>

Geçen haftalarda Saça Kalem Takmak -1 başlıklı bir yazıyla saçlarımdan ne kadar dertli olduğumu birazcık çıtlatmıştım. Yazının sonunda da dediğim gibi asıl amacım saçla ve kuaförle ilgili başka bir konuya değinmekti. Malesef daha konuya giriş bile yapamadan boya maceralarımı anlattım durdum. Merak edenler için o gün ben yazının gidişi itibariyle de anlaşılacağı gibi ilk girdiğim kuaförde kalmadım. Majirel’e brokoli özü kattıklarını öğrendikten sonra bir güzel fırladım oturduğum yerden, kapıya yöneldim. İçimden çık git Kunegond kurtul bu yerden şeklinde bir düşünce geçmekle beraber, bir yandan da hep böyle yapıyorsun Kunegond bir türlü bir kuaför beğenemedin, buradan da çıkıp gidersen bugün bu boya işini yaptıramayacaksın, iyi düşün diyor. Karasızlık içinde sendelerken, tereciye tere sorulmaz ama benim sorasım geldi.

Sen şimdi dedim, benim istediğim boyayı harfi harfine uygulayacak başka bir kuaför de tanımıyorsundur değil mi? Bir yandan da utancımdan yerin dibine geçeceğim. Adamdan beklediğim cevap. Vallahi bilemem kardeşim nereye istersen oraya git. Ya da yıkıl karşımdan, yok ol dükkanımdan yoksa elimden bir kaza çıkacak falan gibi bir şeyler.

Şu ana caddede Carrefour’un yanındaki apartmanın ikinci katında … kuaför var ya, işte o %100 L’Oréalci’dir. Sen bir ona git bak demez mi? Artık ben bu deliyle başa çıkamam diye mi düşündü, ne geçti aklından bilemem ama benim gözlerim yaşlarla doldu. Adamın elini eteğini öpesim geldi. Yüzümde bir gülümseme çıktım dükkandan. Koşarak caddeye vardım. Kuaförü buldum. Tam kapıdan içeri gireceğim yine bir şüphe düştü içime. Şimdi bu bunu %100 L’Oréal’ci biliyor ama bunun ekonomik krizi var, neyi var. Acaba bu adamın bilgileri ne kadar güncel. Bakalım beni gönderdiği kuaför hala aynı ürünleri kullanıyor mu? derken baktım güneş iyice tepeye doğru yükselmiş ben daha hala kendime bir yer bulup saç boyama operasyonunu başlatamamışım bile. Tüm kötü düşünceleri ve şüphelerimi beynimden silip diyecektim ama ne mümkün bir müddet uzaklaştırıp yine de bir şansımı denemek üzere salondan içeri adımımı attım.

Geri kalanı kısa kesiyorum. İstediğim boyanın bir gömlek üstününü buldum. Yeni ürün INOA. Sloganları da şu: Eskiden boya vardı şimdi INOA var. Hem de pazarlaması ve satışı itibariyle çok profesyonel. Karışım müşteri önünde hazırlanıyor. Ayrıca boya tüpleri aynı bir ressamın yağlı boya tüplerine benziyor. İstenilen rengi tutturmak için, artık tabii işlemi yapanın renk bilgisi ve maharetine kalmış, bir kaç tüp boyayı palet misali boya kabında karıştırarak elde ediyor, kuaför. Boyanın en önemli özelliği de amonyaksız olması. Kokusunun hiç ama hiç olmaması. Hani amonyak kokusunu bastırma babında çilek, vişne, şeftali gibi sempatik ve organik olma kaygısıyla iç bayıltıcı baskın kokuları da yok. Tamamıyla kokusuz. Kaşıntı, yanma, batma gibi ufak tefek de olsa huylandırıcı yan etkileri yok. Hem de sonuç olarak rölyefli, yansımalı çok güzel bir renk çıktı ortaya. Klasik saç boyalarının bir kötülüğü her bir saç telini aynı renk yaparak saçın doğal rölyefini kapadığından çift kat yağlı boya sürmüşsün gibi olur. İlk gün eve gidersin, o gün fön çekilmiştir, sprey sıkılmıştır falan farketmezsin öyle güzel parlar ki, ama ertesi gün yıkadığında aynada bakarsın bakarsın bir türlü anlayamazsın ne olduğunu.Yüzünde bir solgunluk baş gösterir. Makyaj yaparsın, eh bir derece düzelir ama o da tatmin etmez. En sonunda anlarsın aralara bir kaç ışıltı atmak lazım. Hadi bakalım yeniden kuaförün yolunu tutarsın, ya geçen gün şu yandaki koltukta oturan kıza yaptığın röfleler vardı ya, benimkilere olmaz mı? Pek güzel parladıydı onunkiler.

Bu aralar bana ne oldu anlayamıyorum. Daldan dala atlayıp gidiyorum. Kıssadan hisse bu seferki boyadan memnun kaldım. Ancak, bayram tatili araya girdi. Denizdi, havuzdu derken iyileşmeye yüz tutmuş saçlarım yine oldu mu pırasa püskülü. Hatta pırasa püskülü yanında solda sıfır kalır, şimdilerde şu yukarıdaki fotografta görülen palmiye sapları gibiler. Rengi bile birebir aynı. Eh, ne de olsa boyalı saçı olanlar bilir. Havuzun klorlu suyuna giren saçlar ne renk olur? YEŞİL. Benimkiler de şu an gayetle yeşiller.

Kuaför meselesine dalmam aslında Orhan Pamuk’un son kitabı Manzaradan Parçalar’ı elime almamla birlikte oldu. Pamuk zamanın berberlerinden bahsetmiş kitabında. Aklıma benim de berberlerle olan ilişkim geldi. Tabii bu ilişkiler ta en başından, yani çocukluğumdan kötü temeller üzerine atılmış. Yapı itibariyle ince saçlarım var ama tek hayalim rapunzel saçlarına sahip olmak. Annemin de şöyle bir saplantısı var, çocukken saçlar ne kadar kısa kesilirse o kadar güçlü olur. Hani cesaret etse oğlan çocukları gibi sıfıra kazıtacak üst üste bir kaç kere. Tamam anladım, hadi bir kere iki kere kestireyim ama sürekli kısa kesilir ve uzamalarına izin verilmezse ben saçlarımın güçlenip güçlenmediğini nasıl anlarım ki? Dolayısıyla her berbere gidişimiz bir facia olarak beynime kazınmış. Annem hadi kalk kuaföre gidiyoruz der demez, ben başlarım söylenmeye. Gitmem, çok kesiyor. Yok kesmeyecek bu sefer, ben konuştum. Hep öyle diyorsun ama yine koyun gibi kırpılmış çıkıyorum. Annem yemin billah eder bu sefer ben karışacağım söz kestirmeyeceğim diye. El mahkum ikna olur giderim. Otururum koltuğa, annem bana söz verdiği gibi kuaföre aman ha sadece kırıkları alınacak bir santimden fazla kısalmayacak der. Yüzümde bir gülümseme içim rahatlar, kendimi bırakırım. Adam makası alır gelir, ben kendimden geçmiş vaziyette, ne de olsa kuaföre gitmek, saçlarını yaptırmak güzel bir şey, üstelik annem gözümün önünde söylemiş derdimi saçlarım kısalmayacak,  uzatıyorum ben onları, anladın mı kuaför beyefendi. Fakat malesef kuaför anlamamış olur ve ilk makas darbesini öyle bir yerden vurur ki, ya saçlarımın hepsini o boyda düzelttirmek zorunda kalırım ağlayarak, ya da aylarca kibritçi kız edasıyla dolaşırım. Seç beğen hangisini istersen?

Hem sonra bir türlü bu kuaförlerin annemin sözünden çıkmasına da akıl sır erdiremem. İçimden nedir bu böyle ya derim, kendi kafasının dikine gidiyor, nasıl olur da annemin sözünü dinlemez? O yaşımda nasıl yani olur kalırım.  Tabii çok sonraları annemin kaşla göz arasında ben görmeden adama kes kes diye işaret ettiğini öğrendim. Buna rağmen kuaförler gözümde yine de aklanmadılar ve daima kesmeye meraklı sabıkalı kişiler olarak kalmaya mahkumdurlar. Fakat bir de şu var ki. Onlarsız bir hayatın kolayca geçebileceğini de hiç düşünemiyorum.

Saçıma kalem takma meselesine gelinceyse, bu hayalimi ancak üniversiteye gittiğim ve artık kendi hayatımı bir parça da olsa kendi ellerimin altına alabildiğim zamanlarda gerçekleştirebildim (Kısa saça kalem takılmaz, takılamaz ya ondan). İşte o günden beri saçıma kalem takmaya bayılırım. Hani neden tığ, şiş, çatal, bıçak gibi şeyler değil derseniz, okumuş olduğumu ve o diplomayı ite kaka da olsa bir şekilde almış olduğumu başka nasıl belli edeceğim ki…