• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Monthly Archives: Temmuz 2011

Az – Hakan Günday

31 Pazar Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 9 Yorum

Etiketler

Az, Büyümek Nedir? Nasıl büyünür?, Hakan Günday

Ben bu kitabı daha ilk satırlarından itibaren çok sevdim. 4 Ağustos perşembe günü İstanbul Modern ve Sabit Fikir işbirliği ile düzenlenen “Sözünü Sakınmadan” etkinliğine arkadaşım yer ayırtmasaydı okuyacağım yoktu. Gel de o arkadaşı ve tesadüfleri sevme.

İnsan doğar. On-on beş yıl sonra dünyanın nasıl bir tezgah olduğunu ve doğumla ölüm arasına nasıl hapsedildiğini fark eder. Bu aslında bir histir, bilgi değil. Ve ilk tepkisini verir. Avazı çıktığı kadar bağırarak. Bu çığlık, bir kalabalığın içinde cüzdanını çaldırdığını fark eden kişinin çaresiz haykırışına benzer. Önce, aşağılayan ve umursamaz bakışlar atan kalabalık, sonra da aşırı gürültüye dayanamayıp, içlerinden birini bağırıp çağıranla konuşmaya gönderir. O da gidip “Biz de çaldırdık cüzdanı ne var? Senin gibi kıçımızı yırtıyor muyuz?” der. Böylesi bilimsel bir müdahele için, genelde diplomalı olanlar tercih edilir. Kalabalığın kayıtsızlığı karşısında yavaş yavaş sesi kesilen yaygaracı, gerçeği kabullenir ve çevresindeki boşluğu insanlarla doldurur. Buna, büyüme denir.

Bunu derecelendir:

Aramak için Önce Kaybetmek Lazım

26 Salı Tem 2011

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 9 Yorum

Etiketler

güzel günler, girnedeyken, hatıralar, kayıp zaman, koku üzerine

Bir kaç ay önce küveti temizlemek üzere banyoya girdim. Musluğun altındaki dolaptan temizleyiciyi aldım. Kiki büyüdüğünden beri bu türden tehlike arz edebilecek malzemeleri erişilemeyecek yerlere kaldırmıyoruz. Tavana yakın duvara çakılı o raflarda şimdi başka şeyler var. Belki de raflar hiç yok. Hatırlayamadım şimdi. Ürünü iyice püskürttükten sonra eğilip temizleye başlamadan kendimi Kıbrıs’ta buluverdim. Girne’de 3 kız birlikte kaldığımız banyosunu bile hatırlayamadığım, arkada mutfaktan çıkılan küçük bir bahçesi olan iki katlı yapışık düzen villa tipi evdeydim.

Hatta o gün elektrikler kesilmiş; Kıbrıs’ta kaldığım süre zarfında sık sık başımıza gelirdi, kanıksamıştık artık, güler geçerdik, adadaki tarafların arasında oluşan ilk kıvılcımın yansıması olarak bizim taraf karşı tarafın suyunu keser, karşı taraf da bizim tarafı elektriksiz bırakırdı, geçici uzlaşma sağlanana kadar. Neyse işte yine öyle bir gece dışarı çıkmak üzere hazırlanıyoruz göz gözü görmez karanlıkta kaldık. Ne mum var, ne de bir fener. Kimse sigara içmiyor, yani kibrit, çakmak cinsinden alevi olan şeyler de yok. Şimdi olsa aklıma ocak gelir ama o zamanlar mutfağa sadece bahçeye çıkmak için bir de dolaptan içecek bir şeyler almak için girdiğimizden pişirme ünitelerinin nasıl olduğunun farkında bile değilim. Belki de elektirikli cinstendi. O zamanlar cep telefonu da yok ki hemen fener uygulamasını indirelim. Evde bilgisayar bile yok. O güne kadar gördüğüm tek bilgisayar okulda algoritma derslerinin pratiğini yapmak için Fortran Four ile kartları delerek program yazdığımız ve programın çalışıp çalışmayacağını öğrenmek için kartlarımızı gerekli birime götürdüğümüzde banko arkasında bizden teslim alan görevlinin sağından ve solundan gözlerimizi aşırarak merakla baktığımız camlı kapıların ardındaki devasa ışıklı dik dörtgen makineler.

Neyse karanlıkta el yordamıyla giyindik, hazırlandık ve çıktık. O gece izinliyiz bir yerlerde yemek yiyeceğiz ve sonra da kumarhanelerden birine gidip şansımızı deneyeceğiz. Nasıl ama program? Zaten Girne’de o zamanlar, şimdi nasıldır bilemem, yapılacak başka hiç bir şey yok. Her izin günümüzde aynı şeyi yapıyoruz. Kumarhaneden çıkıştaysa soluğu Dome Otelin diskosunda alıyoruz. Sonra sabaha karşı eve dönüp yatıyoruz. Zaten herkesle içli dışlı olmuşuz. Büyük bir üniversite kampüsünde ya da bir gençlik kampında yaşar gibiyiz. Çoğunluk, evlerin kapısını bırakın kilitlemek kapatmıyor bile. Ve Girne’de her yere yürüyerek gidilebiliyor. Ne büyük mutluluk değil mi?

Biz de güle oynaya karanlık sokaklardan aşağı deniz kıyısına doğru iniyoruz. Belki de Viraj Cafe’ye gideceğiz ya da limana ineceğiz. Hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim sokakların da zifiri karanlık olduğu. Ay ışığı bile olmadığına göre hava kapanık olmalı. Lafın kısası ilk ışık ve insan içine çıktığımızda bir de baktık ki, inanılmaz rüküş giyinmişiz. Ayrıca çoraplar ve ayakkabılar farklı teklerden seçilmiş. Nasıl olur demeyin, o zamanlar tek çeşit ayakkabıların farklı renkleri var. O da converse işte… Birbirinin aynı. Şimdilerdeki gibi farklı tasarımları da yok. Çoraplar desen keza. Kendimize gülmekten karnımıza ağrılar girdi.

Diyeceğim şu ki kokular ve hatıralar birbirleriyle yakından alakalı. Takip ettiğim bloglardan birinde kokuyla ilgili kurmaca bir metin vardı. Keşke bir kokuyu şişeye doldurup saklayabilsem demiş. Okuyunca aklıma küvet temizlerken yaptığım bu kısa Kıbrıs yolculuğu geldi. Fakat aksine, kokuları ne kadar mutlu anları çağrıştıracak olurlarsa olsun bir şişeye doldurup saklayabilmek istemezdim. Beklenmedik zamanlarda beklenmedik yolculuklara çıkmayı yeğlerim. Şu geçenki Kıbrıs gezisi gibi.

Bu sabah kahveyi yaparken kokusunun çağrıştırdıkları üzerine bir şeyler yazmak istemiştim. Kokladım, kokladım aklıma hiç bir şey gelmedi. Belleğimin kahve çekmecesi bomboş. Önce şaşırdım. Sonra da normal buldum. Kahve hayatımdan hiç  eksilmedi ki! Hala sahip olduğun bir şeyin bellekte anısı olur mu ki? Hatırlamanın esası önce kaybetmekten geçer.  Marcel Proust da kaybolan zamanı aramaya o çok sevdiği annesinin ölümünden sonra başlamamış mı?

Bunu derecelendir:

Kimler ve Ne?

25 Pazartesi Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

çaresizlik ama hangisi?, insan neden sever ki?, kimi sevmeli?

Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz’i okuduktan sonra içime bir kurt düştü. Şu tamlayan zamir “bizim”in içerdikleri kimlerdi? Ve gerçekte neydi bu çaresizlik?

  1. Ricasını kıramayacakları eski arkadaşın üvey kız kardeşi Nihal’i, 2 sene boyunca evlerinde misafir etme işine hayır diyemedikleri için Ender ve Çetin’in seneler sonra aynı evde birlikte yaşamalarıyla kurmuş oldukları o cennetsi ortamın bozulması karşısındaki çaresizlikleri mi?
  2. Bir müddet sonra aralarında büyük yaş farkı olmasına rağmen her ikisinin de Nihal’e aşık olmasıyla yaşanan bireysel çaresizlikler mi? Emanete hıyanet ve sübyancılıktan…
  3. Zamanı geri alamayacak olmanın, erken dünyaya gelmişliğin verdiği çaresizlik mi?
  4. Ender ve Çetin’in belki de birbirlerini  doya doya, ulu orta, hissettikleri gibi sevememelerinin karşısında duydukları çaresizlik mi?
  5. Toplum kurallarına uygun olarak cinsel dürtülerin bastırılması sonucu bir çaresizlik mi?
  6. Önce mutluluğu tadıp sonra ellerinden kaçıp gitmesine seyirci kalmanın çaresizliği mi?
  7. Yaşanmışlıkları değiştirememenin çaresizliği mi?
  8. Dolap içindeki gizli yaşamların gizli çaresizlikleri mi?
  9. Erkeğin kadına ve kadının da erkeğe mahkûm oluşunun karşısındaki genel bir çaresizlik mi?
  10. Yaşlanıyor ve hızla sona yaklaşıyor olmanın karşısında duyulan bir çaresizlik mi?
  11. Sevginin ve/veya kıskançlığın büyüklüğü karşısında yaşanan çaresizlik mi?
  12. Zamanı donduramamanın çaresizliği mi?
  13. Zavallılıkların çaresizliği mi?
  14. Hayatın akışı karşısındaki çaresizlik mi?
  15. Şu “bizim” zamirinin altında yatanlar Ender ve Çetin değil de biz hepimiz miyiz?
  16. Hiçbir şey göründüğü gibi değil mi?
  17. Yukarıdakilerin hepsi.
  18. Yoksa olay sadece Ender’in Çetin’i kıskanmasından mı ibaret?  O halde, yukarıdakilerin hiç biri.

Sonuçta yaşam, yanlış anlaşılmaların bibirine eklenmiş hali değil mi?

Laf aramızda Ender’e kıl olduğum çok belli oldu mu? Tam mesleğinin adamı. Çevirmen parçası yani. Bir de ukala. Bilmiş tavırları. Ayna mı tuttu nedir?

Alıntı yapmadan duramayacağım:

Mezarlığı aşkın öteduyumsal kuruntularına mekân olarak seçen bir tek senle ben varızdır herhalde. Sevgilim, şu şu ada şu şu parseldeyim seni düşünüyorum, delice özlüyorum… Hissedebiliyor musun?

Bunu derecelendir:

Özgürlüğün İkinci Günü

24 Pazar Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

amy wine house, çok yazık, ben-sen-o, biz-siz-onlar, marilyn monroe, suç varmı?, suçlu var mı?

3 günün kaldı.

Mutfak, salon, odalar, bütün ev berbat durumda!

24 saatin var.

Bugün ne yiyeceğiz?

Sabaha bitmiş olmalı.

Giyecek temiz bir şey kalmamış!

Bir kaç aydır sürekli bu seslerle yaşarken dün sabah birden bire özgürleşmenin verdiği hazla ne yapacağımı şaşırdım. Önce elimdeki kitabı bitireyim dedim. Beş dakika sonra arkadaşıma telefon açtım, geliyorum seni çok özledim. Ama önce şöyle serin serin bir banyo doldurup, rahatlayayım. Yok yok ondan da önce uzun zamandır salladığım günlük defetrime bir şeyler yazayım. Bloğu da bir güncelleyeyim. Fotoğraflar, diziler, filmler ne kadar da karışmış, şunların hepsine ayrı bir folder açmalı. En iyisi roman için okunacak kitap listesini hazırlamak. Göz önünde olurlarsa unutmam. Yoksa Solgun Ateş’i mi aradan çıkarsam. Aradan çıkarmak deyince asıl bu çarşamba 5 hafta 5 romanın son kitabı Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’sine bir el atayım. Gerçi onu bir günde hallederim. Kaç defa okudum. Bu seferki sadece bir hatırlatma… Akşama yemek yapsam fena olmaz, haftalardır ne bulduysak onu yedik. Aa akşama misafir vardı. Neyse yabancı değiller. Geç başlasam bir şey fark etmez, geç yeriz Of ya… önce bir film seyredeyim de rahatlayayım. İşlere sonra bakarım. Hay aksi arkadaşa gidemeyecek miyim? Yok yok, yarım saatliğine bile olsa görmek istiyorum. Önceliğim öykülerimi toparlayıp bir araya getirmek değil miydi? Hani kendime ağustos dead-line koymuştum? Sevdiğim bloglara da hiç vakit ayıramadım son zamanlarda. Kunegond’un Penceresinden tasarımıyla beni umutsuzluğa sürüklüyor. En iyisi temayı değiştirmekle işe başlamak… derken bir baktım neredeyse akşam olmuş. Arkadaşım aradı neredesin? Gek gük… Hava çok sıcak. Gerçi yalan değil. Bu sıcaklarda evden dışarı çıkmaya korkuyorum. Yoksa burnumun dibi sahil. Ara sıra bakkala çakkala giderken mayo ve havluyla aşağı kumsala doğru inenleri ya da dönenleri görmüyor değilim.

Her neyse özgür olmak çok zor geldi. Herşeylere el attım ve hepsini yarım bıraktım. Blog tasarımını değiştirdim ama. Bir de dışlamcıl sert ağırşak (external hard disc) birazcık bile olsa daha düzenli oldu. En azından temel kategorilere ayrıldı. Bıçakçı’nın kitabı bitti. Okuma listesi yapıldı. Akşama  kolayından biri kıymalı biri ıspanaklı beyaz peynirli 2 tepsi börek derlendi. Yanına koka kola ve bira alındı. Parantez içinde börek bizde neredeyse senede bir yenir. Daha çok pizzacıyız.

Özgürlüğümün ikinci gününü dünden deneyimli olarak biraz daha verimli geçirmek niyetiyle yine sabah 7’de kalktım. Kahve, koltuk, kitap ve kucakta kedi seansından sonra iş başındayım. Pazar günü çalışılır mı? Sevdiğin ve beklediğin işlerse çalışılır, neden olmasın? Bir ara yürüyüşe çıkacağım. Evdeki dizlikleri, bilekleri bulsam da taksam. Ne olmaz ne olmaz. Bunca zaman sonra yürümeyi unutmuş olmaktan korkuyorum. Tökezler düşersem şimdi bir yerlerimi kırmayayım.

Amy Winehouse’a çok üzüldüm. Bende ikinci bir Marilyn Monroe etkisi yaptı. Bir yandan bu türden ölümlerin engelenebilir olduğunu, ve bunu yapamadığımız için toplumun diğer kalan genelince zayıf, hasta ve sakat olduğumuzu düşünüyorum. Bir yandan da bir şeylere bağımlılığı seçen ya da seçtirilen o pis ruh halini anlıyor ve kendimi yerine koymaya çalışıyorum. O zaman işte engellenmek isteyip istemediklerinden emin olamıyorum. Sanki rahat bırakın beni, bildiğim gibi gideyim istemeden getirildiğim ve mahkum edildiğim bu dünyadan fısıltılarını duyar gibi oluyorum. Herşey kısır bir döngü. Ara sıra böyle olaylarla duraklayan sonra eskisinden de hızlı, hiç bir şey olmamışcasına kendi üzerine kapanıp döngüsüne devam eden bir kısırlık.

İç dünya bir sır ve sır olmaya da devam edecek. Benzer iç dünyaların olmasına rağmen her birinin parmak izi gibi eşsiz olduğunu biliyorum. İşte bu bağlamda toplumsal yargıların misyon ve vizyonu düşmeli artık.

Bunu derecelendir:

Özgürlük Güzel Şey

23 Cumartesi Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük, kitaplar üzerine

≈ 2 Yorum

Etiketler

balina, Bizim Büyük Çaresizliğimiz, meselem nedir?, rüya görmeden olmaz

Şu anda tüm profesyonel yükümlülüklerimi yerine getirmiş olmanın gönül ferahlığıyla yazıyorum. Kişisel yükümlülükler nedense hayatımda daha az öneme sahipler. Etkilerinin daha derinden yaralamasına rağmen. Apse gibiler. Ancak kemale erdiklerinde cilt yüzeyinde bir kızarıklığa sebep olurlar. Bazen de baş göstermeden senelerce nadasa yatarlar.

Kısacası bugün, günümü, ben kendim, keyfimce yaşayacağım. Bilgisayar başında kalmayı pek düşünmüyorum. Sabahtan yine iyi bir plan yaptım. Dün akşam Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı kitabına başlamıştım. Zaten yarıladım. Çabuk okunan bir roman. Bazı yerler muhteşem. 62’inci sayfanın son paragrafında azınlık teorisi üzerine yazdıklarına bayıldım. Alıntı vs yapmayacağım, zaten az ve öz ki, okumalı derim. Gerçi asıl söyleyeceğim Bıçakçı uzun zamandır bir kenara koymuş olduğum bana ait roman projemi gündeme getirmemi sağladı. Aslında filizlerini Woolf’un Dışa Yolculuk başlattı. Teknik konulardaki düşüncelerimin daha net bir şekilde kafamda oturmasını sağladı. Adeta görselleştirdi. Bıçakçı’nın yardımı ise kendi meselemi bulmama aracı olmaktı.

Geriye kalan yine de çok iş var. Okuma listesine bir göz attım. Güncelledim. Bu arada diğer 101 kitap listesinde çok fazla ilerleyemediğimin farkındayım. Sonuçta o da bir kişisel yükümlülük. Bu arada Woolf filizlendirdi derken bir şeylerin tohum atmış olması gerekir. İşte o tohumu da 5 hafta 5 romanda buldum sanırım. Özellikle de Yusuf Atılgan ve Bilge Karasu’nun çok faydası dokundu. Tabii bu arada farklı bakış açılarını fark etmemi sağlayanın parmağını da unutmamak lazım.

Bu sene sıcaklardan çok bunalıyor ve arka odadan dışarı çıkmak istemiyorum. Eski fotoğrafları karıştırırken Poyrazköy’e gittiğimiz o sisli, puslu günün karelerini buldum. Güneşli günlerden bıktım. Sisi pusu, kışı özleyenler için… Benim hasretimi birazcık olsun giderdi. Böyle günlerin de var olduğu ve çok yakında kavuşacağım  umudunu yeniledim.

Bu arada aklıma geldi sabaha karşı rüyamda balina avladım. Dahası avlamadım da yerini tespit ettim. Hem korkarak hem cesurca atılarak. Manzara çok komikti aslında. Bol adalı bir yerdeyiz. Kıyıdan binlerce kişi ayağımızda paletler start bekledik. Verilince de atıldık derin denize. Tepeden bakılsa hızlı çekilmiş küflenme filmleri vardır ya, işte aynı onlar gibiydik. Yavaş yavaş yayılarak ilerleyen dev balina arayıcıları. Okyanusun istilasındayız. Yalnız balinayı bulunca ne yapacağız bilmiyorum. Pek söylenmedi. Gerçi kıyıda bir sürü balık lokantası vardı ama… Birimiz olsun, hiç mi şüphelenmedik? Yoksa anlamazlığa mı yattık?

Bunu derecelendir:

Cep Telefonu Deyip de Geçmeyin

22 Cuma Tem 2011

Posted by Qunegond in fotograflarım, Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Lemeleme

Cep telefonu artı Leme Leme uygulaması. Ve işte sonuçlar.

Bunu derecelendir:

Dışa Yolculuk – Virginia Woolf

22 Cuma Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük, kitaplar üzerine, okuduklarım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

Dışa Yolculuk, kadınlar oy verecek de ne olacak?, Virginia Woolf

Uzun zamandır elimde sürünen bu kitabı en sonunda dün akşam üstüne doğru bitirdim. Çok beğenilen bir kitabı içinde sürünmek fiili geçen bir ilk cümle ile başlamanın akıllarda olumsuz bir imaj bırakabileceği kaygısını taşımakla ve her hangi bir kişi ya da nesneyle karşılaşma anında ilk saniyelerin biz sıradan insanların yargı filtrelerindeki önemini bilmekle birlikte samimiyet adına böyle bir giriş yapmaktan kendimi alamadım.

İşlerimin son zamanlardaki yoğunluğu, sadece çeviri anlamında söylemiyorum hani şu beklemeyi reddederek muhakkak yapılması gereken, ertelerseniz size yol su ve elektrik olarak mutlak bir şekilde geri dönecek, hayatın bütünsel anlamı düşünüldüğündeyse bir toz zerresi kadar bile önemi olmayan işlerin tamamından bahsediyorum.

Dışa Yolculuk adı üstünde kesinlikle Dışa yapılan bir yolculuk. En birinci anlamıyla İngiltere’den Güney Amerika’ya gemiyle yapılan bir seyahat. Başlıca iki mekan var. Gemi ve sömürge Güney Amerika. İkinci olarak, ana karakter olduğunu kitabın ortalarına doğru anladığım içe kapanık genç kız Rachel’ın da dışa açılımı, eğitimi ve dolayısıyla kişisel seyahati söz konusu. Ancak kitap karakterleriyle, üslubuyla ve finaliyle tam bir dışa yolculuk. Aynı zamanda tüm kalıpların dışına çıkan da bir yolculuk, deneyim. Okuyucu için ve belki de yazar için de.  Woolf  ilk romanı için bundan iyi bir başlık seçemezdi. Tabii bütün bu dışa yolculukları belirgin kılan ve tam bir tezat oluşturarak hiç bir yere açılamayan bir toplumun alaycı anlatımı da söz konusu.

Daha fazla ileriye gitmeden belirteyim; kitabın çevirmeni Zeynep Mercan oldukça güzel bir iş çıkarmış. Öylesine rahat öylesine yabancılamadan okudum ki, Woolf eserini Türkçe yazmış kanısına kapıldım.

Wollf’un daha sonraki, hatırladığım ve okuduğum, kitaplarında ortaya çıkacak mekandan çok insan ilişkilerini ele alışı ya da karakterlerin gözünden mekanları anlatışı daha bu ilk kitaptan belirgin bir şekilde ortada. Güney Amerika’da 2 ana mekan var. Otel ve Rachel’ın ailesiyle kaldığı tepedeki ev. Mekanlar kişileriyle birlikte bir anlam ve karakter kazanıyorlar. Bazen mekanların içerisindeki odaların da anlamları farklı. Gerek gemide, gerekse diğer mekanlarda olsun bir birlikte oturum alanları var bir de yalnız başına kalınan kişisel mekanlar. Bu son mekanların bazen başkalarının mevcudiyetiyle bozulması da söz konusu. Okurken dikkat diyorum. Woolf’un kendine has o özel anlatısı kitabı mecburen yarıda kesip bir kenara koyduğum zamanlarda bile zihnimden çıkmadı.

Woolf’un klasik anlatımdan ayrılan ve bana ilk başta şaşırtıcı gelen tarzının bir sebebi de şu; bazı terimleri yerinde kullanmayı bilmiyor olabilirim ama söylemek istediğim, genellikle kahraman ilk başlardan sahneye çıkar ve inene kadar da odak noktası olarak kalmaya devam eder. Tanrı anlatıcı bile olsa genel kalıp bu şekildedir. İşte bu mutlak bir şekilde kırılmış.

Kitabın arka kapağında E.M.Forster’ın şöyle bir sözü var: Dışa Yolculuk, farklı bir yoldan olsa da tıpkı Uğultulu Tepeler gibi, iç bütünlüğünü koruyarak okuru yüksek duygulara taşıyan bir eser.

Başta ne demek istediğini anlamamıştım ama son sayfayı da çevirdikten sonra aynı fikirdeyim. Bir çok kahraman, kahramancık var kitapta. Çok sesli. Daha sonraları Woolf’un başlı başına bir karakterine dönüşecek Mrs Dalloway bile kocasıyla geçip gidiyor sayfalar arasında… Rolü hiç de öylesine yabana atılacak cinsten değil. Anlatmak istediğimi kelimelere dökemediğimi hissediyorum. Görünürde kopuk kopuk gibi duran kişiler, Helen’a odaklanarak başlayan ve sonra Rachel, Terence, Hirst ve daha bir çokları şeklinde devam eden kitap bir yandan Vodvil piyeslerini andırıyor. Şu anlamda; sahneye girip çıkan ve bir müddet sonra tamamıyla olmasa da bir kenara atılan bir çok kişi… Aslında şu cümle çok yerinde olur:

Dışa Yolculuk Helen ile başlayıp Hirst ile biten bir Rachel öyküsü.

Kitapta beğendiğim yerler o kadar çok ki hangi birini alıntılayayım. Toplumsal eleştiriler, din eleştirileri mükemmel. Woolf nasıl da ince ince alay etmiş tüm toplumla…

Hele kilisede bir pazar ayininde,  ders kitabının arasına konan Zagor misali, dua kitabı yerine milattan önce yaşamış Midilli kökenli ilk kadın şair Sappho’nun şiirlerinin okunması beni koparttı.

Edward Gibbon’ın referans kitabı Hristiyanlık ve Roma İmparatorluğunun Çöküş Tarihi’nden bolca bahsediliyor. Çok meraklandım ama bu 5 ciltlik eserin sadece 4. ve 5. cildi dilimize çevrilmiş. İlk üçünü İngilizce aslından okumak zorundayım ki bu da zorlayıcı olacak. Bir de 1700’lerin ingilizcesiyle yazıldığını düşünürsek…

Üst sınıflardan gelmenin kötü yanı, diye devam etti, insanın dostlarının hiçbir zaman demiryolu kazalarında ölmemesi.

[…]

İnsanlar kendilerini neden öldürürler? Aşağı tabakadakiler yaptıkları her hangi bir şeyi neden yaparlar ki? Kimse bilmez.

Woolf’un bu kitabı, İngiltere’de kadınlara oy hakkının verilmesi tartışmalarının sürdüğü anlarda yazmış olması biz okuyanlar için ayrı bir şans olmuş. Altını gülümseyerek çizdiğim analizlerinden son bir tanesi daha, diğerleri için lütfen kitabı okuyun, pişman olmayacaksınız:

Kadınların, iyi eğitim almış çok yetenekli kadınların bile, erkeklere duyduğu saygı, diye sürdürdü sözlerini. Atlar üzerinde sahip olduğumuz türden bir güce sizin üzerinizde de sahibiz galiba. Onlar bizi olduğumuzdan üç kat daha büyük görüyorlar, yoksa bize asla boyun eğmezlerdi. Tam da bu nedenden ötürü, oy hakkını kazandığınızda bile bir şeyler yapacağınızdan kuşkuluyum.

Bunu derecelendir:

Kitap Süper Marketi ve Bon Jovi Diyorum…

21 Perşembe Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük, kitaplar üzerine, Uncategorized

≈ 5 Yorum

Etiketler

Bon Jovi geldi geçti, kitap arkalarına ne yazılmalı, kitap marketleri olsa

İşlerimin büyük bir kısmı iptal oldu. Ya da ilerideki belirsiz bir tarihe ertelendi diyelim. Kesinlikle çok üzüldüm olmadı. Bu, bunaldığım zamanlarda gökten zembille inen bir kilo çilek. Yanında pudra şekeriyle birlikte. Çikolatasıysa başucumda bekleyen kitaplar olacak.

Bu sabah rüyamda kitap temsilcisiydim. İşim şuydu: Bu bizim büyük yayın evlerinden birinde çalışıyordum. Belki Can, belki İletişim, belki Ayrıntı… Bu aralar bu üçüne takmış durumdayım. İyi bir şey bu. Gün boyu şehir şehir, kitapçı kitapçı dolaşıyorum. Yayın evinin kitaplarının sergilenmesini sağlıyorum. Girişteki masanın üstüne konsunlar, bir kaç tanesi vitrinde yer alsın, vs… Hatta vitrin düzenlemesi yapıyorum.  Tanıtımlar düzenliyorum… Süper market raflarına ürün yerleştiren firmalar vardır ya, işte aynen onun gibi. Hafta sonlarında da tadımlık büfeler açıyorum. Aynen marketteki gibi. Yaklaşanlara kitabın bir kaç sayfasını yırtıp kürdana geçirerek veriyorum.

Bu rüyayı neden gördüğümü biliyorum tabii. Hiç bir şey boşuna değil. Dün 5 hafta 5 roman’da Bilge Karasu’nun Kılavuz’u vardı. Bir arkadaşla kitap evlerinin ortaya yaydığı mağaza içi vitrin kitaplarının kötülüğünden konuştuk. Bu arada Mephisto ve Crusoe’yi küme dışı tutuyorum. Onlardan yöne bir sıkıntım yok benim. Virgin’i ilk ziyaretimde kitap kısmını biraz zayıf bulmuştum. Sıcaklardan ve işten bir daha ayak basma kısmeti olmadı. Belki haftaya bir kaçamak yapıveririm. Belli olmaz. Alkım ve Kabalcı da fena değildir. İstiklal iyilerinden biriydi. Mazi oldu.

Aslında kitap süper marketleri olsa hiç fena fikir olmaz. Yerim olsa yapardım. Market mantığını hep sevmişimdir. Raf kiralarlar. Büyük bir hangar olduğunu düşünün. Alabildiğine raf. Ve bu raflar kiralık. Bazı raflar daha pahalı, bazı raflar daha ucuz. Yeni yayın evlerinin, yeni yazarların kitaplarını reddetmek yok. Hatta onlara özel bazı promosyon paketleri var. Raf düzenlemeleri, tanıtımlar vs, bunların hepsi kitap evlerine ait. Gelsinler, istedikleri gibi düzenlesinler. Ev sahibi kiracının dekorasyonuna karışır mı? Çıkıştaki kasa hizmeti hangar sahibinin misyonu ve vizyonu. Eh, olsun o kadar. Evet, evet. İyi fikir. Hatta ismi süper market olmasın da Kitap Hangarı olsun. Bu fikrimi projelendirmemi sağlayacak bir Rothschild arıyorum. Var mı gören, bilen?

Dün ayrıca sınıfta kitap arka kapağına yazılanlardan konuştuk. Çoğunluk arkada içeriden bir alıntı olmasının en iyisi olduğuna karar verdi. Her zamanki gibi bu konuda da çekimserim. Yayınevleri arkaya hangi metnin konulacağına nasıl karar veriyor? Bilmiyorum. Ben olsam bir kaç tane metin oluşturduktan sonra bunları daha önceden çeşitli şekillerde oluşturduğum farklı geçmişleri olan bir kaç okuyucuya gönderir yorumlarını alır, istatistik çalışması yapar ve ona göre karar verirdim.

Yine de kendi tercihim kitabın arkasında bir alıntıdan çok içinde ne ile karşılaşacağıma dair ve özellikle merakımı uyandıracak kısa bir yazı. Tabii bunu yazmak için o kitabı okumuş ve anlamış olmak gerek o da başka. Mümkünse kitap arkalarında edebiyat parçalanmasın… Bu da özel istek. Geleneğe uygun bir şekilde peçeteye yazdım. Ayrıca sürprizi bozacak her hangi bir şey olmamalı. Her kitabın bir sürprizi vardır. Kimisi sonuna doğru bir anda çıkar karşımıza kimisiyse baştan aşağı, kendisi bir sürprizdir. Kılavuz da benim için bu sonuncu duruma giren bir kitaptı. Soluk soluğa okuduğum.

Dün bir ara oturdum eski defterleri karıştırdım. Kalemi hiç durdurmadan, kaldırmadan yazdıklarımı okudum. Samimiyet iyi bir şey. Bilinç akışını seviyorum. Komik. Şunu anladım; bilinç akışı tekniğiyle yazılan kitaplar gerçek bilinç akışı değil, kurgu. Ya da benimki onlarınki gibi akmıyor. Taşlı nehir yatağında seke seke giden çağlayan sanki; bu yazarların bilinç akışı. Benimkisine benzetmeyse… Bir zamanlar bir top çıktıydı, bilmem hala piyasada var mı onlardan. Avuç içine sığacak büyüklükte. Lastik. Yumuşak-sert. Ağır. Ve siyah. Bir yere atardın, nereye zıplayacağı, ne zaman duracağı belli olmaz bir şeydi. Açıkcası odanın içini kırıp dökmeden durmazdı. Tam ortada durup topun çizdiği o başına buyruk yolu ağzım açık izlerken bazen kafama yerdim.

Bu aralar çok kitapsız kalmış olsam gerek ki, rüyalarıma bile girdi. Son zamanların en önemli olaylarından bir tanesi de Bon Jovi konseriydi. Hemen ertesinde başlamışım yazmaya, sonlandıramadan öylece kalmış. Bu gönderinin altına sıkıştırayım dedim. Kaybolmasın.

Bon Jovi macerasını kaydetmek kaygısıyla yazılmıştır.

Yıllar önce Lyon’a Pink Floyd gelecek oldu. Ben de gidecek oldum. Niyetlendim. Sonra bir baktım ki 8 aylık hamileyim. Pink Floyd’u ailecek severiz. O zaman iki buçukuz henüz. C.İ. ve ben çok seviyoruz, eminim Kiki de içeriden dinlediği için seviyor. Müzik başlayınca sevinç tekmeleri atıyor.

İyi geçen hamilelikler öyle bir durum ki hiç bitmesin istiyorsun. Her şey güzel gözüküyor, dünya yaşanılacak yer sanıyorsun. Bir yandan bebeği biran evvel kucağına alabilmek için sabırsızlanıyorsun bir yandan da elinden gelse sonsuza kadar geciktireceksin.

Bu son duyguda doğum korkusunun etkili olmadığını söyleyemem. Kesinlikle belirteceğim; hamilelik sürecinde hiç bir duygunun kesin olmadığı… Hamile kaldıktan itibaren ve sonrasında çocuk sahibiyken kesinlik kavramı yeryüzünden silinir. Sürekli bir çelişkiler bulutu içinde yüzersin. Ben yani… Çelişkiler gerçekliğin olur. Mutlak hayat bir hayal. Hamilelik ve çocuk sahibi olduktan sonra bilinmezliğin hayatın anlamı olduğu anlaşılır.

Her şey bilinir olsa hayat da olmazdı, derim. Peki insanın bu her şeyi bilme ihtirası neden ? O da bilinmezliğin bir parçası işte. Öyle kuvvetli ki bu bilinmezi bilinir kılma iddiası. Doğacak çocuğa bir dünya kurgularsın. Rutinler kurarsın ki kendine güveni gelişsin. Bebeğine kurguladığın bu hayali dünyaya, sen de inanırsın. Hem de içten inanırsın. Kemiğine kadar. Bunun neden yaparsın? İleride bu bilinmezlikle karşılaştığında yıkımı yüksek olsun diye mi? Bu da bilinmezliğin bir parçası işte.

Bütün bunları niye anlattım?  O zamanlar, kalabalık, izdiham, vs… Cesaret edip bir türlü konsere gidemedim. Erken doğum yapma riskini göze alamadım. Sonradan köpekler gibi pişman olacağımı bile bile. Hele ertesi gün kalabalığın taşkın davranışı olmadığını öğrenince iyice arttı bu duygu. Yine parantez içi; neden en kötü pişmanlığı köpekler yaşar? Ve biz insanlar nereden biliriz köpeklerin bu feci pişmanlığını?

Diyeceğim böylesi uluslararası ün yapmış birinin stadyum konserine gitmek ilkti. Aslında bir takım 23 nisan, 19 mayıs günleri dışında stadyuma ilk defa ayak bastım. Yine de çayır konserlerini tercih ederim. İçeriye içki sokulmadığından ve içeride de içki satışı yapılmadığından bağrış ve çağırışlar biraz sönük geçti. Beklediği tepkiyi alamayınca Jovi de biraz hayal kırıklığına uğradı tabii…  İyice abartılı olacak ama Vivaldi’nin dört mevsimini mi dinliyorduk yoksa you give love a bad name’i mi pek belli değildi.

Konser bitiminde çıkıştan hiç bahsetmiyorum. Duvarlardan atlama becerisini gösterebilenler ve biz de arkalarından tabii, kendimizi kurtarmasaydık, kaç saat sonra metroya ulaşabilirdik bilmiyorum. 20.000 kişi aynı anda Viyana kapılarına dayanır gibi dayandık. Geri püskürten olmadı fakat dışarı çıkabilmek için  o büyük, telefon kabini yüksekliğinde enine demir çubukların arasına girmek durumunda kaldığın turnikelerden teker teker geçmek zorundaydık. Neyse ki Bon Jovi seyircileri her gün sokakta karşılaştıklarımızdan değildi. Aşırı izdihamlar, kavga, gürültü, küfürlere bağlı ebeveyn söylevleri yaşanmadı. Herkes olabildiğince kibar ama istif halinde sırasını bekledi. Sahi merak ettim bu şık insanlar gündüz gözü nereye saklanıyor?

Bunu derecelendir:

Biraz kalemler üzerine biraz da mürekkep

20 Çarşamba Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 6 Yorum

Etiketler

kalemin yoksa sen de yoksun, mürekkep gibisin iz bırakırsın, mürekkep gibisin mis kokulu

Bu sabah içimde bir yazma arzusuyla kalktım. Önce başka yerlere yazdım. İçimdekileri boşaltmak istedim. Kesmedi bari biraz da blogu güncelleyeyim dedim. Ve işte buradayım.

Dün onca işimin arasında Leme Leme adında bir fotograf uygulaması buldum. İndirdim. Bedavaymış. Yukarıdaki fotograf bu uygulamadan. Daha neler var neler. Şöyle bir baktım. Keşfetmeye zamanım olmadı. Hem bir haftadır eve kapalıyım. Uzun zamandır kupamdan, bilgisayarımdan başka dostum yok. Unutuyordum bu sabah kalemimle dostluğumuzu tazeledik. Dahası ben tazelediğimi sanıyordum, oysa o beni yarı yolda bıraktı. Bekleyerek ömrünü tükettiğini söyledi. Hani tükenmezdin dedim. Özüm kalmadı dedi. Yoksa kılıfım gerçekten tükenmez. Beni attığın yerde yok olamadan yüzyıllar boyu kalacak ve son sahibimi, seni düşüneceğim.

Acıdım bir an. Öyle ya… Yok olmak isteyip de olamamak. Sonra hemen bir sinir geldi. Belki de hak ettiğini buluyorsun dedim. Neydi o kibirin, yanına yaklaşılmazlığın. Piyasaya çıktığın günden beri senden evvelki kurşun kalemlerin topunu  küçümsedin. Ederin onların 5 katı diye değerinin de öyle olduğunu sandın. İçini tükettin ve boş kabuğunla tek başına yaşamaya mahkumsun. Halbuki küçümsediğin o kurşun kalem tümden tükendi, doğaya karıştı. Çok yakında yine bana gelecek. Sense üzerinde çürüyen soğan kabuklarının altında kalmaya mecbursun. Niceleri gelip geçecek böyle üzerinden.

Kokun olmaması ne feci bir şey değil mi? İyi bir şey koku. Doğayla birleşebileceğine alamet. Kokusuz olmak sandığın gibi üstünlük taslamanı gerektiren bir şey değil. Yalnızsın işte yalnız. Bir kokun olsaydı sen de geri dönüşüp bana yeniden ulaşabilirdin.

Biliyor musun kurşun kalemin dramı da farklı türden.

İşte tam bu arada uyandırma servisini aksattığımı fark ettim ve her şeyi bırakıp görevime koştum. İnanın çok düşündüm ama kurşun kalemin dramına ilişkin pek bir bir şey hatırlayamadım. Buna karşın dolma kalem geldi aklıma. Kabuğu kokusuz doğru ama özü yenilenebilir. Özü mürekkep. Mürekkep deyip de geçmemeli. Evet leke yapar. Ama öyle bir kokusu vardır ki, yazarken varlığını hissedersin. Hele bir de çini’yse ağzımın suları akar. Uzun zamandır çini mürekkebi kullanmışlığım yok. Kendime bir yazı seti edinmeliyim. Mürekkep hokkası, vs… Sonrada aşk mektupları döşenip ileride yazmayı düşündüğüm aşk romanı için biraz pratik yapayım. 22. yüzyıla yaklaşırken 17. yüzyıl aşk romanı yazmayı düşündüm de bir an. Tarihi falan olmayacak tabii. Bir de tarih derslerine girersem tükenmez kalemle aramdaki açığı kapatmış olurum.

Hem yazıyorum, hem de kurşun kalemi düşünüyorum. Neydi ki onun dramı. Mum gibi eriyip bitiren. İçi sert kurşun, kabuğu yumuşak. Gelip geçici. Yazdıkları tanrı katına uçar. Biz insanların tükenmezi tercih etme sebebimiz, belki tam da bu yüzden. Saklama, biriktirme telaşı. Uçmasın, kaybolmasın. Merak etme sen insanoğlu, kaybolan bir şey yok bu evrende. Uçsa da tanrılar katına dönüp geleceği yer yine kürkçünün dükkanı.

Not: Artık işime bakma zamanı. Bir dahaki sefere kadar elveda blog. Umarım bu sefer fazla ara vermem.

Bunu derecelendir:

Bir Bahar Akşamı Rastladım Size

07 Perşembe Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 4 Yorum

Etiketler

ntvcumartesi, tutunamadık gitti, yalnızlık, yeni program

Bu gönderi tamamıyla baştan savma yazıldı.

Akabinde baştan savılacak.

Epeydir bloğa yazı yazmak ya da sevdiğim blogları okumak gibi bir lüksüm yok. Bu sabah Nokia’nın sloganını arattım. Türkçesini nasıl çevirmişler merak ettim. Çevirmemişler. Bu arada başka bir blog keşfettim. Az ve öz. Her şeyin ilk beşini sıralıyor. Adresleri de bir hoş. İlk Beş.

Oradan Fil Uçusu‘na geçtim. Son iki yazıyı okuyamamıştım. Cumartesi ntv’de Yekta Kopan ile birlikte yeni bir kültür ve sanat programı başlıyor. Gerçi televizyon konusunda sağır sultan ben, genelde en son duyanlardan olduğumdan bu haberin yenilik sıralamasında hangi seviyede olduğunu bilmiyorum. Tweet’lerine üye olmak için @ntvcumartesi. Bu cumartesiden itibaren 22h30-24h00 arası.

Derken aklıma Bir Bahar Akşamı Rastladım Size şarkısı geldi. Hani Sevinçli Bir Telaş İçindeydiniz.

Dün gece 5 hafta 5 roman’ın ikinci romanı Tutunamayanlar’ı dinledim. Bu kitap beni çok güldürüyor. Baştan sona komedi desem ve o komedi her bir kelimenin altında gizli desem. Ya da bana mı öyle geliyor bilemedim. Neyse beni çok güldürüyor. Yer yer kahkahamı tutmakta zorlanarak acayip sesler çıkardım. Hani orta okulda ders ortasında sümüğün akar bir türlü gönül rahatlığıyla sümküremezsin, annenin cebine koyduğu mendili çıkarır ucundan ucundan burnunu tamponlarsın ya, bazen de mendilin ucu sümüğe bir yapışır bir türlü kopmak bilmez sen sildikçe yüzüne, yanaklarına doğru uzar, sıvaşır, işte öyle bir ruh durumundaydım .  “Bana anlayış gösterecek yerde büfeyi gösterdin.” cümlesi okununca patladım.

Tutunamayanları okuyalı üzerinden epey geçtiydi ama hatırlıyorum erkek-erkek ilişkilerine hiç takılmamıştım. Dün biraz da bunun üzerine konuştuk. Tekrardan okuyasım geldi. Hem cinslerin bir birlerini kıskanmaları doğal gelir bana. Karşı cinsi kıskanmak elmanın armuta olan özlemi gibi saçma, öyle değil mi yoksa? Tabii bugün böyle derim yarın başka. Terzi burcu bu belli mi olur?

BUMED akşamlarının başka sevdiğim bir yanı daha var ki o da artık bu atölyelerin ve seminerlerin bir parçası oldu; gelenlerle öncesinde yapılan sohbetler. Dün bir arkadaşım bir yerlerde şu istatistiği okumuş, paylaştı:

Kocası tarafından aldatılan kadınlara sormuşlar rakibinizin erkek mi yoksa kadın mı olması daha iyi? % 80 erkek cevabını vermiş. Garip değil mi? Kendimi düşündüm de geri kalan %20 içinde yer alırdım sanırım. Ya da seçenekler içinde varsa Joker kullanma hakkımı işaretlerdim.

Seminerin sonuna doğru dedikodu mahiyetinde Atay’ın çok özel bir arkadaş grubu olduğunu öğrendim. Birbirlerine iyice kenetlendikleri… Hoş sohbetler paylaştıkları. Birlikte okuyup, yazdıkları, dinledikleri… İmrenmedim desem yalan olur. Woolf’un biyografisini okurken onun arkadaş grubuna da oldukça imrenmiştim. İmrendiklerim şimdilik iki ettiler.

Dün bir haftadan bu yana ilk sokağa çıkışım oldu. Temiz hava çarptı sarhoş oldum, yalan değil. Yalan dedim de yalanlarla yaşamak güzel bir şey, gerçekliği aramak boş iş. Bu gerçek arayışını insanın içine kim koyuyor? Eminim doğduğumda ben bu dünyaya gerçekliği bulamadan aramaya geldim, işte benim misyonum bu dememişimdir. Bundan sonra her bebeğin suratına bakarken bu mekandaki misyon ve vizyonunu keşfetmeye çalışacağım. Kimisinin var ama bakışlarından belli.

Bu sabahlık bu kadar çok bile oldu. Diyorum ki, inetnette gezinip bir şeyler okumaya belediye para verse ne iyi olurdu. Her bir siteyi okuduğumda banka hesabıma çiling (metal paranın düşme sesi) 25 kuruş yatsın. Fazla bir şey istemiyorum. 25 kuruşcuk.

Böyle yoğun çalışma zamanlarında  koltuğuma çaprazlama yayılıp kitap okuyamıyorum ya işte en çok ona yanıyorum.

Bir çok şeyden bahsedip arada bağlantı kurmuyorum. Ve bunu mahsustan yapıyorum. İleride okurken kafa patlatayım diye… Yoksa zihnimdeki hiç bir şey öyle göründüğü kadar kopuk değil. İlişkileri kıvrımların dibinde aramak lazım. Tüm cevher orada.

Bunu derecelendir:

Bir Avuç Çekirdek Çittim

01 Cuma Tem 2011

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 2 Yorum

Etiketler

Bilge Karasu, Can Yayınları D&R'da 4 lira, kılavuz, rüyalarım ve ben

Bütün zorluklara rağmen ayaktayım ve yıkılmadım. Çalışmaya devam ediyorum. Sabahın bu sessiz saatleri çok kıymetli. Eskisi gibi daha erkenden kalkabilmeyi isterdim ama sabaha karşı gördüğüm rüyalar da bir o kadar kıymetli.

Bu sabahınki yine hazırlanma teması üzerineydi. Uzun bir tatil sonrası dönüş yakın. Akşama. Arkadaşın evinde konaklamışız. Dahası koskoca villa. Öylesine yayılmışız ki toparlanması mesele. Lüzumsuz, çöp mahiyetinde bir sürü ıvır zıvır birikmiş ayıracak vakit yok. Her birini doldurmuşuz 12 bavul 5 büyük konteyner ebatında karton kutu. O kutular arkadaşın işyerinden getirdikleri. Bir çeşit depoları var. Bir yerlere mal yolluyorlar. Tabii çalıştıkları lojistik firması da var. En iyi fikir de bu zaten biz uçağa atlayıp gideceğiz. Ha, uçak deyince İzmir civarlarında bir yerlerde olduğumuz anlaşıldı, söz konusu olan hava alanı Adnan Menderes. Fakat bu eşya yüküyle inanılmaz bagaj öderiz. Kalabalıksınız diyor arkadaşım. Yine de… Nereden baksan 3 kişiyiz. Çekirdek aile. Ayrıca bunlar arabaya bile sığmaz. Hava alanına nasıl gidecekler?

Arkadaş lojistik firmasını aramak istiyor. Tarifeye bakınca 1.300 tl’cik. Ne olcak canım. C.İ. yok şu kenardaki Paşa Kolleksiyon’a söyleyelim geçerken İstanbul’a atıversin diyor. Yok diyorum. Neden diyor? Her şeyin en pahalı çözümünü mü bulmak lazım. Neden olmasın? Daimi bir şekilde en ucuzu aramak yorucu değil mi? Arkadaş Paşa’ları tanımıyorum diyor. İçimde meydan muharebesi vuku bulmaktayken sakin bir şekilde anlatmaya başlıyorum. Bu 1300’lük lojistik firmasının işi bu. Ayrıca arkadaş çalışıyor, güvenliler. Eşyalarımız sigortalı olacak. Başlarına bir şey gelirse yani karşımızda muhatap var. Halbuki diğer Paşa’m hatır gönül işi yapacağından bir şey olursa işin içinden sıyrılıverecek. Bir de aksilenecek. Başıma siz sardınız zaten diyecek. C.İ. arkadaşa dönüyor ondan da onayı aldıktan sonra aman ne isterseniz yapın modlarında uyumaya gidiyor. Gece hiç uyumadı. Neden bilmiyorum taş taşımış olmalı. Yolcululuğa çıkmadan bir parça dinlenebilmek derdinde. Fakat bırakmıyorum tabii…

Hiç düşünmedik üç uçak bileti aldık peki araba nasıl gelecek söyler misiniz?

Kimseden ses yok. Arabayı da nakliyatçıya versek?

Olacak iş değil. C.İ. ben araba kullanamam diyor. Zaten ben de izin veremem bütün gece taş taşımış. Halbuki ben mışıl mışıl uyudum vallahi. Rüya bile gördüm işte anlatıyorum. Siz uçakla gidin ben körfezi dolanır gelirim diyorum babacan bir şekilde. Yorgun olursun, olmaz itirazı geliyor.

Ne olacak o zaman? Arabayı gözden mi çıkaracağız. Bize lazım.

Neyse şimdi geri kalan eşyaları toparlayayım ben diyerek odaya giriyorum. Yatakların üstü çekmecelerin içi felaket dolu. Dolabın tepesinden iki bavul daha indiriyorum içleri eşya dolu çıkıyor. Gelirken amma yüklenmiş de gelmişiz zaten bir de burada onca uzun kalmanın biriktirdikleri. Bu tatil dönüşü 15 yıl oturduğun evden taşınma kabusuna dönmediyse ne olayım. Camı açıp bahçeye doğru bir soluklanayım diyorum. O da ne ?

Rüya bu ama yine olacak iş değil. Büyük koliler tüm bahçeyi kaplamış. Dünden kalan, bu arada anlıyorum ki gece danslı parti gibi bir şeyler varmış, bizim şerefimize dönüyoruz ya artık, işte bu parti kalıntısı kişiler bizim yerleştirdiklerimizi açıp yerlere yaymışlar. Yukarıdan avazım çıktığı kadar bağırıyorum.

Çabuk toplayın, yoksa fena olur.

Kafalarını kaldırıp bakıyorlar. Kahkahalar suratımda patlıyor. Hepsi hala sarhoş ve ellerinde şişe içmeye devam ediyorlar. Eşyaların etrafa saçılması ve hiç birini yanıma alamama riski yiyip bitiriyor beni. Nesnelerin sahipliği sorumluluk duygularının en büyüğü sanki. Ağırlığın altında eziliyorum. Etrafa dağılmalarını önlemekle kişiliğimden kaybediyorum. Bavula doldurduğum her bir eşya ile biraz daha silikleşiyorum. Umurumda değil. Sahiplendiklerimi kurtarmak tek düşüncem. Katlamakla düzeltmekle vakit harcamak bile istemiyorum. Arkadaşa ver sen bir kaç bavul daha ver diyorum. Bir şekilde götüreceğim bunları. Yok onlarsız olmaz. Yaşayamam ben.

Böylesine giderken aniden mantık geldi oturdu üstüme. Aslında hiç gitmemişti. Bu anlattığım rüya bir kabus değil aslında. İçindeki hem benim hem de dışarıdan kurgulayan rüyayı yöneten biri var işte o da benim. Rüyalarımın en büyük özelliği bu. Sanırım lise yıllarından kalma bir alışkanlık. Uzun yıllar kabusların esiri olduktan sonra nasıl oldu bilmiyorum ama bir şekilde rüyalarımda iki ayrı çeşit benlik geliştirmeyi ve onları yönetmeyi öğrendim. Dolayısıyla kabus bile olsalar etkilenmiyorum. Kabusa ya da rüyaya maruz kalan bir ben varken bir diğeri dışardan bakıp tüm yönetimi elinde bulunduruyor.

Kıssadan hisse işte o yönetici ben, yeter artık dedi. Sıktı bu rüya ve ben uyandım. Bari yazayım dedim.

Güncel haberlere gelince dün D&R’larda Can yayınlarının bir çok kitabının sadece 4 liraya satıldığını gördüm. Hiç birini almadım desem nasıl olsa kimse inanmaz ben de inanmam. Vaktiniz varsa bir uğrayın. O iki sıkı Can Yayınlarının arasında 5 hafta 5 roman’ın gelecek okumadıklarımdan olan Bilge Karasu’dan Kılavuz ile Yusuf Atılgan’dan Anayurt Otelini de aldım. Yatarken Kılavuzu elime alıp bir bakayım dedim. Bırakamadım, öylesine hoş. Yarılamışım bile. Gerçi incecik bir şey. Fakat tam benlik. Uğur (erkek) hem rüya görür hem yazar hem yaşar hemi de salak ve kendinden şüphe duyuyor. Sürekli bir deliriyor muyum durumları. Gece gece gülmekten öldüm. Ayrıca Karasu’nun icadı kelimelere bitiyorum. Uğur’un yeni tanıştığı bir şoför parçasıyla çırılçıplak duşun altında yıkanması da ayrı bir alem yani… Yanlış anlaşılmasın kitapta cinsellik unsurları vs yok, tamamıyla uçuk bir şey. Yeniden elime alıp bitirmemek için kendimi zor tutuyorum. Akşama kadar bekleyeceğim.

Kendi hesabına çalışmanın işte bu sorumluluğunu sevmiyorum. Yerli yabancı para babalarından birinin hadedanlığına ait bir iş yerinde olsam kitabı masanın altına yerleştirir okurdum. Şimdi kimi kandıracağım bilmem ki?

Fotoğraf: Sabancı Müzesi Bahçesi

Bunu derecelendir:

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri
  • İki kitap, bir park…
  • Günümü güzelleştirenler: karga, apartman görevlisi ve Oscar Wilde

Çok Okunasılar

  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • Roman Adı Nereden Gelir?
  • Sabah Sayfaları Üzerine
  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • >Bienal 2009 - Antrepo No:3
  • Bir Liste de Guardian'dan: Tüm Zamanların En İyi 100 Kitabı
  • >Genç Kızlar ya da Bir Yazara Sadece Yazılarını Okuyarak Aşık Olunur mu?

Let’s Tweet Again

  • @AkbankSanat Tesekkurler saolun 1 week ago
  • @AkbankSanat Merhaba, bir evvelki Ranciere seminerini kaçırmıştım, YouTube kanalında yayınlanacak mı? Cevap için şimdiden teşekkürler. 1 week ago
  • Sully girişi @ Musée du Louvre instagram.com/p/BtWegpLAzus/… 2 weeks ago
  • Ayaklarıma kara sular indi. @ Paris, France instagram.com/p/BtWeIS7gW7R/… 2 weeks ago
  • Şaraplar bardakları Abidin Dino’dan, Paşabahçe instagram.com/p/BtN66WcgCPb/… 3 weeks ago

Instagram

Instagram'dan resimleri alma işlemi sırasında bir hata meydana geldi. Birkaç dakika içinde bir deneme daha yapılacaktır.

Diğer 840 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı aşk nedir Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik falan fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 840 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 307.828 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazılar RSS
  • Yorumlar RSS
  • WordPress.com

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası