum ama bu yazıya düşenlerin oldukça hayal kırıklığına uğradığını tahmin edebilirsiniz.

Bu yedi gönderi dışında en çok bir de kitap özeti aramaları var ki ardındaki kişilerin okuma tembelliğine yakalanmış hazırlopçular olduğundan şüpheye düşerek çok üzülüyorum.

Bunu derecelendir:

← Older posts

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • İz Peşinde
  • Kahveyi bıraktım, başıma gelenler
  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri

Çok Okunasılar

  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • Yer Altında Dünya Var - Refik Halit Karay
  • Roman Adı Nereden Gelir?
  • Tesadüflere İnanıyor ve Bekliyorum
  • Dışa Yolculuk - Virginia Woolf
  • >Sabah Sabah Yapılan Bilinç Akışına Örnekler

Let’s Tweet Again

  • @KaanSekbann Botoks vs gibi sozde genclestiricilere bulasmamak 1 week ago
  • RT @sisternon: Amerikalı bir eski asker, savaş ekonomisi nedir ve bununla nasıl mücadele edilir tane tane anlatmış. Keşke biri Türkçe altya… 1 week ago
  • Portrait with Golden Mask, 2019, Marina Abramoviç, The Ckeaner Sergisinden @ Museum of Contemporary Art, Belgrade instagram.com/p/B4vQI6YACDz/… 3 weeks ago
  • Aaa-Aaa, 1978 Marina Abramovic ile Ulay birbirlerini aaaa’larken, 15 dk. @ Museum of Contemporary Art, Belgrade instagram.com/p/B4r2OhPA8GP/… 3 weeks ago
  • Yedinci gün, yedinci kitap. Teşekkürler sevgiferidunoglu 😘 @ Göztepe, Istanbul, Turkey instagram.com/p/B4es0ljAGBs/… 1 month ago

Diğer 848 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? can sıkıntısı Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz iç sıkıntısı Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 848 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Haziran 2019 (1)
  • Nisan 2019 (1)
  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 322.991 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazı beslemesi
  • Yorum beslemesi
  • WordPress.com

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası