• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Monthly Archives: Ocak 2012

Karin Karakaşlı: Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır!

20 Cuma Oca 2012

Posted by Qunegond in Uncategorized

≈ Yorum bırakın

Karin Karakaşlı: Bu adaletsizlikle yaşamak hepimize haramdır!.

Bunu derecelendir:

1 Ev 1 Günde Nasıl Dağıtılır?

09 Pazartesi Oca 2012

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 14 Yorum

Etiketler

dağınıklık nasıl becerilir?, erken, kirli, mahalle, okur, pazar günlerinin seyir defteri, Pazar Keyfi, sinyal

Kendimi bildim bileli Pazar günleri evde geçirilir. Dışarı çıkmaktan hoşlanılmaz. Ayrıca etraf çok kalabalıktır. Çünkü, Cumartesi günleri bile çalışan oldukça kalabalık bir kesim ancak Pazar’ları kendini serbestçe sokağa atabilmektedir. Bu günlerde en fazla mahalledeki ya da 2 mahalle ötedeki sinemaya/tiyatroya gidilir.

Eh biz de öyle yaptık. Ama yine de her Pazar gününün kaçınılmazı olarak evi dağıtmayı başardık. Hem bu sefer oldukça başarılı olmuşuz, giderek kapasitemiz yükseliyor olmalı, sabahtan beri toparlamaya çalışıyorum, daha hala çok şey var ortada. Yukarıdaki komşu elektrik süpürgesini geçeli neredeyse 3 saat oldu. Zaten beni kıl ediyor. 2 günde 1 elektrik süpürgesi geçilir mi? O parkeler eskir. Temizlik başa beladır. Ne kadar temiz olursan o kadar fazla hasta olursun. Bit bile sanıldığı gibi kirli başa değil, temiz başa gelir. Evdeki kedi yatıp gerinmek için üstü tüy dolu minderi değil, temiz çamaşır sepetini tercih eder.

Konudan kaydım yine.

1 gün 24 saat. Pazarları 10 saat uyunur. Gerçi ben erken kalkar, kitabımı okur, kahvemi içerim. Ama dağınıklık yapmam. Dolayısıyla sayılmaz.

1 saat sabah kahvaltısına, 1 saat öğleşam yemeğine (öğle ve akşam arası değişik bir kuşak) harcanır.

4 ya da 5 saat, ya sahilde yürüyüşe çıkılır ya da bir sinemaya gidilir.

3 saat herkes bir köşesine çekilir. Ödevi olan, okuması gelen, televizyonu özleyen vs… uzun bir ihtiyaç molasıdır.

Şimdi geri kalan saatleri hesaplarsak:

24 – (10+2+4+3+) = 5 saat.

İşin ASLI, 1 Ev 1Günde değil 5 saat içerisinde nasıl dağıtılır?, DIR.

1- 8 saat uyumaya alışan bünye Pazar sabahları 10 saat uyku ile daha canlı olacağına daha lapalaşır. Alışkın olmayan mide, acıkarak sinyal vermeye karar verir. Yatakta sürünme süreci başlamıştır. Guruldamalara dayanamayarak, kahvaltı arayışı içinde kalkılmaya çalışılır, 2 saatlik fazla uyku sonucu aç kalan vücudun kan şekeri düştüğünden yataktan dışarı ancak yorganla birlikte hareket edilmektedir.

2- Kahvaltı beklenirken kanepeye yatılır. Terlikler, çıkarılma zahmetine girilmediğinden kanepenin üzerinden aşarak geriye düşer ve orada kalır. Nasıl olsa evde kişi başına 7’şer çift terlik daha vardır.

3- Kahvaltıya yorganla oturulur. Ayaklar tüneme şeklinde iskemle üzerine toplanır. Yenecek malzemelerin yanı sıra kitap, dergi, gazete okunur, bazen netbook’ta film, dizi, vs seyredilir.

4- Midenin ihtiyaçları yavaş yavaş giderilir, entellektüel ihtiyaçlar halen devam etmektedir. Dolayısıyla eldeki kitap, film, gazete ne varsa birlikte tekrar kanepeye/lere geçilir. Fakat kan şekeri yükseldiğinden artık yorgana ihtiyaç yoktur. Hemen oracıkta masanın dibine yere bırakılır.

5- Sofranın toparlanmasına gerek yoktur. Pazar günü kasma günü değil, tatil günüdür. Hem belki arada atıştırmak istenebilir. Dolayısıyla masa toplanmaz, orada kalır.

6- Entellektüel ihtiyaçlar ile 3 saatlik serbest zaman arasındaki sınırlar iyice kaynamıştır. Kimin ne zaman hangi etkinliğe geçtiği fark edilmez. Yeni bir etkinliğe geçildiğinde, eski etkinlik malzemeleri oldukları yerde bırakılır. Pazar günü kasmaya gerek yoktur.

7- Midenin ihtiyaçları tamamıyla giderilmiştir. Entellektüel ihtiyaçların giderilmesi de oldukça ilerlemiştir. Dolayısıyla ruhun gıdasına geçilmesi gerekir. Müzik ihtiyacı baş gösterir. 600 kadar CD’nin en az yarısı sehpanın üzerine yayılır. Kutularından çıkarılır, önü arkası çevrilir, kapak okunur, arka kapak okunur, varsa şarkı sözlerine bakılır, bir türlü seçim yapılamaz. Bir kaç tanesi daha açılır. Açılanlar her an CD player’a konmak üzere hazır olması açısından o şekilde sehpanın üzerinde diğer uçta beklemeye alınır. En nihayetinde bir tane seçilir. Diğerleri, ne olmaz ne olmaz şeklinde, istepne olarak sehpa üzerinde kalır. Nasıl olsa pazar günleri akşama kadar müzik dinlenecektir. CD kutularını aç kapa, koy, kaldır kasmaya gerek yoktur.

8- Arada bir kalkılıp pencereden civardaki ilerleyen inşaatlara bakılır. Geçen pazardan bu yana hangisinde kaç kat çıkılmış birer birer sayılır. İlerleme, sağlamlık, manzara ve bahçe kullanımlarına göre hangisinden ev alınacağı tartışılır. Mutabakata varılamaz, konunun bir sonraki Pazar gününe kadar ertelenmesine oy birliğiyle karar verilir.

9- Yavaş yavaş dışarıya çıkma zamanı gelmektedir. Sinemaya gidilmesi icap eder. Fakat kahvaltıdan sonra çok vakit geçirilmiştir. Herkesin bir anda hazır olması gerekir. Ve evde tek banyo vardır. Dolayısıyla herkes çabucak girip çıkacak ve normalde banyoda yapılması tasarlanan işler, malzemeler dışarı odalara ve/veya salona taşınarak hızla yapılacaktır. Bu malzemelerin arasına, saç kurutma ve çeşitli şekillendirme malzemeleri, diş macunu, diş fırçası, lens takım taklavatları, traş levazımatları, törpü, cımbız, vs… dahildir. Tüm bunlar geri dönüşsüz bir şekilde yerlerinden edilmiş malzemeler olarak dağınıklığa katma değer hibe eden kalemlerdir.

10- Tam evden çıkacakken, karınların yeniden acıktığı fark edilir. Masanın üzeri sabahki kahvaltı malzemeleriyle doludur. Peynirler kurumuş, tereyağ erimiş, çay/kahve soğumuş, ekmek galeta kıvamına gelmiştir. Canlar sıcak ve sulu yemek çekmektedir. Ancak hazırlayacak vakit yoktur. Dolapta ne varsa onun yenmesine karar verilir. Masanın üzerindekilerin bir kısmı hızlıca toparlanarak mutfak tezgahının üzerine yayılır. Hepsini toplamaya gerek kalmamıştır, çünkü masada oturarak yemek yiyecek zaman olmadığı tesbit edilmiştir. Kahvaltıdan gelenleri makineye yerleştirmeye gerek yoktur. Pazar günleri kasmamalıdır. Zaten makinede geçen akşamdan kalan temiz bulaşıklar vardır.

11- Acele buzdolabına yönelinir. Bir gün evvelden kalan bir şey yoktur. Hayret edilir. Ancak sıcak sandviç yapılabilir ve hatta yemek için vakit kalmamıştır. Sarılarak yana alınacaktır.

12- Biraz önce mutfak tezgahına yayılmış kahvaltı bulaşığı, 1 kolun dış tarafı ile lavabonun içerisine süprülür. Tezgah sandviç ekmeklerinin ve sarf malzemelerin kullanımına açıktır. Zaman hızla azalmaktadır. Sandviçler kuru olmasın kaygısıyla domates ve salatalık hızla soyulur, doğranır. Kabukları toplayacak vakit olmadığından tezgahın üzerinde öylece bırakılır. Pazar olduğundan kasmak gerekmez.

13- Tava çıkarılır. Sıcak sandviç olduğu için ya sosis, salam ya da peynir, omlet, vs türünden bir şeyler kızartılacaktır. En büyük tava en alttadır. Aceleden üsttekiler alınmadan, alttan gerekli olanın hızla çekilmesi yoluyla tüm tavalar dolap içine devrilerek en büyük tava alınır. Yıkılan tavalar, yan tarafta dizili duran tencere kulesini de sallamaya başlamıştır. Onun da yıkılacağı anlaşıldığından aceleyle dolap kapısı kapanır ve devrilenlerin sadece dolabın içinde kalması sağlanır.

14- Sandviçler, sarılmalıdır. İçerideki peçetelikten 1 tomar peçete çekilip getirilir. Çok fazladır ama saymaya vakit yoktur. İhtiyaç kullanılır, gerisi olduğu yerde bırakılır. Keza her sandviç için torba gerekir. Çekmecedeki torba kutusunun içinden birer birer çekmek vakit alacağından tomarla çekilir ve geri kalan kutuya sıkıştırılmaya çalışılır. Sıkıştırılamaz ve fakat kutu çoktan çekmeceye konmuş ve çekmece kapatılmak istenmektedir. Ancak kutudan taşan torbalar çekmecenin kapanmasını engeller. Çabalara rağmen kapatılamayan mutfak çekmecesi sinirle açık bırakılır. Neyseki sandviçler artık hazırdır.

15- Kapıdan çıkmak üzereyken sandviçlerin üzerine atıştırmak üzere tatlının olmadığı gözlemlenir. Tekrar mutfağa dönülür. Hızla şekerli mısır patlatılır. Mısır patlağı olmadan film seyretmek düşünülemez.

16- Acele işe şeytan karışır derler. Tencereye cin mısırlar konur. Yukarı dolaptan yağ şişesi ve şeker birlikte alınacakken bir hafta biri diğer hafta ötekisi olmak üzere, altta sandviçlerden dolayı açık kalan çekmecenin içine, kutusuna giremeyen torbaların ve baharat yedeklerinin üzerine devrilir. Temizlemeye vakit yoktur. Öylece bırakılır. Mısır patlatılırken heyecandan kapak zırt pırt açılır ve mısırlar dışarı fırlar. Panik halinde kapak tekrar kapatılır. Erken açılmaması temkinleri verilir. O arada tencereyi sallamak unutulmuştur. Cin mısırların altta kalanları hafif yanar. Karamel tüm aile fertlerince sevildiğinden pek bir zararı yoktur. Yalnız tencerenin temizlenmesi açısından bilahere zorluk baş gösterecektir. Yine aceleden tencereye su doldurmak kimsenin aklına gelmez.

17- Vestiyer, fazla yer olmadığından hınca hınç doludur. Kimin ne giyeceği belli olmaz. Aralarından seçmek meşakkatli iştir. Tüm vestiyer dışarı dökülür, herkes aradığını çeker alır. Aynı işlem ayakkabılar, bere, atkı, eldiven, vs gibi aksesuarlar için de tekrarlanır. Çünkü herkesin 1 değil mutlaka 3’ün katları şeklinde eşyası vardır. Geriye kalanlar, yerde beklemeye bırakılır. Kapıdan çıkılır.

18- Bir grup yürümek, bir grup arabayla gitmek istemektedir. Aslında yürümek daha iyidir ama bilet kalmaz korkusu yüzünden süreci çabuklaştırmak için arabayla gitmek söz konusu olmuştur. En ön sıralardan seyretmeyi kimse istemez. Bir kişi kendini feda eder ve arabayla hareket eder. Diğer ikisi hızlı bir şekilde yürüyerek temiz havadan istifade eder.

19- Gişelerin önüne gelindiğinde seans başlamak üzeredir. Herkes salonlara girmiştir. Ve fakat biletleri almaya gelen ortada yoktur. Telefon edilir. Ulaşılamaz. Sağa sola bakılır. Görülemez. Yine de biletlerin alınmış olduğundan emin bir şekilde filmin oynadığı salona doğru ilerlerken telefon çalar. Sinemaya ulaşılmıştır, ancak park yeri olmadığından otoparkta dönüp durulmaktadır. Yürüyen grup panik halinde gişeye bilet almaya koşar. Film başlamıştır. Neyse ki başta reklamlar vardır. En ön iki sıradan başka yer yoktur. Mecburen kötünün iyisi şeklinde ikinci sıranın ortasından 3 kişilik bilet alınır. Salona doğru seyirtirken, biletleri önceden almak üzere arabayla gelerek kendini feda eden kişi yürüyen merdivenlerin üzerinde kan ter içinde belirir. Hep birlikte salondan içeriye girilerek, oturulur. Film seyredilir.

20- Film çıkışı, gözler şaşı, otoparka inilir. Aceleden arabanın hangi katta bırakıldığına dikkat edilmemiştir. 3 kat da sıkı sıkı arandıktan sonra en son katın bir köşesinde tek başına mağrur beklerken bulunur. O vakte kadar herkes arabasını alıp çekip gitmiştir.

21- Evden içeri girildiğinde kapının önünde palto, ayakkabı, atkı yığınıyla karşılaşılır. Çok şaşılır. Ama bugün Pazar günüdür kasmaya gerek yoktur. Üstlerden çıkanlar da o yığının üzerine atılır. Yığın ayaklar yardımıyla kenara itilir ve salona geçilir.

22- Sandviç ve karamelli mısırlara rağmen karınlar yine acıkmıştır. Ancak kimse mutfağa girmek istememektedir. Masanın üzeri de halen yarı doludur. Bir kenarında ev ödevi malzemeleri ve iki netbook (biri internetten araştırma, diğeri dizi izlemek için) yayılmıştır.

23- Mutfak balkonunda duran mandalina, portakal, elma cinsinden ne varsa ve büfeden de kuru yemiş cinsinden ne varsa getirilip bu sefer sehpanın üzerine yayılır. Tabii önce sehpanın üzerinde 300 kadar, kutusu açık içi dışına çıkmış CD aceleyle bir naylon torbaya doldurularak kenara konur, hemen yerleştirmeye gerek yoktur. Pazar günü kasılmamalıdır. Hem belki gecenin ilerleyen saatlerinde yeniden müzik dinlemek istenebilir. Tam oturacakken proteini eksik olmasın düşüncesiyle yoğurt, süt ne varsa getirilir. Yine tam oturacakken içeceklerin eksik olduğu kanısına varılır. Ancak kimsede hal kalmamıştır. Pazar günü fazla kasmaya gerek yoktur. 1 sürahi su ile idare edilir. Sehpadakiler, tabaklara, kaselere, bardaklara bölüştürülür. Hazır hız alınmışken DVD’ye bir film daha konur ve bu sefer gözler şaşı olmadan rahat rahat kanepelerde uzanarak, yiyerek ve içerek seyredilir.

24- Uykusu gelen toz olur yatar. Gecenin bir saatinde hane halkının üzerinde tüyler uçuşurken, aslında kediler uyurken olacaktı, her şey olduğu yerinde Pazartesi sabahını beklemektedir. Pazar günleri kasmaya gerek yoktur.

Not: Nasıl olur da işe gitmeyen bir bilir kişi Pazartesi Sendromundan yakınır? İşte öyküsü budur.

Bunu derecelendir:

Süt’e Yumurta’ya ve Bal’a Bulandım

08 Pazar Oca 2012

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 11 Yorum

Etiketler

bitti, film yağmuru, hissi, yağmurlu bir gündü, yelken, Yusuf Üçlemesi

Gençlik rekorlarımdan birini kırmaya yeltendim dün. Biraz geç davranmışım. 4,5 filmde kaldım.

Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi uzun zamandır medyatekte yüzüne bakılmadan durup dururdu. Okunmamış kitaplar ve bitmemiş yazı taslaklarından sonra seyredilmemiş filmler arşivine de mi sahip olacaktım?

Öğleden sonraydı. Bir yerlerden bir şeyler dürttü.  Yemek üstüne 1 bardak süt içtim. Belki de o çağrışım yaptı. Belki de okumakta olduğum kitapta geçen başka bir kelime. Öylesine ani oldu bu kararı almak.

Düzene, sıraya, numaralara, küçükten büyüye gitmeye oldum olası bir tutkum vardır. Dolayısıyla bu üçlemeyi sırasıyla seyretmek önemliydi. Hatta alırken dükkancıyla bir tartışmaya bile girmiştik.

Önce Bal’ı seyredeceksin.

Olur mu ya… O en son çıkan film.

Evet, ama Yusuf o filmde 5 yaşında. Diğerlerinde daha büyük.

Sen de haklısın ama çevrilme sırasıyla gitmek daha uygun değil mi? Hani oldu da üçlemede bir sır söz konusu oldu ve bu yavaş yavaş filmden filme açıldı diyelim… En son filmi ilk seyredersem, daha ilk baştan her şeyi keşfetmiş olmaz mıyım?

Bak hiç o yönlü düşünmemiştim. Yine de ben olsam çocukluğundan başlardım.

Birbirimizi ikna edememiş olmanın mağlubiyetiyle ben kasaya yöneldim, o da başka müşterilere doğru yelken açtı. Yani bir zamanlar. DVD’leri elde edinme zamanında.

Dün Bal’ın en son film olduğunu biliyordum. Nedense, Yumurta ile Süt arasında çelişki yaşamadan doğrudan Süt’ü koydum.

Seyrettim. Bitti.

Harry Potter ya da Elm Sokağı katili serisi gibi içimde bir devam hissi moduyla (tomurcuk anlamında) kaldım.

Acilen Yumurta’yı koydum.

İlk dakikalardan itibaren anladım ki… Asıl Yumurta birinci olanmış. Süt değil. O an başımdan aşağı kaynar Süt döküldü sanki. Elimden gelse zamanı geri alacağım. Ve bunu daha önce bu kadar istememiştim. Takık olma durumu bu olsa gerek.

Hop. DVD’yi durduruverdim. Ne yapacağımı düşünüyorum.

Dünya karardı. Zaten hava yağmurlu. İçime bir kasvet çöktü. Benzim soldu. Neş’em gitti. Geri dönüşü olmayan korkunç bir şey başıma geldi.

Uf. Puf. Sıkıntı.

Aklıma hiç bir şey gelmiyor.

Çözümü yok bunun.

5 dakika durduktan sonra, o anda yapılacak tek şeyin Yumurta’ya devam etmek olduğunu kabul ettim. Zaten ilk film. Gerisini sonra düşünürüm, dedim, olmazsa Süt’ü bir daha seyrederim.

Yumurta’dan sonra Yusuf’un öyküsüne iyice odaklandığımdan olsa gerek, şu kadim takıklık konusunun üzerinde  çok fazla durmadan, doğrudan Bal’a geçtim. Bal’da bittikten sonra, oh rahatladım.

Bu üçleme bende tarifi yarı-imkansız bir takım duygu ve düşüncelere kapı açtı.

Yusuf’un öyküsünü çok beğendim.

Yusuf’un öyküsü oldukça durgun anlatılmış. Biraz abartırsak müzikli slayt şov bile diyebiliriz.

Peki öyleyse neden beğendim? Sessiz Sinema favorilerim arasında değildir.

Sonra aklıma 602.gece isimli blogunda Murat Gülsoy’un Bal üzerine yazdıklarını okumak geldi.

Bal: Sanatçının Kadim Dildeki Tarifi

O zamanlar filmi seyretmediğim için okumamıştım. Yazıdan sonra beğenim bir kat daha arttı. Ancak hala daha neden beğenmiş olduğumu bir türlü açıklayamıyorum. Yusuf öyküsündeki gizli saklı tarihsel, dinsel, mitsel simgelerin hiç birisini açık seçik keşfetmiş değildim. Hani Yusuf’un peygamber adı olduğunu bile düşünmedim desem… Peki o zaman ne oldu da beğendim?

Sadece görsellik mi?

Görsel/Yüzeysel olduğumun farkındayım. Yine de öykünün sonlanmasını merakla beklediğimi de biliyorum.

O halde neydi gerçekten beni bu filmlere bağlayan?

Belki de bu soruyu çözdüğüm zaman, yazı konusunda da bir adım daha ilerlemiş olacağım.

Sonrasında Barton Fink’i seyretmeye başladım. 90 yıllarda Fransa’da seyretmiştim. Eminim. Coen Kardeşlerin tek bir filmini bile kaçırmadım. Nedense hafızamda John Turturro’nun yüzünden başka hiç bir kırıntı parçası kalmamış.

Filmin yarılarına doğru hane halkı eve geldiğinden, Barton Fink’i bırakıp başka bir filmi hep birlikte baştan sona seyretmeye karar verdik. Yani şimdi Barton Fink’in devamını ben pazartesi ya da çarşamba izleyebileceğim. Salı günü arkadaş buluşması var.

Kitabını okuduktan sonraya sakladığım bir filmdi:

The HelpTers sırada oldu ama pişman değilim. Yusuf Üçlemesi’nde yaptığım sıralama karışıklığının 1000 de 1’i kadar bile etkilenmedim.

Bazen hayatımın akışı çok garip şekiller alıyor. Bu ben olamam diyesim geliyor.

Bunu derecelendir:

Parça Parça Yaşam

07 Cumartesi Oca 2012

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 8 Yorum

Etiketler

üsküdara gider ikin yolda kara tutuldum, Bu puzzle kaç parça?, gelin, Kirko ile Kriko'nun maceraları, kitap, paramparça, yılbaşı kartları

Fotoğraf: Çekirdek

Her şeye yetişebilen insanlara gerçekten çok özeniyorum. Gündemi takip eden, her yeni filmi gören, her yeni kitap hakkında bir fikri olan, artık ne derecede okuduklarını bilemiyorum tabii, her yeni şarkıyı, diziyi, yarışma programını, sohbet programını derinden deşen, İstanbul’u ve dünyanın başka şehirlerini sokak sokak bilen, bunların arasında günlük sporunu, kişisel bakımını hiç atlamayan, üstüne üstlük çalışan, çoluk çocuk yetiştiren, ek işlere koşan, iki arada bir derede doktora tezini yazan… daha sayayım mı?

Gerçekten böyleleri var ve aklım sırrım ermiyor bu kişilere.

Nasıl yetişirler?

Zaman onlar için farklı mı akar?

Tamam, tembel olduğum başından beri belli. Hiç inkar etmedim.

Yine de karınca kararınca kendi çapımda bir şeyler yapmaya çalışıyorum.

Nereden tutsam diğer bir uç elimden kayıp gidiyor.

Üç sabahtır yazıyorum diye, yürüyüşler heba oldu. Evde yemek kalmadı. Alışveriş zul haline geldi. Verilen kilolar alındı. Başlanan kitaplar yarıda kaldı.

Bu kadar sitem yeter. Bir şekilde çözüm bulacağım.

Acaba şu blog’un mottosunu, Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum, değiştirsem her şey düzelir mi?

Bilmem ki…

Evrenin beni duyduğuna inancımı keseli çok oldu.

Aslında Kriko’yu dinlemenin belki de tam zamanı. Kaynanalık yapmasam da acaba söylediklerine canı gönülden bir kulak mı versem!

Kriko ortaya çıkana kadar biz oğlumla, Kirko, geçinip gidiyorduk. Yataktan kalkar, salondaki kanepeye yatardık. Bol film seyreder, kitap okurduk. Çalışmayı sevmezdik açıkcası.

Hani başlarda Kriko gelin gelince bir an sevinmiştim, o bize bakar böylece biz de tembelliğimizi iyice sağlamlaştırabiliriz diye…

Ve fakat, lanet gelin hamarat çıktı. Kendi çalışması yetmiyormuş gibi Kirko’yu da ayarttı.

Eh, ayartsın sana ne diyeceksiniz?

Olmuyor işte, yalnız kaldım.

Bunca sene bağrıma bastığım oğlumu aldı gitti gudubet olacası…

Bari iyice kopup gitseler, gözden ırak gönülden de ırak diyeceğim ama içime yerleşmişler bir kere…

Hele torunlar dur durak bilmeden kıpraşıp dururlar. Böyle olunca da onları susturmaya çalışmaktan hiç bir şeye vakit kalmıyor.

Sevgili Günlük. Derdime Bir Çare.

Evlattan da vazgeçecek durumlara geldim. Kirko’yu söküp atacağım içimden. Ancak diğerlerinin daha beter yapışmış olduğuna ve kolay kolay gitmeyeceklerine inancım büyük. Tabii, istediği yaygarayı koparıyor Kriko. Gider mi? Ekmek elden su gölden. Onların ekmeği benim kanım, suları canım. Semirdikçe semiriyorlar.

Bu sabah işte böyle bir mod’dayım. Bu kelimeyi biçim, tarz, keyif ve/veya keyifsizlik anlamında kullansam da biraz önce “tdk sözlüğüne bak” nidaları yükseldi içimden. Bakmakla ne iyi etmişim şimdi açıklayacağım.

Türkçe içinde yabancı kaynaklı kelime kullanmaktan acayip hoşlanırım. Severim. Sonra da o Türkçe’mizi koruyan, bozulmasına acayip sinirlenen bir grup insana bir yandan hak verir, bir yandan da kızar, at gözlüklerini takındıklarına kanaat getirir ve maalesef öfkelerine hedef olmaktan korkarım. Acayip yurdumun insanı çelişkilerindeyim anlaşılacağı… Yine de bazı yerleşik yabancı kaynaklı kelimelerimden vazgeçemem. Mod’da bunlardan bir tanesi. Biraz önceki tdk büyük sözlük araştırmalarımda şu karşılığı buldum.

“Tomurcuk”

Nasıl da uydu duruma.

İçeride bir yerlerde tomurcuklanan fikir, düşünce, vs kırıntılarıydı bu mod. Tabii ya! Ve bu kırıntılar, o andaki tarzımı, üslubumu oluşturuyordu. Yani kelime yabancı ya da ulusal aynı kapıya çıkıyor. Oh içim rahat.

Bir de şunu keşfettim: insan isterse her şeye bir kılıf uydurur. Yeter ki istesin.

Kıssadan hisse: Her hangi bir nesne, fikir, kavram, kişi, canlı, cansız değerlendirmesi yaparken kılıfı ve özü şeklinde ikiye ayırmalı. Meşakkatli bir iş gerçi. Çoğunlukla kılıf ve öz bir birine kaynamıştır. Ama yine de…

İki gün önce postacı 3 kart daha getirdi. Darası birilerinin başına.

Biri Tesettürde Moda mı Dedi 🙂. Zarif ve eflatun kurdeleyle bağlanmış mor el yapımı bir kart. İçindeki mesaj karttan da güzel.

Yollarımın Başlangıcı. O çok sevdiğim kuzey kasabalarından biri daha. Arka fonda neredeyse kuzey ışıkları görülecek. Umut var.

Hayattan İzler. Tüm düşlerimin gerçek olmasını isteyen sevimli bir ayıcık. Her yeni yıl, yeniden doğuşu simgelemez mi?

Not: Yazının, fotoğrafın ve başlığın birbirleriyle ilişkisi yoktur. Boşuna aranmasın. Bu yap-boz daha başından bozuk çıkmıştır.

Bunu derecelendir:

5/101 Kitap: Bülbülü Öldürmek

06 Cuma Oca 2012

Posted by Qunegond in 101 Kitap, Günlük

≈ 15 Yorum

Etiketler

Bülbülü Öldürmek, Harper Lee, ideefixe, kitaplar, mahalle, siyah beyaz karşıtlığı, to kill a mockingbird, truman capote

Madem ki Solgun Ateş’le işimi bitirdim, listenin beşinci kitabını ilan etmek farz oldu. Bu sefer eski edinimlerime baş vurmak yerine son kitap fuarında bulup almış olduğum Harper Lee’nin Bülbülü Öldürmek kitabında karar kıldım. Her zamankinin aksine bu kararı almak zor olmadı. Hatta şu yeni karar sarkacına bile başvurmadım. İlerleme var diyeceğim ama aslında değil.

Şu sarkacı tavsiye ederim. Kişilik tespitinde bire bir. Hani bana hep Ask a Friend. Bir arkadaşa danış çıkıyordu ya, işin aslı Bülbül kitabını da bana blog arkadaşlarım çok önceden yarı kapalı yarı açık bir şekilde belirtmişlerdi.

101 Kitap listesini günlüğe ilk koyduğumda Leylak Dalı başta olmak üzere bir çok dost, yorum ya da mail adresime doğrudan cevap yollayarak bu kitabın harika olduğunu ve bir an evvel okunması gerektiğini söylemişti. Anlaşılacağı bir arkadaşa danış kehaneti yine gerçekleşmiş oldu.

Bülbülü Öldürmek’i bu sene Tüyap’tan aldım ama ideefixe’te şimdiden “tükendi” etiketini yapıştırmışlar. Ancak Oda Yayınları’nın baskısı hala mevcut. Şimdiye dek benim gibi okumamış olanlar, umutlar yıkılmasın dedim.

Kitabın adı: Bülbülü Öldürmek / To Kill a Mockingbird

Yazarı: Harper Lee

Çevirmen: Gülhan Taşlı

Baskı: 5. Basım/ Temmuz 2011

Yayınevi: Altın Kitaplar

Parantez içinde Harper Lee bir kadınmış arkadaşlar. Ben erkek zannediyordum. Nedense? İşte fotoğrafı: bbc.co.uk sitesinden alınmıştır.

Kitabın ilk basım yılı: 1960

Lee 1961 yılında Pulitzer Ödülünü kazanmış. Kitabın filmi ise 1962 yılında Altın Küre ve 3 Oscar’a layık görülmüş. Truman Capote ile çocukluk ve mahalle arkadaşı olan Lee, bu kitabındaki bir karakteri, Dill, ondan esinlenmiş. Capote’nin Soğukkanlılıkla romanı için araştırma asistanlığı yaparak arkadaşına yardımlarda bulunmuş. Hatta bu öykü Capote ve Infamious isimli filmlerde anlatılmış. Capote’de (2005), Lee’yi Catherine Keener, Infamious’ta (2006) ise Sandra Bullock canlandırmış. Her iki filmi de görmedim. Yuh bana diyorum. Bir de Bullock’u sever geçinirim. Sesine ve tonlamasına hayranım.

Sayfa sayısı: 319

Arka kapak tanıtımı:

Kütüphaneciler tarafından yüzyılın en iyi romanı seçildi. – Library Journal

“İstediğiniz kadar şakrak kuşu vurabilirsiniz ama bülbülü öldürmek günahtır, bunu asla unutmayın.”

1930’lar Amerika’sı. Güney Eyaletlerinden birinde bir zenci, beyaz bir kızın ırzına geçmekle suçlanır. Tecavüz suçunun cezasının idam olduğu bu eyalette, suçlanan delikanlı tümü beyazlardan oluşan bir jürinin karşısına çıkarılacaktır. Ve bu eyalette şimdiye kadar hiç bir jüri bir beyazla bir siyahın karşı karşıya geldiği herhangi bir davada siyahlardan yana karar vermemiştir.

Ön yargılar, şiddet ve riyakarlıkla beslenen Güneyli erişkinlerin ırk ve sınıf ayrımı konusundaki mantıksız yaklaşımlarını Scout adındaki küçük bir kız çocuğunun ağzından keyifli bir dille bize aktaran roman, aynı zamanda insanların vicdansızlığına tek başına karşı koyan bir adamın mücadelesini de anlatıyor.

Kırktan fazla dile çevrilip tüm dünyada otuz milyondan fazla satan roman, 1961 yılında Pulitzer’i, Gregory Peck’in Avukat Atticus Finch rolüyle ölümsüzleştirdiği filmiyle de 1962 yılında Altın Küre’yi ve 3 Oscar ödülünü kazanmıştır.

“Bir edebiyat fenomeni…” – Vogue

“Zekice kurgulanmış sıra dışı bir roman…” – Time

“Böylesine mükemmel bir roman kolay kolay yazılmaz. Bir solukta okuyacaksınız…” – Chicago Tribune

İlk paragraf:

Ağabeyim Jem on üç yaşındayken, kolu dirseğinden çok kötü kırılmıştı. İyileşip de bir daha asla futbol oynayamayacağı korkusu yatıştıktan sonra sakatlığını neredeyse unuttu. Sol kolu, sağından bir parça kısa kalmıştı. Ayaktayken ya da otururken, elinin ayası bedeniyle dik bir açı yapacak biçimde ayrık dururdu. Ama o top oynayabildiği sürece bunlara hiç aldırış etmezdi.

İlk paragraftan başka, kitabın abaşında yer alın bir alıntı ve Lee’nin kendisinin yazdığı önsöz de kayda değer:

“Sanırım avukatlar da bir zamanlar çocuktu…”

Önsöz:

Bülbülü Öldürmek’te giriş bölümü yok çok şükür. Bir okur olarak giriş bölümlerinden nefret ederim. Bana göre, önsözler ancak, yazarın ölümünden ve eserin yayımlanmasından çok uzun yıllar sonra yeniden basılan romanlara yakışır. Her ne kadar bülbülü Öldürmek yazılalı çok zaman geçmiş olsa da, 51 yıldır baskısı hiç tükenmedi ve geçen yıllar içinde çok sessiz kalmış olsam bile, ben de henüz hayattayım. Önsözler kitaptan zevk almayı engeller, beklentinin heyecanını öldürür, insanı hayal kırıklığına uğratır. Önsözlerin tek iyi yanı, bazı durumlarda romanın yaratacağı şoku ertelemesidir. Bülbülü Öldürmek anlatması gereken şeyleri hala tek başına anlatıyor; yıllardır herhangi bir başlangıca ihyiyaç duymadan yaşamayı da başardı.

Harper Lee.

Not: Anlatması gereken şeyleri HALA tek başına anlatması iyi bir şey mi yoksa kötü mü karar veremedim. Okuduktan sonra umarım. Olmadı karar sarkacına danışırım. O beni benden daha iyi tanıyor gibi, şimdilik…

Yazar Üzerine:

Harper Lee, 1926 yılında Monroeville, Alabama’da doğdu. Huntingdon Koleji ve Alabama Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Bir kaç kısa öykü yazdıktan sonra ilk ve tek romanı olan Bülbülü Öldürmek’i kaleme aldı.

Bunu derecelendir:

4/101 – Solgun Ateş Hakkında

05 Perşembe Oca 2012

Posted by Qunegond in 101 Kitap, Günlük, okuduklarım

≈ 11 Yorum

Etiketler

101 Kitap, Bulanık gerçekler, Nabokov, nereye gider?, Oğuz Atay, sanat nereden gelir, Solgun Ateş, Tutunamayanlar

101 Kitap Projesiyle uzun süre ilgilenemedim ama bir o kadar da unutmadım. Solgun Ateş’te takılıp kalmamın sebebi neyi nasıl yazacağımı bilememekten ötürüydü.

Ne yapacağımı bilmiyorsam hiç bir şey yapmam.

İşte bu tarz en kıl olduğum özelliklerimden biridir. Neyse, bu sabah yeterince beklediğime ve artık iyi ya da kötü başka 101 kitaplarına doğru ilerlemenin vakti geldiğine inanarak bu kitap hakkında bir şeyler düşünmeye başladım.

Okuduğum her bir kitap üzerine yazarken, kitabın içinde taşıdığı sırları, oyunları, şaşırtmacaları açığa çıkarmamaya oldukça özen gösteriyorum. Hatta, kitaplar hakkında eski yazılarımı okuduğum zaman bazı şeylerin üzerinden öyle üstü kapalı geçtiğimi fark ediyorum, ki zaman aşımına uğramış hafızamla kendim bile açamıyorum konuyu, kitabı hiç okumamış okuyucu ne eylesin bu durumda? Yine de böyle, pek fazla açık vermeden, genel konuşmaya devam diyorum. Gerçi yazar ustaysa eğer, kelimeleriyle beni öylesine büyüler ki, olay örgüsünü başkalarından bin kere bile duymuş olsam  yine de ilk defa okuyormuş gibi heyecana kapılırım.

Solgun Ateş’e geliyorum; bu kitap bir baş yapıt. Ülkemizde neden pek fazla ilgi görmediğini de anlamış değilim. Bulabilmek için çaba gösterdim. En sonunda Beyoğlu’ndaki Mefisto, bir arkadaşım ve bana ısmarlama bulup getirdi.

Kitap üzerine ön yazıda daha fazla detay var. Solgun Ateş.

Daha önce de bir çok okuma katmanlı kitap okudum ama hiç biri bu kadar fazla katmanlı gelmemişti bana. En yalın katman şunu anlatıyor: Charles Kinbote ölen şair arkadaşı John Francis Shade’in son eserini yorumlayarak bastırır. İşte elimizde bulunan bu kitap da o kitaptır. Diğer katmanlardan burada bahsetmeyeceğim ancak biline ki satırlar ilerledikçe inanılmaz keşifler ortaya çıkıyor.

İlk bakışta, Sanat ve Eleştiri üzerine düşüncelerin akıtıldığı bir roman gibi görünmesine rağmen bana kalırsa Nabokov, daha çok gerçek nedir?, nereden gelir?, kim söyler?, kaç çeşit gerçek vardır?, sahte gerçek, gizli gerçek ve aldanma ile olan ilişkileri ne düzeydedir?, gerçeğin gerçek olduğu nasıl kanıtlanır?, gerçek ne kadar inandırıcıdır, görünen gerçek, vs üzerine sorgulamalarda bulunmuş. Ve bunu da öyle güzel yapmış ki polisiye roman gibi okudum desem yeridir.

İnternette dolanırken forumların bir tanesinde “Nabokov is a Jerk” yazılı bir mesaja rastladım. Gülümsemeden edemedim. Ben de aynı fikirdeyim ama nüans farkıyla. Daha sevimli, hani belki ‘edebiyat fırlaması’ tabir edilebilecek cinsten bir Jerk bu.

… o gece, (bir bakirenin kızlığını yoklayan yaşlı acımasız bir çobanın parmaklarını anımsatırcasına) kaderin parmaklarının, kendisini yokladığını hissetmişti;…

Bu arada Nabokov zaman zaman Kader ve Alın yazısı denileni de oldukça sorguluyor. Ama dediğim gibi beni en çok ilgilendiren gerçeklik üzerine yaptığı oyunlar oldu. Bu katmanda kaldım ben.

Kıssadan hisse, korkarak yaklaştığım bir kitap olmasına rağmen, dış görünüşü berbat, saman kağıt, özensiz baskı, küçük yazılar, vs…, okuduğuma pişman değilim. Hatta beğeni sıralamasında Fransız Teğmenin kadını ile başa baş geldiğini söyleyebilirim. Hangisini üste yerleştireceğimi bilemiyorum.

Bu arada kitabın çevirmeninden bahsetmesem olmayacak. Dip notlarıyla bana Yekta Kopan’ın Karbon Kopya’sının ilk öyküsü “Çevirenin Notu’ndaki çevireni aklıma getirdi, ki en favori öykülerimden biridir. İlk okuduğumda yok olmaz böyle bir şey demiştim. Solgun Ateş’in çevirmeniyle böyle bir kişiliğin var olduğunu şaşkın gözlerle izledim. O kadar ki, birazdan paylaşacağım bir kaç tanesini, önce inanamadım ve Nabokov’un bir oyunu zannederek Solgun Ateş’in ingilizce baskısını buldum, kontrol ettim. Çeviren Notu falan yok. Tamamıyla Türkçe boyutu bu. İşte bir katman daha. Belki ileride başka bir çevirisi yapılabilir, aman kaçırmayın bu baskıyı alın, okuyun, her evde bulunsun derim. Tabii belirtmeme gerek yok belki ama yine de sağlama alayım ben durumu; Yekta Kopan “Çevirenin Notu” öyküsünde çeviri sanatının doruk noktasına ulaşmış. Tavsiye ederim.

İlk olarak 37. sayfadaki dip not ilgimi çekti, özellikle de son satırı:

“Sultan” yerine aslında “hayran olunmaya değer” demek, sözcük anlamına daha uygun olurdu; çünkü İngilizce metinde bu sözcük, “Admirable”‘dır. Ama özel isim gibi büyük harfle başlatılmıştır. Açıklamalar bölümünde Charles Kinbote, bu sözcükle “Admiral” (Amiral) sözcüğü arasında ilişki bulunduğunu belirtiyor; ben de, ona güvenerek “Admirable-Admiral” çiftinin anlamlarını “Sultan” sözcüğüyle karşıladım. Sanmam ki Kinbote, bir çok kez yaptığı gibi bu kez de yalan söylemiş olsun! – Çev.”

39. sayfasaki dip not üzerine iyice işkillendim:

“Okuyucuların, Kinbote’nin bu dizelere ilişkin açıklamalarına başvurmalarını istemekten başka şey gelmiyor elimden! – Cev.”

63. sayfa:

“Will sözcüğü istek, irade anlamına gelir. Ama Kinbote’nin açıklamasına inanacak olursak bu sözcük, Shakespeare’ın küçük adının (William) kısaltılmışıdır. Kinbote’ye inanmakla onun oyununa gelmiş olacağımdan korkuyorum! – Çev.”

75. sayfa:

“‘Zindandaki canavar’ şairin katili olsa gerek. Bu canavar hakkında ‘iğrenç söylentiler’ yayanlara kızan Kinbote, katili savunmuş olmuyor mu?… – Çev.”

Şu son ikisine iyice koptum. Nabokov’dan hoşlanmayan bile sırf şu çevirmen notları için bu kitabı okumalı:

81. sayfa:

“‘Muskat’ (Misket) sözcüğünü Kimbote, ‘mouse’ (fare) ve ‘cat’ (kedi) diye ayırıyor, ama bundan hiç bir şey anlamadım ben. – Çev.”

85. sayfa:

“Prenslik bağışladığına göre Kinbote, Zembla’nın son kralıdır aslında; ama kendisini kral sayan bir manyak da olabilir. Bunu, eğer anlayabilirsek, sonraki sayfalarda anlayacağız. – Çev.”

Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ındaki Solgun Ateş’e benzer kantoları ve açıklamalarına gönderme yaparak ‘Tutunamayanlar özgün değildir’ iddialarına cevaben söylemek istediğim de şu:

Her iki kitabı da okudum. Tutunamayanlar’da, Murat Gülsoy’un da ilgili yazısında, Tutunamayanlar Özgün Değil mi?,  altını çizdiği gibi diğer edebi metinlere ve ustalara bir çok gönderme var, ki Gülsoy bu göndermelerden bir alt metin okuması gerçekleştiriyor. Atay’ın, Solgun Ateş’e görünüşte benzer bu anlatım tarzı da bu göndermelerden bir tanesi ve bana kalırsa Tutunamayanlar’ın özgünlüğüne leke sürmüyor. Nedenine gelince…

Nabokov’un bilerek, isteyerek ve ayrıca harikulade bir kurguyla gerçek kavramını bulandırdığı, bulanıklaştırdığı bu baş yapıt Solgun Ateş’e, Atay tarafından yapılan gönderme, ustaya karşı bir saygı duruşu olarak sınıflandırmalı. Her ikisini de okumuş olanların atlayamayacağı bir korelasyon var arada:

Nabokov ve Atay, bilinen gerçekleri, bilerek ve isteyerek bulanıklaştıran, okuyucunun zihnini keyifle bulandıran yazarlardandır.

Nabokov’dan son bir alıntı daha:

SHADE: Yedi korkunç günahın tümü, küçük suçlardır; ama onların üçü yani Kibir, Şehvet, Aylaklık olmasaydı şiir sanatı belki hiç doğmazdı.

Füsun’un Notu: “muskat, misket; hayatın ikilemini veren en güzel kelimelerinden biridir. kedi ve fare gibi iki ezeli düşmanı bünyesinde barındırır. füsun’un notu. sevgiler.”

Bunu derecelendir:

Kararsız Kaldığımın Resmidir

04 Çarşamba Oca 2012

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 4 Yorum

Etiketler

aklıma geldi de deli tabir edilenlerin bedenleri tutsak ruhları özgür, saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük

Şu karar alma aleti gelene kadar böylesine kararsız olduğumu algılayamamışım. Her ne kadar kendimi iyi tanırım şeklinde övünsem de bazen, hatta çoğunlukla etrafımdakilerden farklı görüşler alıyorum.

Dünkü kararlılığımdan sonra bu sabah acayip uçlamalara düştüm. Uçlamak diye bir fiil yok sanırım. Bari açıklamasını da yapayım. Bir kaç saniye içinde bir uçtan diğerine defalarca gidip gelmek. Bu fiile genellikle Terazi burcundan olanlar yakalanır. Teraziler arasında bile farklı hızda ve tipte olan çeşitlemeleri  sık görülür.

Saati 5:30’a kurdum 6:00’da kalktım. Bir türlü karar veremedim.

Hemen gidip bilgisayarı açtım. Yazacağım.

Peki ne yazayım?

Bilmem. Daha önce de söylemiştim, anlatacakların çok olmasıyla hiç olmaması aynı sıcak ve soğuk yalamasının tende yaptığını ruhta gerçekleştirir.

O zaman bir kaç blog okuyayım.

Dalmışım. Kalkıp kahve koydum. Aklım başıma geldi.

Biliyorum saat 8:30’da yürüyüşe çıkacağım. Feng Shui’ci arkadaşım, çarşamba sabahları yoldaşım.

Bir ara duş almam lazım.

Bugüne şu hedefi koydum: Romanın ilk 50 sayfasını bir oku bakalım da ne yazmışsın öğrenelim.

Öykülerine şimdilik dokunma. Onlar biraz daha pişsin.

Sanki ocağa koydum da…

Öykülerimin merkezlerinin bulunmadığı kanısına vardım. Büyük ihtimal romanda da olmayacak. Hani olacaksa da ben henüz bulamadım.

Gerçi, bu roman Soap Opera  olsa bile razıyım da, Arap Soap olmasından korkum.

Kahve de kesmedi. İyisi mi ben bir duşa gireyim.

Tam ayağımı küvetten içeri atıyordum ki, aklıma geldi.

Nasıl olsa 3 gün sonra bütün aldığım kararlardan vaz geçeceğim, o zaman neden bu kadar kafa patlatıp irade kullanmaya çalışıyorum ki, şimdiden pes etsem ya…

Yine de bunu düşünür düşünmez kötü bir mağlubiyet dalgası gelip geçti yakınımdan. Elimi sallayıp kovuşturdum hemen. Kovmak mastarını, mesela sinek,  esas alan anlamda kullandım. Soruşturmayla yakından uzaktan ilgisi yok.

Şu an kahvaltıya başlamış olmam lazım ki yürüyüşte aç-bi-ilaç baygınlıklar geçirmeyeyim. Karar aletime sordum:

Kahvaltıya gitmeli miyim?

Sarkaç halen sallanıyor. Birazdan cevabı vereceğim. Ona göre ya devam ederim, ya da burada keserim bu sabah.

Definitly. Kesinlikle, çıktı.

Kusura bakma günlük.

Daha yazacaktım ama…

Elim kolum bağlı.

Kehanet büyük yerden.

Yazdıklarıma şöyle bir baktım da; ben mükemmeliyetçi miyim, değil miyim karar veremedim.

Arkadaşlarım evet öylesin diyor, bense tam aksini savunuyorum.

Bugüne kadar karşılaştığım mükemmeliyetçilere hep deli muamelesi yaptım.

Yoksa ben de onlardan biri miyim?

Bunu derecelendir:

Yeniden Doğuş

03 Salı Oca 2012

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 15 Yorum

Etiketler

başarı öyküm, benim de artık 2 lamynantım var, slayt şov, time'ı manage ettim, yeni yıl kartı dediğin böyle alınır

Zamanımı istediğim, daha doğrusu gerektiği şekilde henüz ayarlayamadım, tam bitmedi ama büyük bir kısmını başardım. Artık dışarı çıkarken cep telefonumu uzun süreler aramıyorum, mesela. Hiç aramıyorum diyebileceğim günleri sabırla beklerken tasarrufunu yaptığım saatler 3’e yükseldi. Öyle ki, geçenlerde ne yapacağımı bilemedim. Salonda oturup boş boş duvarlara ve/veya tavana baktım. Tabii bu zamanı elde edebilmek için önce Feng Shui’den geçmem gerekti. Bundan böyle 15’in üzerinde kağıt makasım yok. Saklama kaplarım sadece ve sadece 1 raf işgal ediyor. Bardak ve kupalara henüz çözüm bulamadım. Oyuncaklar, kalemler hatırı sayılır derecede azaldı. Bu arada başka çocukları da memnun etmiş olduk. Boş defterlerin sayısında henüz bir azalma yok. Kütüphanenin iki rafı üzerine yerleştirdiklerime şöyle kabaca bir sayım yaptım. 50 adetin üzerinde. Yarına fotoğrafla belgelerim daha inandırıcı olsun istenirse… Anlaşılacağı cep telefonumu ya da herhangi bir eşyayı belli bir yere koymamamın değil koyamamamın sebebi her boş alanın her an bin türlü eşya ile dolma potansiyelinin olması ve dolması.

Yine mesela 7 tane plastik leğenden kurtuldum. Temizlik malzemelerimi başlıca 3-5 çeşide indirdim. Sanki çok ev işi yaparmışım gibi. Sanki malzemeleri alınca ev kendiliğinden temizlenecekmiş gibi. Ne saflık.

Canla başla biriktirdiğim plastik poşet, torba tabir edilen her türlü taşıma aracı, potansiyel çöp torbalarından kurtuldum. Potansiyel diyorum, market poşetleri bizde çok çok mecbur kalınmadıkça çöp poşeti olarak kullanılmaz. O zaman neden saklanır? Bilmiyorum ama saklıyorum. YORDUM. Bu seneye kadar.

Lüzumsuzluk saymakla bitmez. Vaktimi tasarruf ettim dediysem bu kadar da değil. Ayrıca araya yeni yıl tatilinin girmesi tüm programı allak bullak etti.

Neden?

Bizde tatil uzun. İki hafta önce bir Perşembe günü başladı. Bu Perşembe son bulacak. Tatil zamanı nedense, sanki beni ilgilendiriyormuş gibi, üzerime bir mahmurluk çöker. Ev kalabalık oldukça önce yatağa, oradan koltuğa yapışasım gelir. Yürüyüşler zul olur.

Baktım olacak gibi değil.

Bu sabah saati yine 5:30’a kurdum ki kalkıp yazabileyim. Heyecandan sabahın 4’ünde uyandım. Kalkmadım. Uyku ile uyanıklık arası mücadele ederek bir güzel rüya gördüm. Bu aralar Freud’un Rüya Yorumları’nı okuyorum. Henüz kabaca analizlerdeyim. Buradan çıkarımla kesinlikle belirtiyorum: üzerim açık kalmış. Yalan da değil hani. Üzerimi bilerek açtığımı hatırlıyorum. Öylesine bunalmıştım sıcaktan. Eh, rüyada da öylesi bir bunalım takıldım. Yeniden Fransa’ya yerleşmeye gitmişik. Ama ben hüngür hüngür ağlıyorum. Vatanım Vatanım. Duyun da inanmayın.Sonra Kiki yine bebek olmuş. Ve fakat biz artık büyüdü, nasıl olsa yeniden bebek olmaz diyerek kışlık pilotlarını (tulum) vatanımızdaki evde bırakıp gelmişiz. Yenisini alacak paramız yok. Çocuğu sokağa çıkaramıyorum. Her yer kara kış. Dolayısıyla ben de sokağa çıkamıyor, evde oturuyorum. Bunalıyorum. Bunalıyorum.

Ne anlatacaktım nerelere geldim.

Yılbaşı bol hediyeli ve kartlı geçti.





WordPress bu arada bir takım yeni özellikler oluşturmuş. Tüm fotoğraflardan yukarıdaki şekilde bir galeri oluşturdum. Bir de slayt şov var. Becerebilirsem en sona yerleştireceğim. Blogspot’u bıraktığıma pişman değilim.

Neyse ben şimdi gene tek tek takılayım.

Bunlar hediyeler.

Ortada görünen bir kırmızı ve bir siyah 2 Lamynant. O kadar lafını edince farz oldu tabii. Kırmızı olan medium. Bana göre ince. Diğer siyah kalın, yani normal. İnce yazmaktan hoşlanmam zannediyordum, yanılmışım. Bu arada sadık Lamy’nin pabucu dama atılmadı. 3’ünü de diziyorum masamın üzerine. Her sayfayı biriyle yazıyorum. Yağı bol bulan esmer misali.

Bu seneki hediyelerin hepsi sansasyonel. Hangi birinden bahsetsem?

İkincisi Karar Verme Aleti. Decision Maker. Bu Çekirdek’ten. Düşünmüş ve bundan böyle tereddütlerde kalmaz, kararları çabuk alırsa daha kolay ilerler demiş. İyi düşünmüş. Sana hayatta başarılar bakışları altında ilk denemelerimi yaptım. Düzenek çok basit. Mıknatıslı bir sarkaç, sarkaçlara olan ilgim de göz ardı edilmemiş.

Aklıma gelen ilk soruyu sordum:

Blog yazmalı mıyım?

Hayır bir türlü karar veremiyorum da…

Ask a friend. Bir arkadaşa danış.

Durum şu tabii: Bir adım bile ilerleyemedim. Bizimkilere sordum. Evet dediler. Ama onlar friend değil family.

İkinci soruyu yapıştırdım:

Kitap yazmalı mıyım?

Ask a friend. Bir arkadaşa danış.

Haydaaa…

Hani karar vermede çabukluk söz konusu olacaktı. Bu alet beni hiç tatmin etmedi. Denemeleri için başkalarına pasladım. Ve lakin türlü türlü cevaplar. Yes’ler. Evet’ler. No way’ler. Hiç şansı yok’lar. Definitly’ler. Kesinlikle’ler. Kimseye Ask a Friend çıkmadı. Hatta ve hatta Maybe. Belki bile çıkmadı.

Verin şu aleti bana, dedim sinirimden paramparça.

Deminki sorulara sen bir arkadaşa danış gelmemiş de sanki sarkaç Try again. Bir daha dene. üçgenine takılıp kalmış gibi yapayım dedim. Aynı soruları sordum ikişer kez ve her seferinde aynı cevabı aldım. Ask a friend.

Şimdi bu durum kader değildir de nedir?

Kiki sen hile karıştırıyorsun. 1 soru 1 defa sorulmalı, buyurdu.

Bunun üzerine yeni 1 soruya geçmeyi uygun buldum.

Bu yıl kitabım basılacak mı?

YES. Evet.

Evet çıktı ya… İnanabilir miyim?

Bu soruyu sormadım tabii. Hayır gelmesinden korktum. Ya da Bir arkadaşa danış tavsiyesinden. Şimdi bile elim titreyerek yazıyorum.

Hayal işte.

Neden mi?

Daha kitap yok ki ortada, ne basılacak?

Yüz ifadem mi?

Neyse, yine de sevindirik oldum. Bundan böyle elinde cam küre gezen kahinler gibi şu karar sarkacıyla gezmezsem…

Bu arada çok ilginç bir şey oldu. Ama öncesini anlatmalıyım. Geçen akşam Çekirdek’le televizyon seyrederken aniden bana döndü ve Kulağım Çınladı, dedi.

Bu lafı hep duyarım ama hiç yaşamadım. Nasıl bir şey dedim.

Anlattı.

Çan gibi.

Bilgilendim.

Uçakta gibi, dedi.

Pek anlam verememekle birlikte haa dedim.

Biraz evvelki satırları yazarken kulaklarımda garip bir şey oldu ve etraf derin sessizliğe büründü. Fakat, 1-2 saniye sürdü. Ve ben de anladım ki kulaklarım her daim çınlar dururmuş. İşte o yüzden kulak çınlaması nasıl olur bir türlü anlayamazmışım. Bunu şimdi anladım.

Kulağım çınladı dediğim zaman biline ki, beynim sessizliklere gömüldü.

Diğer hediyeler:

3 magnet. Buzdolabı mıknatısı.
Mostar Köprüsü.
Viyana.
Mr&Mrs Camel. Bahreyn Hatırası

3 Kitap Ayracı. Nerede ayraç görsem; ya alırım ya da önünden koparıp almaları gerekir beni.

1 Yüksük. Mostar Köprüsü. Koleksiyonuma nadide 1 parça daha eklendi.

1 çift Kahverengi Deri Eldiven. Geçen kış başında, benimkileri kaybedince çingene pembesi yünlerle dolaşmak zorunda kaldım. Öyle söylenmişim ki…

1 çift üçgen-elmas-gümüş-nokta küpe.

Bu çift lafına da pek gülerim. Sanki teki olurmuş gibi.

Kendime 1 tek ayakkabı aldım. Ama bu sefer sağ tekini seçtim.

2 Moleskine ajanda. Biri küçük. Biri büyük. Küçük olanda günlük bütçe hesaplarımı tutuyorum. Büyük olandaysa günlük ruhsal dalgalanmalarımı. Ancak yetiyor.

1 Prag Mezarlığı. Aslına bakarsanız bu kitap çikletten değil ajandadan çıktı. Küçük ajandayı aldığımda hiç ses etmedim ama ben zaten aynısını 15 gün öncesinden kendime almıştım. Planlama yapmadan duramam ki… Ertesi sabah allem ettim kallem ettim ve ajandanın satın alma fişini ele geçirdim. Dün öğleden sonra da değiştirmeye gidip kendime Umberto Eco’nun işte bu kitabını aldım.

Bu arada en önemli hediyeyi unutmuşum. Araya saplama yapıyorum. Aff’ola. O da Çekirdek’ten.

Marilyn Monroe Film Koleksiyonu.

İçinde neler var neler?

En istediğim The Final Days isimli belgeseliydi. Seyretmediğim tek DVD. You Tube’larda araştırıyordum.

Some Like It Hot – Bazıları Sıcak Sever
River Of No Return – Dönüşü Olmayan Nehir.
Gentlemen Prefer Blondes – Erkekler Sarışınları Sever
Niagara
Let’s Make Love – Gel Sevişelim.
Bus Stop – Otobüs Durağı
How To Marry A Millionnaire – Milyoner Avcıları
There’s No Business Like Show Business – Sahne Aşıkları
The Seven Year Itch – Yaz Bekarı
Don’t Bother To Knock
Marilyn Monroe: The Final Days – Marilyn Monroe’nun Son Günleri

Hemen birini seyrettim bile…

Kiki’nin hediyelerine gelince onlar ayrı bir kalem yazı/fotoğraf:

1 adet Hindistan Cevizli Vücut Zımparası

1 adet Paris’te Aşk temalı Banyo Köpüğü

1 adet Vanilya kokulu Vücut Losyonu.

Hepsi Bath&Body Works dükkanından. Bu mağaza bizim buralarda yeni açıldı. Daha önceden de böyle mutfak malzemeli beden bakımlarım oldu ama bunların farkı kokularının rafine olması. Şu demek yani; ince burunlar için. Sürdükten sonra buram buram değil, belli belirsiz bir vanilya kokusu alıyor bedeni ya da hindistan cevizi. Paris’in kokusuna gelince onu ayırt edemedim ne yalan söyleyeyim. Halbuki o kadar da gitmişliğim vardır. Hiç biri, Lale ve Elma tomurcukları mevsimine denk düşmemiş demek ki… Bir Pembe şampanya rengi tanıdık.

Şimdi sıra kartlarda:

Bu yılbaşı Leylak Dalı’nın yeni yıl kartı etkinliği‘ne katılarak hem ruhumu güçlendirdim, hem de apartmandaki itibarımı. Eh, herkeslere fatura gelirken blog arkadaşlarımdan bana iyi dilek kartları yağdı. Değil apartmanda bizim postacının kapsama alanındaki tüm sokaklarda parmakla gösterilir oldum.

Özetle hepsi birbirinden güzel. Kimi el yapımı, kimi çarşı işi, ama hepsi özenle yazılmış ve gönderilmiş. Sorumlularına nasıl teşekkür etsem azdır. Böylesine bir etkiyi beklemiyordum.

Yukarıdaki ilk 6 kart, soldan sağa ve yukarıdan aşağı:

1- Defter. Harika 1 Noel Simidi. Arka fondaki dolaba bayıldım. Tam tarzım.

2- Mayrı’nın El Emekleri. El emeği göz nuru güzel bir suluboya. Blog’un da çok daha fazlası var. Ellerine sağlık.

3- Leylak Dalı. Leylakçı Geldi Hanııım. Leylak Dalı’nın kendi çektiği Leylak fotoğraflarından biri. Kokusu burnuma kadar geldi. Antalya’nın ve Leylak Dalı’nın sıcaklığını yüzümde hissettim. Bir de şiirim oldu. Ve Kitap ayracım.

4- Neslihan’ın Çikolata Fabrikası. Lame 1 yıldız ve fırça darbelerine kurban olduğum Van Gogh.

5- Ece’s Sun: Yaşamak Güzel. Ağacını ve kartın yapılış biçimini sevdim. Ön arkaya dönmüş. Arka yüzey daha dar. Görmek lazım. Takip etmek lazım. Seneye etkinliğe katılmak lazım.

6- Karga’nın Günü. Mavi-Yeşil, yıldızlı 1 yeni yıl gecesi. Hiç bitmesin.

Sıra ikinci 6’da:

1- Lale’nin Bahçesi. Claude Monnet’nin en çok leylak rengini severim ki Lale de bu kartla tam 12’den isabet etmiş.

2- Anne Mahsustan. Sarı güneşlere bayıldım. 8 boşluk ve 6 güneş. Nereden baksan 2 kere kapanık havayla karşılaşacaksın. Eh öyle olmasa güneşli günlerin tadına varabilir miydik?

3- Macera Kitabım. Bir kuzey ülkesinde paten kayan gençler. Hayal gibi 1 kasaba. Tam macera. Gitmek değil. Orada yaşamak.

4- Meyranın Gemisi. Orada bir ev var uzakta. Ve 1 kuş.

5- Noni. Kuzey kasabası. Çam ağacının etrafında hediyeler ve çocuklar. Neşeli Günler. Ve Miso.

6- Sabunlarım. Kartla birlikte gelen bir sabun. Lavanta dalları, kırmızı biber ve kitap ayracı. Annecik için.

Üçüncü 6’lı:

Dedim, de mi, apartmanda itibarım arttı.

1- Kara Kitap. Her kuzey kasabasının çekiciliği kendine özgü. Hele Danimarka ziyaretimden sonra ölesiye sever oldum oraları.

2- Baykuş Gözüyle. Sağ alt köşesindeki kırmızı baykuşla birlikte kitap, müzik, sinema, neş’e, sağlık ve bereket dileyen bir çam ağacı. Başlığıyla Noel Baba’ya özenmiş. Ya da Noel Baba bu sene ağaç kılığına girmiş. İşte bunu daha çok beğendim.

3- Nazpek. Eğlenceli bir kardan adam. Bir anda çocukluğa gittim.

4- Bir Adam Bir Kadın. Harika bir fotoğraf. Devasa Bayon Tapınağı. Kendi gözlerimle görmek imkanım olsun bu sene. Zaten kart da o yüzden değil mi?

5- Düşlerin Rengi. Missisipi Ayrımcılık yasasına göre otobüste en arkaya tek başına oturtulan Siyahlar. Neyse ki fotoğraf siyah-beyaz. Tarih oldu (mu) gibilerinden…

6- Busemiz. Beyaz fonda gümüş çam ağacı. Bu sene gümüş rengine takmış durumdayım. Harika.

Son iki:

1- Melange. İlkokuldayken geniş bir kart koleksiyonum vardı. Buğulu kartların (şimdinin 3D kartları için kullanılan eskinin tabiri) yanı sıra en sevdiklerim böyle oymalı, boşluklu olup arka fonunu aradan dereden gösterenlerdi.

2- Adı olmayan blog arkadaşımdan gelen harika bir tablo. Robin Makertich. Yıldız Çiçekleri.

En son iki:

1-Samimice Ecece. O siyah kapağın içinde sarı mı sarı, parlak mı parlak bir güneş var.

2- Başka Türlü Bir Şey. Kırmızı Günlük. Listemi dikkatle okuyan bir Noel Baba. Başka Ne İsterim Ki?

Bu fotoğraf ise zarflardan çıkan hediyeler. Bu etkinliği düzenleyen ve katılan herkese teşekkür ediyorum. Kendim dahil. Geçen senenin en hayırlı etkinliği oldu neredeyse.

Ve bu da Lastik Top:

Slayt Şov:

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

BAŞARDIM. YAY!

Bunu derecelendir:

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • İz Peşinde
  • Kahveyi bıraktım, başıma gelenler
  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri

Çok Okunasılar

  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • Bir Rüya Gibi
  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • >Yaka Düğmelerinden Erkek Karakter Tahlili
  • >Korkuyu Beklerken / UBOR-METENGA
  • >Ağaçlar ve İnsanlar
  • 4/101 Kitap: Solgun Ateş

Instagram

Follow me on Twitter

Tweetlerim

Diğer 850 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? can sıkıntısı Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz iç sıkıntısı Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 850 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Haziran 2019 (1)
  • Nisan 2019 (1)
  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 337.310 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazı beslemesi
  • Yorum beslemesi
  • WordPress.com

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası