• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Monthly Archives: Ekim 2012

Let’s Go Marco

31 Çarşamba Eki 2012

Posted by Qunegond in Anı, Günlük, Paris Defteri

≈ 1 Yorum

Etiketler

akrep, arada, bilet, hisse, kahve, olma, Paris Defteri, Paris'e gidiyorum, St Lazare delileri, uçak yolculuğu deyince akla, Yolcu yolunda gerek

21 ağustos 2012 salı günü Atatürk Hava Limanı. Uçak öğleden sonra. Her zamanki gibi saatler öncesinden gelmiş, bavulları vermiş içeri geçme saatini bekliyoruz. Eski görmemişliğimde olsam bir an evvel Free Shop’lara ulaşmanın heyecanı içinde olur, kahve vs içerek ana salonda oyalanmam. Bu arada görmemiş kelimesini kötü algılamadığımı da söyleyeyim. Görmemişsem görmemişim, daha ötesi var mı? Elbet bir gün göreceğim ya da hiç görmeyeceğim. Ya da bazı hayvanlar, ayı, eşek, tilki, yılan, akrep, vs hakkında çıkartılan kötü dedikodular misali… Görmemişlik, insanın kendine zarar. Yaş ilerledikçe alışıyorsun tabii, görmüş, geçirmiş statüsüne geçiyorsun. Gençken yapıştırılan görmüş geçirmiş sıfatı da pek iyi algılanmaz ya neyse… Kıssadan hisse ne kadar genelleme yaparsan doğru olma olasılığı da o kadar azdır. Bunun da bir genelleme olduğu gözden kaçmadı…

Bu Paris yolculuğu hem ziyaret hem iş. Aklım sürekli bir sonraki günlerin nasıl geçeceğini tasarlamakta… Hiç durmamacasına motora takmış, meşgul. Onun dışında hava alanı inanılmaz kalabalık. Uçak Fransız haç yolcularıyla tıklım tıklım dolu. Zaten öyle zor bilet bulmuşuz ki… Normalde gidiş-dönüş business class uçabileceğimiz bir fiyata ekonomi sınıfında tek yön gidebiliyoruz. Kiki dönmeyecek, yani tarihi belli değil anlamında… Bense dönüşü çok daha ucuza başka bir havayolundan buldum. Ağustos sonu ve Eylül ayları tatil dönüşü, hac dönüşü olduğundan ani yapılan programları hiç tavsiye etmem. Bir de böyle gün ortasında kalkan uçakları hiç tavsiye etmem. Hava alanlarına bitişik oturmadıkça o gün tamamen iptal. Yine de yer bulabildiğimize şükretme durumu söz konusu. Zaman zaman durup, ilk yapacağımız iş okula gidip bakmak olsun, yok önce telefon numarası alalım ya da bir bankaya gidip hesap açtıralım gibisinden Kiki’ye yumurtluyorum. Sonra aklıma geliyor, sen ödev verdikleri kitapları okudun mu? Tüm sohbetim bunlar yani. Hiç cevap gelmeyince daha da alevleniyor, aklıma geleni sıralıyorum. Dersler hemen başlayacakmış… Öğrenci restoranlarının yerlerini çıkarmalı… En sonunda Kiki’den, ya dur bir ya… her şeyin zamanı var azarını işittim ve sustum.

O arada havalandık. Bir uçak yolculuğunda en sevdiğim anlar kalkış ve iniş zamanlarıdır. Hava iyiyse yukarıda dümdüz uçmak sıkıcı gelir. Hava boşlukları varsa uçma korkum tavan yapar. Gündüz gözü bulutların üstünden gitmek bir müddet oyalasa da hevesim çabucak geçer. Servisi beklemeye başlarım. Zaman geçsin. Bu yüzden de servis yapmayan hava yollarından mümkün olduğunca uzak dururum. Neyse baktım çare yok. En az 3 saat bu koltuklara bağlıyım, Kindle’ımı çıkardım, ne kadar tekrar etsem az, yolculuklarda ayrılmaz parçam oldu, okumaya başladım. Derinden bir zil çalmaya başlayınca kendime geldim.

Önümdeki ekrandan müdahele söz konusu. Kim ola ki? Donmuş bir şekilde bakarken Kiki yanımdan dürttü. Alttaki kumandayı al.

Aldım. Aynı zamanda telefon ahizesi. İşte bir görmemişlik daha. Uçağa binmeyeli yıllar geçmiş üzerinden. Pırpırlı dönemden kalmayım sanki. Açtım.

Alo, kimsiniz?

Arayan yan koltuktan bizimki.

Sisi, çikletin var mı?

Var.

Versene o zaman…

Tamam.

Uçaklara dahili telefon konmasını çok şık buldum. Hemen her hangi bir koltuk numarasını tuşlayıp, arkadaş olalım mı demek geçiyor içimden ama uçak kutsal yolcu dolu kesin taşlanırım diyorum. Kiki’ye baktım, bir umut ondan sivri bir fikir çıkar mı diye… Tık yok. Belki arkadaş grubu içinde olsa değişik bir şeyler düşünürdü. Ne olsa farklı bir ruh haline bürünüyor kişi… Bir de muhtemelen şimdiki çocuklar, gençler farklı eğlencelere sahip.

Böyle derin düşünceler içindeyken servis başladı. THY’nin en sevdiğim kısmı işte bu şişe… Yolculuğun bundan sonraki kısmı göreceli olarak sakin geçti. Bulutların üzerinde uçtuğumuzu dibine kadar hissettim desem yeridir.

O ara ne okudum, ne kadar okudum bilmiyorum. Kiki, Extremely Loud, Incredibly Close’un filmini seyretti. Henuz kitabını okumadığımdan pek rağbet etmedim. İyi ki de etmemişim. Kitap hakkında yazmadım ama büyük küçük herkese tavsiye ederim. Jonathan Safran Foer’in hayranlarındanım artık. Fransızcasını okuma grubuma bu seneki katılım kitabı olarak seçtim. Filminiyse bu ay başında seyrettim, pek olmamış geldi. Dahası senaryo bir çok güzelim şeyi çıkarmış atmış, sadeleştirmiş, kitabın o müthiş zenginliği gidivermiş. İkinci katılım kitabım Olivier Adam’dan Les Lisieres, umarım Türkçe’ye çevrilir. Aslında ben de bir film seyrettim. Şimdi hangisiydi hiç hatırlamıyorum. Hemen yazmamanın böyle zararları ver işte. Takıntı yapıyor. Sonra alçalmaya başladık.

Charles de Gaule hava alanı bir garip olmuş ya da ben unutmuşum. Zavallı bir yere indik. Çıkışta in cin top oynuyor. Neyse önceden biliyoruz, tren-metro hattına gideceğiz. Elimizdeki bavullar en kocamanından ve tanesi 30 kilo. Sırt çantaları fermuarları patlatacak seviyede, önceden vize almış olmasak sokmayacaklar kapıdan öyle de perişan bir halimiz var. Hele ben… Bedenim yere inmiş ruhum hala yukarıda bulutların üzerinde tembel tembel geziniyor. Çağırsam da gelmiyor. Omuz silkip duruyor. Kiki baktı başka çare yok, olayı hakimiyetine aldı. Turist bürosundan gerekli haritaları, biletleri ve trenleri öğrendikten sonra rotayı çizdi. Ben takip ettim. Hava neredeyse kararacak. Fakat işimiz çok. Otel değil de stüdyo tutmanın bir dezavantajı anahtarları almak için önce büroya uğramak zorunda olman. Resepsiyon mevkii, anahtar kapıcıda, bakkalda, vs… kolaylıkları yok malesef. Fransa’da kapıcılık mesleği kökünden kazınmış.

Tren İstasyonunda şu mavi tabela sayesinde hangisine bineceğiz karışıklığı olmadı. Her yol Roma’ya çıkar misali tüm trenler Paris’e gider şeklinde kocaman yazmışlar. Sonrasında 9. bölgeye gideceğiz. Anahtarı alacağımız büro orada olduğundan stüdyoyu da aynı bölgeden seçtim. Bavulların ağır olacağını baştan bilerek. Plan program söz konusu ama yine de taksiye binmeyi düşünemedik nedense… Paris metro ve trenlerindeki zorluk, çalışan durumda ne bir yürüyen merdiven ne de bir asansörün olması. Zaten konsept itibarıyla hiç düşünülmemişler. Hadi diyorsun bunlarınki eski, bildiğim en az 100 yılı var. Peki sonradan niye dahil etmediler? Etmemişler. Bilemiyorsun, şehir planlamasında dostların yok ki… Tek tük arada derede bazı istasyonlarda olsa da çoğu çalışmıyor. Ayrıca Ağustos ayı bazı istasyonların renovasyona girerek kapatıldığı bir ay. Bu durumda iki istasyon ilerisine gitmek için yerüstüne çıkarak navet adını verdikleri, bazen şatıl tabir ettikleri kabaca minübüs/otobüs gibi araçlara binmen gerekiyor. Sonra tekrar yer altına inip hiç kesinti olmamış gibi aynı metroyla kaldığın yerden devam ediyorsun. Oldukça güzel ve hoş bir amme hizmeti, gel görki 30’ar kiloluk valizleri yerin yedi kat bazen dokuz kat dibinden çıkarmak kolay değil. Yardım edenler oldu, olmadı değil ama ucundan tutan bin pişman, yüzlerinden anlıyorsun öyle böyle değil. Baktık ki olmayacak birlikte hareket edemeyeceğiz. Kiki anahtarı almaya ben gideyim, zaten büronun nerede olduğunu da biliyorum, dedi. Kışın arkadaşlarıyla birlikte kendilerine okul bakmaya geldiklerinde yine aynı yerden stüdyo kiralamışlardı. Tamam dedim. Ben seni Saint-Lazare metro durağında beklerim. Oradan 9 numarayla Pigalle’e gideceğiz. Hava alanındaki kadın bize haritadan bakarak rut çizdiydi. Gerçi St-Georges durağı iki adım ötemizdeymiş ertesi gün parasını verip doğru düzgün bir harita elde edince anladık. Bu arada hava alanında turizm bürosundaki elemanın çizdiği rotayı oldukça değiştirmek zorunda kaldık. 2 numaralı hat bazı duraklara kapalı çalışma var siz onun yerine başka hat alın sağ kulağınızı sol elinizle tutun vs gibi durumlar önerdi. Biz de öyle yaptık. Ama baktık ki sol kolda da onun bilmediği bazı kesintiler var. Tabii bunu anlamak için merdiven indik, merdiven çıktık. Baktık peron girişlerine kapı duvar örülmüş, sonra tekrar çıktık tekrar indik duvardaki metro haritasından başka yollar araştırdık. Bayağı geç bir saatte St Lazare İstasyon durağına vardık. St Lazare en kalabalık, en kapkaççı olma riski yüksek duraklardan bir tanesi. Çantanıza ve kendinize sahip çıkın şeklinde habire anons yapılıyor. Neyseki dokuz kat yerin dibindeki metroda bile cep telefonları çekiyor. Kiki bir sorun yaşarsa bana ulaşabilir. Gerçi ben ne yapabilirim? Yanımda toplam 60 kg’luk iki valiz, bir sırt çantası ve kocaman bir omuz çantası varken o biraz şüpheli.

Ben oturdum. Kiki anahtarları almaya gitti. iş çıkış saati. Etraf hınca hınç kalabalık. Trenlerin biri gidiyor biri geliyor. İki dakikada bir tren var. Hem inen hem binen trafiği… Sonra etraf seyrelmeye başladı. Kiki hala ortada yok.

Sağa bakıyorum sola bakıyorum. Merak ediyorum. Sonra adamın bir tanesi cebinde mantarı çıkmış şarap şişesi, sallanarak trenden çıktı. Üzerinde hafif buruşuk olsa da bir takım elbise var. Açık Gri. Siyah bir omuz çantası. Saç baş dağılmış ama traşlı. Oldukça orta yaşlı. Biraz önce işten atılmış, hemen bir bara efkar dağıtmaya girmiş, parası suyunu çekene kadar içmiş, elinde kalan bozuklukları bahşiş bırakmak yerine en yakındaki markete girerek kendine en ucuzundan bir şarap şişesi almış, onu da bitirmiş el mecbur eve gidiyor havasında… Söylemeyi unuttum belki de en önemli kısmı kendi kendine konuşuyor. Sürekli hayali birilerine, sözlerle uyumlu el kol hareketleri yaparak bir şeyler anlatıyor. Küfürün bini bir para. Bir yerlerine koyayım şu dünyanın… Pislik bunlar… Bok kapitalistler… Halkı düşünmezler… Ne varsa kendilerine… Sokacaksın hepsine… Ben dedim böyle olmaz… Kimse dinlemedi vs… İçimden sayıyorum bir an evvel gidecek, giderek seyrekleşmeye başlayan bir sonraki metroya kadar bavullarım ve ben sessizliğinde oturup beklemeye devam edeceğim. Neredeyse bütün istasyon boşaldı adam hala peronda hem anlatıyor hem yalpalıyor. En korktuğum durumlar bunlar. Göz göze gelmemeye dikkat ediyorum. Bir yakalandım mı, biliyorum hayatını anlatacak. Derken geldi yanıma. Eyvah! Haklı değil miyim, diyor. Ne desem bilmem ki? Cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü. Hem üstüme yıkıldı yıkılacak. Kiki gelmiyor. Fransızca anlamıyor numaralarında, hayır Türkçe ya da ingilizce de konuşamıyorum günümüzde kimin hangi lisanı bileceği belli olmaz, sağır dilsiz havalarında ellerimi açıp, yüzümde çaresizim ifadesiyle bir şeyler yaptım. Hemen akabinde bakışlarımı yeşil koltuklardan yana çevirdim. Mantıklı biri olarak kendine başka kapı bulmasını bekliyorum. Ne naif bir düşünce. Aksine iyice yaklaştı, başladı anlatmaya. Ana avrat düz gidiyor. Artık ne demek istediğini de algılayamıyorum. Fransızca bilgim korku notaları arasında dumura uğramış durumda. Bir de şunu düşünüyorum ulan burası böyleyse Kiki şimdi gece yarısı Paris sokaklarında anahtar peşinde büro arıyor, ya onun da peşine böyleleri düşmüşse… Geldi yanıma oturdu. Cebinden, yarıdan çoğu içilmiş şişesini çıkardı. Bir de ikram etti. Yok, dedim. O ancak sana yeter. İçimden diyorum ki hepsini bir dikişte bitirse de şuraya yığılıp uyumaya başlasa ne iyi olur. Hani yanımda bu süreci hızlandıracak hap vs olsa ya da hava alanından viski almış olsam ikram edeceğim ama naneli çikletten başkası yok. O da iyice ayıltır bunu. Vay halime o zaman. Gözlerimi tam karşıya diktim, yan tarafa hiç bakmıyorum. Ara sıra kafamı onun olduğu yerin tam tersine çevirip metro yolunu gözlemliyorum. İlgilenmez pozlardayım. Ve fakat bu durum adamın moralini hiç bozmuyor. O, sanki ben dinliyor muşum gibi ana avrat anlatıyor bir şeyler. Sonunda kolumu dürrtü. Anlattıklarına onay bekler gibi. Bir kere daha Fransızca bilmeyen çaresiz sağır dilsiz hareketimi çektim. Umuru değil. Bu da olacak iş değil. Ne büyük umutlarla geldiğin şu şehirde dakika bir gol bir, başına gelene bak. Sarhoşların kuvvetli olduğunu bilmesem… Bir metro geldi geçti, ikincisi, üçüncüsü derken, artık dördüncüsü müydü beşincisi mi bilmiyorum bizimki bir anda ayağa kalktı ve bana veda sözleri içerisinde gelen arabaya bindi gitti. Niye St-Lazare’da inmişti? Neden daha ileriye gitmek istedi? Hiç bir fikrim yok.

Bir müddet sonra Kiki anahtarları ve bize bırakılan paketi almış geldi. Yolumuza devam ettik.

Pigalle’den aşağı işte bu güzel sonbahar sokaklarından bavulları çeke çeke Haussmann Bulvarına doğru inmeye başladık. İstanbul’u yaz ortasında bırakıp 3-5 saat sonra yaprakların dökülmeye başladığı bir şehre gelmek garip bir duygu.

Uçakta yemiş olmamıza rağmen gecenin geç saati çok acıktık. Şansımıza bizim binanın yanında bir Carrefour market olmaz mı…Hem de gece 22:45’e kadar açık. Yukarı çıkmadan önce valizleri kenara koyup alışverişimizi yaptık. Paris lezzetli hazır yemek cenneti. Söylemiş miydim?

Sonra kalacağımız binadan içeri girdik. Avluyu geçtikten sonra ön yüzü sokağa bakmayan başka bir eski apartmanın en üst katına o bavulları nasıl çıkardık hiç hatırlamak istemiyorum.

Hasretini çektiğim Lyon usulü Museau (Kelle) salatasıyla, yerinde yemek çok daha iyi tabii ama bu da idare etti, günü kapamak en iyisiydi.

Yatakları zor bulduk.

Bunu derecelendir:

Maskeleri Severim Ama…

30 Salı Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

brokoli, bu sabah, iç sıkıntısı, kanat, tavuk, zamana

Sabahtan bir heves kalktım. Bilgisayarın başına geçip yazdım. Sonra ne oldu bilmiyorum, ekrandakiler hop gitti. Her şey silindi. Ak, pak sanal kağıtla karşı karşıya kaldım. Ne olduğunu anlasam belki elimden bir şeyler gelir. Kurtarabilirim, derken… Boşverdim gitti. Kapattım bilgisayarı. Zaten yarım bıraktığım ve bitirdiğim işlerin bir listesini yapıyordum. İpucu vereyim yarım kalanlar, tamamladıklarımın en az 10 katı.

Bu her şeyi yarıda bırakma hissi çok canımı sıktı. Görmekte olduğum rüyayı da mı tamamına erdiremeden uyanmıştım yoksa bu sabah? Ne diye kalkar kalkmaz, kahvaltımı bile etmeden bu listeyi çıkarmaya soyunayım? Ayrıca, bu dünyadan giderken her şeyi yarıda bırakıp gitmeyecek miyim? Zaman, her ne kadar fiktif bir kavram olsa da, yine yarıda kalmış olmayacak mı? Çünkü o benim zamanım. Gün ortasında, ay ortasında, hafta ortasında, senenin tam ortasında… Zamanın sonuna kadar gelmek mümkün mü ki kalkmış şu arada derede yarım kalan işlerin bilançosunu yapıyorum? İçimden hepsini toparlayıp çöp kutusuna koymak geçti.

Yapamadım.

Elime almasam da henüz vedalaşmadığım bir sürü iş var. Zaman ne zamana kerim?

Belli ki bugün düzgün bir şey çıkmayacak elimden. Daha fazla kasmadan burada bitti, bu yazı. İyisi mi gidip bir tavuk kanat, yanında da haşlama brokoli yiyeyim.

SON.

Bunu derecelendir:

Turist Çağırmanın Yolu Gri’nin Tonunda…

29 Pazartesi Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük, kitaplar üzerine

≈ Yorum bırakın

Etiketler

beyan, Beyaz Dizi, E.L.James, Efendi Köle Diyalektiği, erotik roman, erotik-romantik romanlar, Fifty Shades of Grey, Gri'nin Elli Tonu, Hegel, Kontrat, miss steele, Oidupus, perfect family, romantik roman, Sofokles, toys r us

2008 yılının Mart ayından beri bu blogda yazıyorum. Bazen her gün. Bazen ara sıra. Yine de kesintisiz. Bazı yazılar diğerlerine göre çok daha fazla ziyaretçi çekti. Çoğunlukla kısa süreliydi. İlk gün zirveye çıktı. İkinci ve üçüncü gün sabit sayıda kaldı. Dördüncü günden sonra girerek azaldı. Hafta sonunda diğer yazıların yanındaki sıradanlığına erişti.

Yaz ortalarında okuduğum, okurken aldığım keyfi blogda paylaştığım, çünkü kitabın kahramaları nereden bakarsan bak esprili, Gri’nin 50 Tonu üzerine yazdıklarım kadar uzun süreli gündemde kalan ve tıklama rekorları kıran başka bir yazım olmadı. Tanpınar bile…

Kitabın esprilerine örnek olarak hoşuma gidip altını çizdiklerimden bir kaçı:

How could anyone look this good and still be legal?
Nasıl olur da bir insan hem bu kadar güzel hem de  yasal olabilir?

Is there a store you go to? Submissive R Us?
Gittiğiniz özel bir mağazanız falan var mı? Kölelik Bizim İşimiz, vs?
(Oyuncakçı Toys R Us’a gönderme)

What is this, hug Ana week?
Bu da nesi, Ana’yı kucaklama haftası mı?

It’s very hard to grow up in a perfect family when you’re not perfect.
Mükemmel olmadığın halde, mükemmel bir ailede büyümek çok zordur.

We aim to please, Miss Steele.
Hedefimiz memnuniyet, Miss Steele.

Tabii ki üzerine konuşuldukça, yuvarlanan bir kar topu misali, daha da konuşulma ihtiyacını kendi içinde doğuran bir durum söz konusu. İnsanoğlu meraklanmaya görsün…

Her konuda olduğu gibi James’in bu üçlemesi üzerine de gerek popüler gerek edebi ortamlarda saflar oluşturuldu. İnsanlar öncelikle ikiye ayrıldılar:

1) Kitabı alıp, okuyup kendi fikrini oluşturanlar.

2) Kitabı okumayıp, etraflarındaki kendi açılarınca güvenilir, hali hazırda alıp okumuş, ardından fikrini beyan etmiş kişilerin fikirlerini benimseyerek kendi çizgisini geliştirenler.

Daha sonra ön yargı ve toplum baskısı, hissedilen sıcaklık seviyeleri devreye girdi. Her iki şıkkın da alt kümeleri oluştu. Kitap erotik sınıflamasına girdiğinden, haliyle gizli saklı su altından yürütülen bir yaşamı açık seçik göz önüne serdiğinden fikir beyan etmek iyice zorlaştı. Hatta kitabı ulo orta metroda giderken, cafede otururken vs okumak  neredeyse imkansız hale geldi. Bu yüzdendir ki kitabın e-book formatı en çok satılan kitaplar listesinde ilk sıralarda. Zaten ben de bu üçlemeyi e-book olarak okumuştum.

Ara ara sıkıldığım yerler olsa da, büyük çoğunluğunu eğlenerek, olayları tahmin etsem de, aslında kitap bir klişeler dizisi, merak içinde okuyup bir kaç günde bitirdim. Ardından gündemimi en fazla 1 hafta meşgul etti diyelim. Sonra unuttum. Fransızca baskısının piyasaya çıkışı nedeniyle tekrar hatırladım. Geçen hafta Nouvel Observatoire dergisinde James ile yapılan röportajı okurken çok güldüm. İlk soru şöyle:

– Üçlemenizi tarif eden “Mummy Porn” terimi hakkında ne düşünüyorsunuz?

– Bu terimden nefret ediyorum, kadınlar için had safhada sevimsiz, kadın düşmanı ve  aşağılayıcı buluyorum. Sanki anneler aşk ve seks konusunda hiç bir şey bilemezlermiş gibi.

Çocuklarını okula yollayan annenin evde tek başına okuduğu erotik roman anlamında kullanılan “Mummy Porn” kelimesi bu kitapla birlikte Collins sözlüğüne de girmiş. http://www.collinsdictionary.com/dictionary/english/mummy-porn

James, kitabının örnek gösterilen Marquis de Sade’ın eserleriyle ya da daha çok filminden tanıdığımız O’nun Hikayesi’ndeki sado-mazo öykülerle uzaktan yakından ilgisi olmadığını ve klasik bir aşk öyküsü yazdığını savunuyor. Hatta röportajı yapan kişiyle arasında ufak çapta bir çatışma geçmiş. Fransızca bilenler için; Nouvel Obs röportajının tam metni.

Klasik bir aşk öyküsü olduğunda James ile hem fikirim. Daha önce de yazmıştım. Hatta en klasiklerinden… Az biraz Beyaz Dizi ve/veya bir zamanların Türk Sineması kültürü olan her okuyucunun 3 sayfa sonrasında ve hatta üçlemenin en sonunda ne olacağını kolayca tahmin etmesi işten değil. Tek farkla bu öykü günümüzde geçiyor. Ve günümüz insanının kurulu sistemin çarkları arasına sıkışmış, her şeyin kontrolünü, hatta seksten alacağı keyfin kontrolünü bile, sıkı sıkıya elinde tutmaya alışkın yaşantısı tüm canlılığıyla göz önünde. Kendisi bunun farkında olmasa bile.

Peki o zaman neydi bu kitabı diğer beyaz dizi kitaplarından ayrı konumlayan? Dünya çapında 40 milyon adet baskısını sattıran? Sadece bir pazarlama harikası mı?

Çok düşündüm ama bulamadım, ta ki dün France Inter Radyo’sunda Jerome Garcin’in sunduğu Le masque et La Plume adlı kültür sanat programındaki tartışmayı dinleyene kadar. Katılımcılar arasında kitabı beğenenler olduğu gibi yerenler de vardı. Ancak herkes okumuştu. Hatta yer yer alıntılar bile yapıldı. Benim dikkatimi çeken edebiyat eleştirmeni Arnaud Viviant’ın yaptığı müdahele oldu: Bu kitap hem politik, hem felsefi; Hegel’in Köle Efendi Diyalektiği şemasını takip ediyor.

Bu şemada Efendi, kendi gücünün yarattığı rolün tutsağı haline, köleye dönüşür. İdeal çözüm eşitliğin sağlandığı denge noktasını bulabilmektir. James’in romanında da bu soru ilk sayfalardan itibaren okuyucunun aklına, Efendi Grey’in gelecekteki seks kölesi Anastasia’ya imzalatmak istediği kontratı sunmasıyla belli belirsiz yerleşir.

Hegel’in köle efendi şeması daha önce farklı edebiyat eserlerine konu olmuş bir uygulama. Aklıma gelen ve severek okuduğum ilk isimlerden biri post-modern yaklaşımıyla Orhan Pamuk’un Beyaz Kale’si. Tabii bu yazıda, bu kitap dam üstünde saksağan. Yine de ortak noktaları Hegel.

Viviant aynı zamanda James’in, İngiliz olması itibariyle, bedensel cezayı oldukça sık kullanan İngiliz Eğitiminin de bir eleştirisini yaptığından bahsetti ki tüm kitap aslında daha önce de yazdığım gibi bakire bir kızın görmüş geçirmiş bir erkek tarafından eğitilmesi üzerine. Tabii daha sonra, yani üçlemenin ilerleyen ciltlerinde kimin ne eğitimi aldığı tartışılır duruma geliyor. Bunun yanısıra gerilim romanları yapısına uygun olaylar da yok değil. Viviant, James’in İngiliz eğitimine değindiğinin kanıtı olarak iki baş kahraman arasındaki söz konusu  kontratta yer alan maddelere işaret etti, yemek arası atıştırmalar yasaktır, düzenli spor yapılmalıdır, vs…, çünkü aksi takdirde kişi obez olur.

Günümüzde kontratlarla yaşıyoruz. Bugün bir kontrata imza atmamış bir kişi gösterebilir misiniz bana? Burada da haklı buldum Viviant’ı doğduğun andan itibaren yaşama karşı bir kontrat imzalamış durumdasın. Yaşamına son vermeyi yasaklayan  dini kontratlardan, Hobbes ve Rousseau’nun bahsettiği Toplum Sözleşmelerine daha fiziki hala çoğu yerde belki de eskisinden daha güncel olan Evlilik Akitlerine kadar daha neler var neler. Her şey insanoğlu için…

“Doğmamış olmak en iyisidir. Bundan sonra gelen en iyi ise gün ışığını görür görmez hemen ardından içinden çıktığımız geceye geri dönmektir.” der Sofokles – Oidipus Kolonos’ta adlı piyesinden alınmıştır…

Bunu derecelendir:

Pazar Sıkıntısı

28 Pazar Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük, Şiir

≈ 4 Yorum

Etiketler

çiçek olmanın de-den hali, biter, kutadgu, kutuk, mustafa, seni

Kutu mendilin kutusu,
Kedinin bıyığı,
Ertuğrul’un gıdısı…

Gıdık-Bıyık-Kutuk

Kutadgu Bilig

Cabbar asker,
Kabarasını kurnada kuruladı.

Kısmi kesimli külüstür kerimesi
Severdi araba misali, frenleri yağlı mislini.

Kızıl mavi turuncu blu,
Kimin karnında yapışık geldim kuru.

Fasulyenin ipini çekince Tarık,
Kutadgu Bilig, Uygurlu Yusuf
Aldık mı alameti farikalı bir köle
Sardı dünyayı paşminkalı Zeyde.

Globun kılı çıkmış, mavi
Bir kenar olmuş garibinde hali
Kemerin kesiminde kesik kerki
Kerkilmiş kulağı kırkında kürek misli.

Hayrının hayırlısı sende biter firüze taşlı
Bulaşığının balçığında kaybolan fasulyesi çıkmış çivi
Evrende müptela olsan bakar mı garibim, Mustafa
Tarık bekler seni.

Bunu derecelendir:

Uzatmalı Pazar Günü Haftası Müze Gezisi

27 Cumartesi Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük, Müzeler

≈ 4 Yorum

Etiketler

arpa, Claude Monet, film seyret, gezi, pazar, Sabancı Müzesi Monet bahçesi, İzlenimciler

İsterse haftanın ortasında olsun, isterse bir kaç gün sürsün hatta 2 aylık olsun her türlü tatil bana Pazar günüdür. Ve Pazar günlerini oldum olası sevmem. Dışarı çıkılmaz. İçeride oturulmaz. Film seyret. Kitap oku. Örgü ör. Yazı yaz. Geçmek bilmez.

Dün öğlene doğru artık bu döngüyü kırmanın zamanı geldiği kanısına vararak dışarı fırladım. Biraz da başka bir ülkeye gitmişsin gibi bir gezi yapalım.

Gerçi, tecrübeyle sabittir, başka bir ülke gezisinde bile mümkünse pazar günleri ortadan yok olmak isterim. Nedeni belirsiz. Evde kalsan bu günlerin sessizliği deli eder, hele bir de hava güzel ve güneşli olmaz mı, al sana başlı başına bir depresyon kokusu, dışarı çıksan gürültü ve kalabalık cabası. Neyse uzatmayayım, dün çıktım ve Sabancı Müzesi’ndeki Monet sergisini görmeye gittim.

Gidiş biraz uzun yoldan oldu. Buradan tren, metrobüs, metro, otobüs ile Tarabya’ya vardık. Onca yolu teptikten sonra haliyle acıktık. Şimdi sergiye girsek 3-5 saat çıkamayacağız. Bu arada Bayram Münasebeti’yle Sabancı Müzesi akşam 20:00’ye kadar açık. Meydan Büfeleri’nde döner yiyip ayran içtikten sonra bir Emirgan otobüsüne atladık. Yeniköy’den İstinye’ye geçiş, neredeyse Göztepe’den Tarabya kadarki vakti alınca inip müzeye yürüyelim dedik. Neyse dönüş çok rahat oldu. Müzenin İTÜ Ayazağa metro durağına ücretsiz gidiş-geliş servisleri varmış haberiniz olsun. En son servise kaldığımızdan bizi Zincirlikuyu metrobüse kadar götürdüler. Sekize 10 kala müze bahçesinden hareket ettik. Sekiz buçukta evin önündeydik. Emirgan-Göztepe. Kim demiş trafik var diye?

Balık tutanlara bakmayın, boşa atıyorlar. Deniz, geçen günkü fırtına sonrası acayip pislenmiş. Yüzeyi yer yer, kopup gelmiş dal parçalarından kahverengi mantolanmış. Bazı yerlerde belediye çöp kamyonlarıyla topluyor, ama yetiştiremiyor.

Yürüdük. Yürüdük. Bir arpa boyu giderek Müzenin önüne geldik. Kuyruk. Çoluk çocuk. Biraz şaşırdım. Neden derseniz, çocuksuz gelen bir tek biz varız neredeyse. Bu kadar sanat aşıklısı bir gençlik, şaşırılmasın da ne olsun. Paris’te bile görmemişim böylesine bir şey. Ayrıca bizimkinden biliyorum okul gezisi olmazsa pek gidesi yok. Ancak çok canı sıkılacak, yapacak bir şey bulamayacak ki gitsin. Gerçi hakkını yemeyeyim şimdi, birlikte hepsini kaçar defar gezdik, tükettik.

45-50 dakika sonra gişenin önüne gelebildik. Müze Kartımı gösterdim. Mavisine indirim yokmuş. Plus olacakmış. Benim de ondan haberim yoktu. Paşa paşa 2 tam bilet ödedik girdik. O arada öğrendim ki meğer çocuklar bedava, ve çocuk yanında bir büyük bedava. Ne diyeyim içim rahatladı. Basit rastlantılı örnekleme verilerime dayanarak, “‘çocuksuz olanların tatil günlerinde müze gezme olasılığı sıfıra yakın’ önermesinin doğruluk payı %99 artı eksi 0,05’dir”, denilebilir.

Biletleri aldık, Kapıdan girdik. Fotograf çekilmesinin yasak olduğu söylendi. Flaşh kullanmadan bile yasakmış. O yüzden hiç fotoğraf yok. Haliyle, müzenin bahçedeki terastan çekilmiş gece halini, çıkışta gece olmuştu, neonladım.

Monet, izlenimcilerin babası sayılıyor. İzlenimci deyince çok basit, resmedeceğin doğaya bakıyorsun, izlenimlerini kağıda aktarıyorsun. Çizmek yok, yerine renk lekeleri var. Işık çok önemli. Günün her saatindeki ışığın ve gölgenin hareketi, ışığın yansıması, sudaki yansımalar, gece gündüz yakamozları izlenimcilerin başlıca meselelerini oluşturuyor. Günün çeşitli saatlerinde kumsala yansıyan güneş ışıkları ya da Monet’nin çok meşhur senenin her mevsiminde günün her saatinde resmedilmiş Rouen Katedralleri serisi.

Fotoğraflar http://www.ibiblio.org/wm/paint/auth/monet/rouen/ sitesinden alınmıştır.

Bu seri resimler için Monet bütün bir sene boyunca uğraşmış. Nasıl yani derseniz… Bir kere bütün izlenimciler arkalarında eşyalarını taşıyan çırakları ile gezermiş. Eh, kim taşıyacak o kadar malzemeyi? Her sabah, en az 30 adet tuvali sırtlanıp gelirler ve katedralin karşısına yerleşirlermiş. Güneşin ışığı değiştikçe Monet’de bir tuvalden diğerine geçerek izlenimlerini aktarırmış. Ne muazzam bir sabır, ne muazzam bir çalışma. Bugün her şey daha kolay tabii. Böylesine uzun bir çalışma sonucu sanat yapanını pek görmedim, ne olsa hızlı tüketim çağındayız, ama yine de günümüzün gelişmiş fotoğraf teknikleriyle kısa yollar keşfedilmiştir diye düşünüyorum. Hem büyük ihtimalle modern izlenimciliğin kuralları da değişmiştir.

Sabancı Müzesi’nde olan sergilerin bir sevdiğim yanıysa vaktin varsa eğer, o sanatçının hayatı ve yaşam tarzı, o dönemin havası hakkında da bir çok bilgiye sahip olabiliyorsun. Paris gezisinin çok yakın tarihli olması sayesinde ilk defa olarak kendimi biraz olsun bilgili hissettim. İyi bir pekişme oldu. Monet’nin fakir olduğunu, tabii göreceli olarak Cezanne’a göre vs, resimlerini satma kaygısının daha fazla olduğunu Orsay müzesinde belirtmişlerdi. Dolayısıyla Manet skandal yaratan bir Çimenler Üzerinde Piknik resmederken, Monet daha mütevazi davranabiliyordu.

File:Édouard Manet - Le Déjeuner sur l'herbe.jpghttp://en.wikipedia.org/wiki/File:%C3%89douard_Manet_-_Le_D%C3%A9jeuner_sur_l%27herbe.jpg

Claude Monet,Le déjeuner sur l'herbe,© Musée d'Orsay, dist. RMN-Grand Palais / Patrice Schmidthttp://www.musee-orsay.fr/fr/collections/oeuvres-commentees/recherche.html?no_cache=1&zoom=1&tx_damzoom_pi1%5BshowUid%5D=118110

Aslında Monet’nin bu Çimenlerde Piknik resmine hem Manet’ye karşı bir saygı duruşu hem de bir meydan okuma olarak başladığı söylentisi var. İkinci parçada, ayakta bir kadınla konuşan adamın Gustave Courbet’ye, hani şu Dünya’nın Başlangıcı tablosunu yapan adam, çok benzemesi nedeniyle resmi tamamlamadığı ve akabinde ev sahibine kirasını ödemek üzere verdiği söylense de gerçek pek bilinmiyor. Monet, daha sonra parası olunca resmi ev sahibinden geri almış. Çok büyük olduğundan olsa gerek 3 parçaya ayırarak saklamış. Bugün üçüncü parçanın nerede olduğu muamma…

Neyse buradan söyleyeceğim Monet’nin neden bir türlü para yetiştiremediğini dün öğrendim. Monet’nin ilk karısı Camille’den 2 çocuğu olmuş. Camille çok genç yaşta rahim kanserinden hayatını kaybetmiş. İkinci karısı Alice’in de 6 çocuğu varmış. Her ne kadar kırsal kesimde yaşasalar da 8 çocuğa bakmak kolay mı? Monet’nin bahçe tutkusunu da hesaba katın… Neler yaptırmış, nasıl bakmış o bahçeye gidin gözlerinizle görün…

Aslında söylemeyi unuttum Sabancı Müzesi’ndeki Monet eserlerinin çoğu Paris dışındaki Marmottan-Monet müzesinden geliyor. Monet’nin hayatta kalan küçük oğlu Michel, babasının ölümünden sonra 65 tablosunu bu müzeye bağışlayınca, müze içinde başka eserler sergilense de neredeyse Monet müzesi haline gelmiş. Bu müzedeki eserlerin yaklaşık yarısı şu an için biz İstanbul’luların emrine amade.

Çok karışık anlattım farkındayım ama, bugünkü Pazar günü için yine dışarı çıkmayı planlıyorum, sergi konusu Monet’nin Bahçesi. Fransa’nın kuzey batısındaki Vetheuil’e yerleşen Monet orada evinin bahçesini ve bahçesinde ek arazi alarak oluşturduğu ve sonra gözü gibi baktığı, büyüttüğü göleti resmedip durmuş. Son eseri nilüferler ve salkım söğütler 8 büyük pano halinde Paris’teki Orangerie Müzesi’nde görülebilir.

http://www.bonjourparis.com/story/finding-monet-musee-orangerie/

Monet bahçesine ve gölüne çok özenmiş. Sergideki resimler genelde bu bahçe üzerine yaptığı çalışmalardan, eskizlerden oluşuyor. Monet’yi hali hazırda iyi tanıyanlar için çalışma sistemini görmek çok güzel. Diğer az tanıyanlar ya da hiç tanımayanlar için farklı bir yönünü keşif söz konusu. Görülmeye değer. Son zamanlarda gözünde katarak olduğundan dolayı renkleri birbirine karıştırdığı söylense de, zaten ispat edilememiş, nedeni ne olursa olsun o tablolar soyut resime kapı açmış.

O zamanlar moda olan Japon Sanatı ve Japon Bahçe’lerinden oldukça etkilenen Monet, göletini nilüferler ve salkım söğütlerle süsleyerek bir Japon bahçesine çevirmiş. Daha sonra üzerinde çardağı bulunan bir Japon köprüsü yaptırmış. Bahçeden evine kadar giden yola sıra sıra demirden kemerler taktırarak üzerlerini sarmaşık güllerle kaplamış. Monet bütün bunlara tam 30 yılını vermiş. Sonuç ortada. Nilüferlerini bilmeyen, duymayan yok.

http://en.wikipedia.org/wiki/Claude_Monet

File:Bridge Over a Pond of Water Lilies, Claude Monet 1899.jpg

Üzeri çardaklı Japon köprüsü

File:Claude Monet, Water-Lily Pond and Weeping Willow.JPG

Salkım SöğütFile:Monet- Der Rosenweg in Giverny.jpeg

Eve giden Güllü Yol

File:Monet Water Lilies 1916.jpg

Nilüferler

File:Claude Monet Nympheas Marmottan.jpg

NilüferlerFile:Claude Monet Weeping Willow.jpg

Farklı bir mevsimde Salkım Söğüt

Müzeden çıkmadan önce son olarak giriş katındaki konferans salonunda gösterilen İzlenimciler ve Monet hakkındaki 2 film görülmeye değer. Birincisi Orsay müzesinin hazırladığı bir belgesel. İkincisiyse, ikinci karısının mektuplarından yola çıkarak yapılan ilginç bir belgesel ki Monet’nin özel yaşamına dair sırlar, demiyeyim şimdi ama en nihayetinde hepimiz sevmez miyiz dedikoduyu, açığa çıkıyor. Kaçırılmayacak kaynaklar. Kıssadan hisse, dün güzel bir Pazar günüydü.

Bunu derecelendir:

7/101 Kitap: Sineklerin Tanrısı

25 Perşembe Eki 2012

Posted by Qunegond in 101 Kitap

≈ 6 Yorum

Etiketler

edebiyat, geçtiğimiz yüzyılın en iyi kitaplarını okuyorum, ilk, Mercan Adası, Mina Urgan, Modern Klasikler, ocak, okul, sabah, Sineklerin Tanrısı, William Golding, yazar

Uyanır uyanmaz 101 kitap projesini yeniden ele almak ve nedense Sineklerin Tanrısı ile devam etmek geçti, aklımdan. Rüyamda görmüş olmalıyım. Dün, akşam çökerken sahilde uzun uzun oturup, gitsek mi acaba diyerek adalara baktığımızı hatırlıyorum. Şimdi fotoğrafı seçince düşündüm de böylesine bir sabah için bundan iyi bir seçim olmazdı. Bu yazdıklarımı ileride okuyunca anlamlandırabilmek üzere bu sabahın ne özelliği olduğunu belirtmek lazım. Kurban Bayramının birinci günündeyiz. Hava Gri.

Sineklerin Tanrısı’nı ilk okuduğumda lise son sınıftaydım. Nasıl bu kadar iyi biliyorum? İnternet sağ olsun, çoğu zaman hafıza yerine geçiyor. Okuduğum baskının kapağı öylesine canlıydı ki kafamda, görürmez hemen tanıdım… Adam yayınları 1979.

Kitabın adı: Sineklerin Tanrısı

Yazarı: William Golding

Çevirmen: Mina Urgan

Baskı: 20. Baskı, Ocak 2012, İstanbul

Yayınevi: İş Bankası Kültür Yayınları, Modern Klasikler Dizisi

İlk Basım Yılı: 1954

20. yüzyıl yazarlarından William Golding, yazarlığın yanı sıra oyunculuğu, denizciliği, müzisyenliği, öğretmenliği ve okul müdürlüğünü de tatmış bir kişi. İkinci dünya savaşı sırasında Kraliyet Donanması’nın bir parçası olarak hizmet yapmış. Dönüşünde öğretmenliğe ve yazmaya başlamış. Sineklerin Tanrısı ilk romanı. Okuduktan sonra şu soruyu sormuştum kendime, böylesine bir vahşeti, acımasızlığı bu kadar doğal bir üslüpla kim anlatabilir ki? Şimdi anlıyorum ki bunu ancak savaş görmüş bir kişi yapabilir. Golding, ilk kitabının elde ettiği ticari ve edebi başarının ardından öğretmenliği bırakır ve kendini tamamıyla yazıya adar. Sonraki kitaplarının, ki sadece Kule ve Çatal Dil’i okumuştum, o zamanlar ilki kadar ilgimi çekmediğini hatırlıyorum. 1983’te Nobel Edebiyat Ödülünü kazanan 1911 doğumlu İngiliz yazar Golding 1993 yılında hayata gözlerini kapatır.

Sayfa sayısı: 261

Arka Kapak Tanıtımı:

Sineklerin Tanrısı başlangıçta, ıssız bir adaya düşen çocukların serüvenlerini anlatan, küçükler için yazılmış bir öykü, R.M.Ballantyne’ın Mercan Adası’nın çağdaş bir uygulaması sanılabilir. Hatta Golding, kendine özgü buruk bir alaycılıkla, okuyucunun bu sanrısını pekiştirmek istercesine, Sineklerin Tanrısı’nın başlıca iki kişisine Mercan Adası’ndaki çocuklardan aldığı Ralph ve Jack adlarını verir. Mercan Adası’nda Ballantyne, oldukça duygusal ve biraz da bön bir iyimserlikle, gemileri battıktan sonra Pasifik Okyanusu’nda ıssız bir adaya sığınan üç ingiliz gencinin, Büyük Britanya uygarlığının oldukça başarılı bir küçük örneğini nasıl yeniden kurduklarını anlatır. Golding’in Sineklerin Tanrısı’nda da bir mercan adası ve İngiliz çocuklar vardır. Ama altı ile on iki yaş arasında olan bu çocuklar, gelecekteki atom savaşı sırasında, güvenilir bir yere götürülmek üzere bindikleri uçak bir saldırıya uğradığı için bu mercan adasına düşmüşlerdir. Ve bu mercan adasında olup bitenler, Ballantyne’ın romanında olup bitenlere hiç mi hiç benzememektedir…

Sineklerin Tanrısı’nda gördüğümüz ıssız ada da yeryüzü cennetlerinden biridir. Çocuklar da bu adanın, okudukları Mercan Adası’na çok benzediğini söylerler. Ne var ki, başlangıçta bunu hiç sezinlemediğimiz halde, atom çağının çocukları, bu güzelim adayı her açıdan bir cehenneme çevireceklerdir.

Mina Urgan.

İlk paragraf:

Denizkabuğundan Çıkan Ses

Sarı saçlı çocuk, kayadan indi, lagüne doğru yöneldi. Okul üniformasının ceketini çıkarmıştı. Elinde tuttuğu ceketin ucu yerlerde sürünüyordu. Ter içindeydi; kurşuni gömleği gövdesine, saçları alnına yapışmıştı. Vahşi ormanda açılan uzun yaranın izi sıcakta buğulanıyordu sanki. Sürüngen bitkilerle kırılmış ağaç gövdeleri arasında ağır ağır tırmanırken, bir kuş -kırmızılı sarılı hayalimsi bir kuş- cadılar gibi çığlık atıp, gökyüzüne doğru ışıl ışıl süzüldü. Başka bir ses yankıladı bu çığlığı.

Bunu derecelendir:

Sadeleştirme

24 Çarşamba Eki 2012

Posted by Qunegond in Uncategorized

≈ 6 Yorum

Etiketler

bu sabah, cismani, ezik, eziklik nereden gelir, Hardalsız yaşam sayfaları kopartılıp cildi kalmış eski bir kitaba benzer, hissi, Il n'y a que Maille qui m'aille, kahve, letharji nasıl ortaya çıkar?, nereye gider?, ruhani, yemin, yeni bir eğitim sisteminin temelleri, yol kavramını iki paragrafta açıklayınız., Yolun sonunda ne olursa o yola gidilir?, yooo, İtinayla sadeleştirme yapılır

Kiki’yi Paris’te bırakıp döndüğümde İstanbul’daki ilk günlerimden biriydi, bir arkadaşım telefon açtı.

Allah kavuştursun.

Teşekkür ederim. Amin, dedim. Raconuna uygun olsun endişesinden.

Nasılsın?

İyiyim. Ya sen?

Hayatında bir boşluk oldu değil mi?

Bilmem. Yooo…

O zamanlar pek üstünde durmamıştm. Gel gelelim o günden bu yana her rastladığım kişiden aynı soruyu ya da benzer yorumu dinliyorum. Kendini boşlukta hissediyor olmalısın.

Aslına bakarsanız, Kiki’yi çok özlüyor olmakla birlikte üzerimden büyük bir sorumluluk atmış gibiyim. Evdeki işlerim hatırı sayılır derecede azaldı, Kiki’nin okul, faaliyet, alışveriş, vs gibi bürokratik zaman-kemiricileri tamamen ortadan kalktı ve fakat tüm bunlara rağmen o boşluğa düşme hissi yok.

Neden, peki? Ben ezik miyim?

Tam tersine beton dolu bir yüzeye çarpıp orayla özdeşlemişcesine doluyum. Deminki sorunun gizli cevabı; evet eziksin. Yeni mi farkına vardın?

Bu konuyu yaklaşık 1 aydır düşünüyorum. Bir sebep bulana kadar da elim kolum bağlandı sanki, alışık olmadığım bir letarji içine düştüm. Letarji dediysem tembelliğin had safhası, ayakta uyuklama durumları diyorum. Hiç alışkın değilim desem de inanmayın. Asıl ilginç olanı, tamam 1 aydır belki de daha fazla bu durum üzerine düşünüyorum ama yemin billah ederim ki biraz evveline kadar elle tutulur bir analiz yapamamıştım. Sabahtan kahve ve kitap eşliğinde bir aydınlanma yaşadım, desem…

Hep düşünüyordum, neden boşluk yok? Neden letarji’ye kapıldım?

Letarji konusunda bir açıklama getireyim; kısmi bir letarji bu. Senelerden beri, hep yapmak istediklerim konusunda bir girişimsizlik söz konusu. Hani hep zaman bulmayı beklersin, beklersin, o zaman gelir, sen yine boş işlere harcarsın ya işte öyle bir şey…

Bu sabah aralarındaki ilişkiyi çözdüm.

Çocuk demek yük demek. Kimse bunun aksine inandırmaya çalışmasın beni, hiç gerçekçi değil. Ama bu yükü bilerek ve isteyerek, seve seve alıyorsun üstüne, o başka. Ayrıca çoğu zaman çok eğleniyorsun. Ara sıra negatif duygulara, ki bunlar kızmak, hüzünlenmek, korkmak, diyelim, esir olduğunda bile içlerinde sevginin, anlayışın, mutluluğun kardelen tomurcukları olur. Bir müddet sonra anlarsın ki aslında sen kendine öfkelenmişsin. Bu da sana farklı bir bakış açısı kazandırır. Hayatta bu yükü taşımanın bir anlamı olduğunu fark edersin. Sırtlandığın zamanki sen, yol boyuncaki sen ve bıraktığın zamanki sen aynı değildir çünkü. Bu anlamı fark etmenin tek bir koşulu var yalnız; BIRAKMAK. Bırak gitsin insan yavrusu. Yasalar bunu 18 seneyle mühürlemiş. Bireysel düzeyde artı, eksi sapmalar olabilir. Ah, o 18 sayısı var ya… Canıma okudu bu yaz. Bu da başka bir konu… Bu sefer çok fazla dallanıp budaklanmayacağım.

Dolayısıyla gözlemlerden yaptığım çıkarıma geleyim şimdi: yaş kemale erince yük biraz ağır basmaya, ezmeye başlamış. Eh tabii son senelerde yazar olmak gibi inatla ve hevesle kendime eklemlediğim kişisel projemi de sayarsak çöküntüye uğramak normal diyorum. Ne olsa bir proje sahibi olmak, arada kontrat olmasa bile, bilerek ve isteyerek bir yükümlülük altına girmek demek. Ayrıca tüm bunlara eklenen, günümüzdeki bu okul sisteminin anne babayı çalıştırarak, her bir çocuğu proje yönetimi dahilinde ele alma durumları yok mu, akıl sır erdiremiyorum. Öyle ki, abartılmış durumların farkındasın ve fakat elinden çoğunluğa uymaktan başka bir şey gelmiyor. İnsan faktörü işin içine girince özelden yola çıkıp genel uygulama yapmak olmuyor işte. Uzun zamandır bir esneklik çağı deyimi ortada dolaşıyor eğitim sisteminin iplikleri hala, belki de eskisinden fazla, sırça cam sertliğinde. Eline koyduklarında hem kırılıyor, hem batıyor. İşte bu ülkede/evrende çocuk sahibi olmaktaki en büyük yükü bu oluşturuyor. Büyük yorgunluk ve SABIR.

Aklıma bir fikir geldi. Bence eğitim 18 yaştan sonra başlamalı. Yeni doğanlar hayata emekli olarak başlasın, devlet onlara maaş bağlasın. Yaş 18’e gelince eğitim devreye girsin. İnsanlar kendilerini tanıyıp ona göre ne yapmak istediklerine doğru düzgün karar verebilsin. İnsanoğlu daha 10 yaşında, gelişiminin en can alıcı noktalarındayken, anne-baba, öğretmen, psikolog, yakınlar, vs’den oluşan üç-beş kişi birleşip erken gözlemlere dayalı eldeki varsayımlara dayanarak, bu insanoğlundan ileride bilim adamı olur, olmaz sosyale/zanaate kaydırmalı şeklinde nasıl ve hangi hakla karar verebilir ki? Hem insanoğlu emekliliğini baştan yaşayıp eğitimine sonra karar verirse daha hızlı yol alır. İlk öğretim 8 yerine 3-4 senede biter. Liseye de en fazla 2 sene ver. Toplam 5-6 senede lise mezunu olursun. Üniversite’den eksiltme yapamayız sanırım. Neyse yuvarlak hesap 5 senede buna saysan yaklaşık 28-30 yaşında çalışma hayatına başlarsın, ölene kadar da çalışırsın. Baştan dinlendiğin için sorun olmaz. Ayrıca emekli olunca ben şimdi ne yapacağım boşluklarına düşmezsin. Ölümü bekliyor olma sinir bozukluğu yaşamazsın. Kazançtan kesilen primler de bir sonraki neslin emekliliğine gider. Böylelikle en güzel yılların eğitim belasıyla harcanmamış olur. Sokakta oynamaya bile vakit bulursun. Tekrar edersek, gelişimini gerektiği gibi tamamlayan insanoğlu erken başladığında ancak 20 seneye yayarak bitirebildiği bir eğitim sürecini 10 senede hakkından gelerek ekonomi yapar. Kaynaktan tasarruf diye buna derim ben. En nihayetinde ilk okulda okuduklarının biraz gelişmişini orta okulda, biraz daha gelişmişini lisede, en gelişmişini üniversitede tekrar tekrar okumak en büyük zaman kaybı. Gelişene kadar emekli yaşayalım, geliştikten sonra bir seferde en detaylısını öğrenelim. Neyse bu parantezi burada kapatıyorum. Gelelim;

Neden bende boşluk hissi yok?

Çünkü boşluk olmasın diye hiç bir iş yapmıyorum. Ya da yaparsam da bekleyenleri değil başka şeyler yapıyorum. Ya da çok yavaş yapıyorum. Hız kaybı. Performans düşüklüğü ama yaşa bağlı olmayanından.

Peki, bu tezat değil mi?

Değil.

Peki, bu neye bağlı?

Birinci kişisel gerçeklik durumu: Şimdi ben bir sürü yükün altında ezilmiştim ya… Bu duyguyu/etkiyi iyi biliyorum ya… Dolayısıyla buna karşı bir alışkanlığım var. İster istemez bağımlılık gelişmiş durumda.

İkinci evrensel gerçeklik durumu: Sorumluluklar, yükler yerine getirilmediği takdirde sırtta ve belde birikme yapar. Yer çekiminin de etkisiyle vücutta bu yüke bağlı eğilmeler, ezilmeler baş gösterir.

Peki, ezik insan ne yapar?

Kıpırdayamaz.

Sonuç: Letarji.

Sonucun sonucu: Daha da ezilme. Tanıdık, bildik his. Yani güven ortamı.

Çıkarım: Güven ortamından çıkmamak üzere iş birikimine gitmek suretiyle geliştirilen letarji.

Tedavi: Sadeleştirme İşlemi.

Çözümünü bulduktan sonra ayağa kalktım ve bir kahveyi hak ettiğimi düşünerek mutfağa yollandım. O arada çamaşır makinesinden bitti sesi geldi. Suyu ısınmaya bırakarak içeriye balkonda-çamaşır-asma işlemini gerçekleştirmeye gittim. Geri geldiğimde aklıma gerçek çözümün aslında Letarji olduğu, çünkü bana düşünme olanağı ve zamanı sağladığını fark ettim.

Eziklik duygusunun bağımlılık geliştirdiği kanısınaysa Karatay rejimi sayesinde kapıldım. İster inanın, ister inanmayın duygu bağımlılığı da aynı karbonhidrat bağımlılığı gibi… Yoksa neden insanın canı örneğin arabesk dinledikçe arabeske hiç çıkmamacasına gömülmek, ilmini yapmak ister?

Şimdi sıra geldi matematikte nasıl yapardık şu sadeleştirme işlemini onu hatırlamaya. Bu arada You tube’u açtım, Vivaldi’nin Kış mevsimini dinlemeye başladım. Arabesk’ten bahsedince aklıma o geldi de… Şu an kar fırtınası bitti, sanırım beyaz bir sessizlik var keman eşliğinde…

Önce paydaları eşitlemek lazımdı ki üstleri atabilelim. Değil mi? Çapraz çizgiler göz önüne geldi mi? Paydalar bana kalırsa duygu kısmı. Pay’lar da yapılan işler. Cismani üstte, ruhani altta.

Çıkarım: Payda olarak aynı duyguyu yaratan işleri bir kenara toplayıp eleme işlemi gerçekleştirmek.

Yanisi:

1) Sosyal medyadaki varlığımı tamamıyla yok etmek yerine teke indirmek. Zaten büyük bir kısmını her birini birbirine bağlayarak, zincirleme etki yaratmayı geçen sene yapmıştım. Şimdiyse İnstagram, Tmblr, Facebook, Tali bloglar, vs iptal. Kunegond’un Penceresi’nden devam. Etkisi eğer varlığımı kendime ve başkalarına kanıtlamanın getirdiği haz ise bir tanesi yeterli.

2) Fransız, Türk, Yazı atölyesi, vs tüm okuma grupları iptal. Kendi okuma programıma yetişemez oldum. Böyle bir şey yapmanın etkisini nedir bir düşüneyim dedim de pek bulamadım, çünkü okuma sonrası düşünceleri blogda paylaşmak, bu gruplardan beklenen etkiyi karşılıyor. Kıssadan hisse tek liste yeterli.

3) Tüm yazı grupları, ödevler, çalışmalar iptal. Sadece projemle ilgili kurmaca yazı ve günlük tutma işlemleri yeterli. Etkisine gelince, ister öykü olsun, ister roman parçası, şiir, tiyatro, günlük, deneme, ne olursa olsun her biri yazmış olmanın hazzını karşılıyor. Öyleyse bu dağılma neden?

4) Bu kısmı nasıl sadeleştireceğimi bilemiyorum. Ev işleri ve tercüme işleri bende aynı etkiyi yaratır: SIKINTI. Son yıllarda oldukça sadeleşmelerine rağmen ikisinden de kurtulamıyorum. İkisini birden çekemiyorum. İkisi de sonuç odaklı kişilere uygun, bense daha önceki yazılardan birinde açık etmiştim süreç odaklıyım. Bunca seneden sonra ancak anlayabildim. Dolayısıyla gösterilen havuçların peşinden koşamıyorum. Tıkanıyorum. Yol boyunca serpiştirilen fasulye taneleri olmalı patika üzerinde. Sonra o fasulyeler giderek baklaya dönüşmeli vs… İkisi de dolaylı yoldan yaşamımı sağlıyor. Her yönden oldukça benzerler. Ve fakat ikisi de vücut içinde birer sıkıntı merkezi yönetiyor. Hatta son çağın trendine uyup mergers-and-acquisitions yöntemiyle güçlerini birleştirip monopolleşmeye baş koymuş olmalarından şüphelenmeye başladım. İşte bu durumdan nasıl çıkabilirim henüz bir yolunu bulmuş değilim.

Düşünmeye devam.

Bunu derecelendir:

Paris’te Bir Mezarlık – Le Pere Lachaise

23 Salı Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük, Paris Defteri

≈ 8 Yorum

Etiketler

feydeau, Jim Morrison nerede?, kayda, Le Pere Lachaise Mezarlığı, Modigliani'nin mezarı, Paris'te mezarlık geziyorum, satar, yatar

Dünyaca ünlü kişiler çıkarmış ya da onlara mekan olmuş ülkelerin mezarlıkları çoğunlukla ölmeden önce görülmesi gerekenler listesinde yer alır. Çoğunluk, haç gezisi kapsamına girerler.

Benim de Paris’te görmek istediğim 3 mezarlık vardı.

Birincisi Sartre, Beauvoir, Beckett, Baudrillard, Belmondo da burada yatar ama onunla daha az ilgiliyim, Ionesco, Gainsburg, Kiki, Montparnasse Kraliçesi’nin, hani hayatını anlatan çizgi romanı geçen sene dilimize çevrildi, haberini yakın takipte olduğum Fil Uçuşu isimli blogunda kayda değer çizgi roman tanıtımları yapan  Yekta Kopan’dan duymuştum; Kiki: Bir neslin ilham kaynağı, huzur içinde yattığı Montparnasse Mezarlığı.

İkincisi, Stendhal, Truffaut, G. Moreau, T. Gautier, Feydeau, Degas, Dumas, Camondo, hani şu bizim Karaköy’deki merdivenleri yaptıran, bir zamanlar Doğan Apartmanı dahil Galata, Pera yöresinde 60’ın üstünde bina sahibi olan, kökenleri orta çağa enkizisyon zamanlarına kadar dayanan ve malesef Auschwitz’de son bulan, sanat düşkünü, koleksiyoner, yahudi banker ailesi, Berlioz’un yattığı Montmartre Mezarlığı.

Üçüncüsüyse Le Pere Lachaise ve aklımdaki tek isim Jim Morrison. Eski bir Doors tutkunu olarak diğerlerine karşı Morrison baskın geldi.

Le Pere Lachaise Mezarlığı 20. bölgede. 2 ya da 3 numaralı metroya binip aynı isimli durakta inince hemen kapısıyla karşı karşıya geliniyor. Başka kapılarından da girmek mümkün ama bu kapının önünde bir görevli bir harita satar ki bu önemli bir ayrıntı. İri yarı, müdaheleci ve meraklı bir karaktere sahip bu beyefendi uzaktan yaklaştığımı görür görmez el etti hangi ülkeden geldiğimi sordu.

Nereden geliyorsun?, Ne zaman dönüyorsun? şeklinde sorularla kişi çok çabuk ırkçı damgasını yediği için Fransızlar bu türden soruları riskli bulur. Her toplumun farklı bir baskı şekli var, n’apacaksın…

Türkiye dedim. Hemen açtı haritayı eliyle işaret etmeye başladı. Bak burada Güney yatar, tam şurada da Kaya. Yüzünde marifetini göstermiş gururlu çocuk ifadesi. İki buçuk euro’mu verdim, haritayı aldım. İyi ki de almışım, içeride ben dahil en az 10 kişinin işine yaradı.

Mezarlık tam bir labirent. Ada etrafında yatanlar nispeten kolay, ama ya içindekiler… Otlakta kızılderili ok ucu aramaktan beter. Benden söylemesi. Ayrıca, mezarlığın haritadan da görülebileceği üzere iki bölümü var. Biri eski kısım ki aşağı yukarı bizdeki şehir planlamacılığı gibi önce boş buldukları yere gömüp sonra yolları yapmışlar. Dolayısıyla, akla hayale gelmedik sapaklar, yolun ortasından merdiven çıkmalar, ağaç etrafından dolaşmalar vs, gırla… Bilindik manzaralar anlaşılacağı. Haritayla bile bir geçtiğim yerden en az 5 kere daha geçtiğim oldu.

Fakat tepedeki ikinci, yeni kısım oldukça net, geniş bulvarlarla New York tipi düzenli bloklara bölünmüş. Çoluk çocukla en iyi ziyaret edilebilecek mekanlardan bir tanesi. Zaten Michelin’in Paris rehberinde de yazar, haritayı veletlerin ellerine verin, bir isim söyleyin ve sizi en kısa yoldan onun mezarına götürmelerini isteyin. En doğal, en ucuz, en hazırlık gerektirmeyen, en eğlenceli Hazine Avı. Yalnız yanınızda ödül gibisinden şeker, kuruyemiş vs bulundurun, mezar başında o kişinin hayatını anlatmaya kalkmanızı hiç tavsiye etmem.

İkinci tavsiyem ayağınıza rahat ve yeni olmayan bir ayakkabı geçirin, kendi tavsiyemi dikkate almadığım için, yeni aldığım gri converse’lerle gitmişim, otele döndüğümde ayak hacmimi iki katı artmış buldum öylesine su toplamış her noktası…

Neyse kapıdaki adamın tavsiyesine uyarak haritayı değerlendirdim. Olduğum kapının sağından Güney’e, solundan Kaya’ya gidiliyordu. En iyisi dedim birinden başlayayım dolanıp çıkarken öbürüyle bitireyim. Güney’e doğru yollandım.

Her daim çiçeği olanlardan. Bazılarıysa plastik. Mezarın üstünde bir de mesaj kutusu var.

Sonra kendi kafama göre bir gezi tutturdum. Mezarların çoğu anıt biçiminde. Oldukça eski tarihlerden kalanları var. Yeni ya da eski olsun, bazılarının içleri oldukça güzel vitraylarla süslü. Oturmalık yerler var.

Mezar taşında birlikte çok güzel yaşadılar, birlikte gömüldüler gibisinden bir şeyler yazılıydı. Adam karısının yüzünü sonsuza dek görmek istemiş.

Mezarlığın daracık sokaklarında böylesine gezerken baktım olmayacak vakit hızlıca geçiyor, iyisi mi önce görmek istediklerimi bir bulayım sonra kalan vakitte gezinirim karararına vardım ve Jim Morrison’ın mezarına doğru yollandım. İyi ki de yapmışım, gittiğim her yerden olduğu gibi buradan da bekçi düdükleri arasında alelacele tasarladığım kapıdan değil açık kalan tek kapıdan çıkartıldım. Böylelikle Ahmet Kaya’nın mezarına uğrayamadım.

Jim Morrison’ınkini, abartmıyorum, iki genç kız, bir adam ve ben hep birlikte en az 15 dakika aradık. Hadi bana harita okuma özürlüsün denebilir, ama hepimiz mi öyleydik yahu? Dön, dön başım bulandı. Başkası olsa bu kadar inatlaşmazdım. Bana kalırsa bunu bulamayan bir tek ben olmamalıyım ki, yanına gidince anladım, tam önündeki ağaca işaret koymuşlar.

Ünlü kişi mezarlarının bir dezavantajı, fotoğrafta görüldüğü gibi çok fazla yanına yaklaşamamak. Hepsi çevrili, geçilmez teçhizatlarla korunmuş.

Le Pere Lachaise’de kişisel mezar-anıtların yanında toplu olanları da var. Bunlardan bir tanesi, 1832 yılında Paris’te Commune adı verilen ayaklanmada hayatını kaybedenlerin anısına dikilmiş olan.

Bu meydanın etrafında ayrıca banklar, ve banklara oturmuş yazı yazanlar, kitap okuyanlar, pusetiyle gelmiş hayal kuranlar vardı. İçimden oturup yazmak geldiyse de vakit darlığından yapamadım. Kendimi bayram ziyaretinde en fazla kapı yapan kim yarışmasında hisssetmedim desem yalan olur.

Başka bir toplu anıt-mezar, tepedeki göreceli olarak yeni yerleşim alanlarında ölü yakım tesislerinin bulunduğu meydana bitişik, bir bahçe etrafında Fransa topraklarında hayatını kaybetmiş kişilerin tek tek isimlerinin yazılı olduğu plaketleri barındıran iki katlı, iki kanatlı bir yapı, daha var.

İnsinerasyon mekanı.

İkinci durak Oscar Wilde’ı belirledim. Ona gelene kadar ilginç bulduklarımı da kaçırmadım tabii…

Ressam, Heykeltraş Armand Pierre Arman’ın “Nihayet tek başınayım” anlamına gelecek plaketi:

Mano Solo olarak bilinen Fransız şarkıcı Emmanuel Cabut.

Claude Chabrol.

Frederic Chopin.

Yorumsuz.

Lady Prescott

Victor Hugo.

Sandalyeli Kadın: Mirelle

Pierre Bourdieu.

Günün tatlı sürprizi, kıyıda köşede iyice saklanmış Modigliani:

Tam karşı adada Edith Piaf. Yine de yerini bulmakta zorluk çektim. Aslında en iyi yöntem kalabalık gördüğün yere doğru ilerlemekmiş. Bir dahaki seferlerde aklımda olacak.

Ve kırmızı ruj izleriyle dolu, malesef yanına yaklaşılamayan, yoksa adettendir diyerek bir dudak izi de ben bırakacaktım, Oscar Wilde.

Marcel Proust: Kayıp Zamanın İzinde.

Sarah Bernhardt, ki aklıma hemen Red-Kit gelir, gelmiş geçmiş en meşhur aktrist.

Piyanosuyla Gilbert Becaud.

İspiritizmacı filozof Allen Kardec. En popüler mezarlardan bir tanesi. Büstüne dokunup istekte bulunmak üzere. Maalesef çok geç öğrendim. Bir dahaki sefere kaldı.

Oyunlarıyla değil de daha çok Marquis de Sade’ın eserlerinin edebi değerini öven eleştiri yazılarıyla tanınan Apollinaire. Genç bir Don Juan’ın Maceraları’nı yazarak Sel Yayıncılığın başını belaya sokan haylaz çocuk Apollinaire.

Honore de Balsac.

Yan yana La Fontaine ve Moliere.

Moliere ve La Fontaine son oldu. Daha sonra mezarlığın daracık yollarından geçen arabalı bekçiler tarafından düdüklerle çıkışa doğru kovalanmaya başlandım. Tam kapının orada Adem ailesi gülümseterek ayaklarımın acısını unutturdu.

Ve ziyaret bitti. Bu kadar ünlü yazar yakınlaşmasının sonucu umarım bir şeyler kapmışımdır.

Bu da mezarlığın bana Dolmabahçe Sarayı’nınkini hatırlatan ana kapısı.

Ve tüm fotoğraflar: Aslında çok daha fazlası var ama… Bir zamanlar pul koleksiyonu mu, aile fotoğrafları albümü mü seçeneğine ne cevap verdiğim belli oldu sanırım.  Burası ne olsa 43 hektarlık bir alan ile Paris’in 17. yüzyıldan kalma en geniş mezarlığı. Öncelikle huzur evi olarak kullanılmış. 15. Luis’nin günah çıkardığı papaz Le pere La Chaise, ki görgüsüzce İskemle Baba şeklinde çevrilebilir, emekli olduktan sonra Cizvitlerin almış olduğu bu huzur evine çekilince mekanın da adı konmuş olmuş. Halen kullanımda. En yakın tarihli mezarlar arasında Bourdieu, Mano Solo var.











































Bunu derecelendir:

Tembellik Üzerine… Bir an başı sonu belli yazmaya çok üşendim de…

22 Pazartesi Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

hamle, her şey gibi yazılan da yarım kalar, narsist, sakilik bir tembelin asla yapamayacağı işlerden biridir, tembelin ayinesi evrendir., tembellik üzerine, yarımlar bakidir

Bir alışkanlığı elde etmek ne kadar kolaysa, vazgeçmek de o kadar kolaydır yeter ki kişi tembel olsun. Tembel kişi üşenir. Üşendiği için de kimseye, hiç bir nesneye bağımlılık geliştiremez. Aslında onun tek bağımlılığı, biricik alışkanlığı adı üstünde tembelliğidir. Tembel doğar, tembel ölür. Hadi ölmesini anladık, doğumu nasıl oluyor derseniz… İleride tembel anılacak kişi ana karnında 9 ay 10 günü uzatmalara bağlamasından anlaşılır.

Hadi diyelim anne biraz sabırsızlandı, tembel kişi, rahimden gelen hadi artık ama sen çok oldun, çok yayıldın yaylan biraz kasılmalarına giderek daha fazla maruz kalır. Rahatı bozulur. Anne karnından dışarı doğru bir adım atmak üzere hamle yapmaya kalkışır. Yine de hiç acelesi yoktur. El mecburi zamanında doğacaktır ama annesine günler süren sancılar çektirmesinden karakterini belli eder. Aslında hiç bir şeye acelesi yoktur. Olanlara da pek anlam veremez. En nihayetinde dünya dünya olalı yerinden 1 mm bile oynamamıştır. O halde nedir bu telaş?

Bugün çok üşeniyorum. Tembel olmayanlara anlatayım isterim.

Nasıl tembel olunur? Tembellerin başlıca özellikleri nelerdir? Bir tembele edilecek en iyi küfür hangisidir?

1- Bir şey yapılmadan önce bitmiş hali, faydaları ve sevinci değil yapım sürecinin sancıları göz önüne getirilir. En nihayetinde yaratım sanıcılıdır bunu herkes bilir. Bu sancılar dibine kadar abartılır, gözde büyütülür.

2- Yapılacak iş küçümsenir. Tembel kişi kendini yüceltir. Ne olsa her şey elinde çocuk oyuncağıdır.

3- Havadan sudan bahaneler bulunur. Tembel kişi için moral, ahlaki değerler, psikoloji, inançlar özellikle en batıl olanları çok önemlidir. Bir işin hayırlısıyla yapılabilmesi o anki ruh ve ahlak durumuna, hava koşullarına oldukça bağlıdır. Günden güne çürüyen manevi değerlerden, geri dönüşü olmayan iklim değişikliklerinden söz edilen bir ortamda tembellik kaçınılmaz bir yazgıdır.

4- Tembel kişi kolaylıkla egoist narsist eğilimlere kapılır. Aslında öyle değildir. Kendisiyle karşılıklı sohbete girişildiğinde en idealist, en fedakar fikirleri olduğu görülür. Ancak üşengeçliğinden dolayı, kimse ve hiç bir şey için kılını kıpırdatamadığından sürekli yanlış anlaşılır. Haksız suçlamalara maruz kalır. Dolayısıyla olgunluğa erdikçe konuşmaya bile yeltenmez. En nihayetinde yanlış anlaşılacaktır. Bunu adı gibi bilir.

5- Tembel kişi nereden baksanız iyi bir dinleyicidir. Tartışmaya, karşılıklı fikir alışverişine girmeye üşendiği için fikrini söylemekten ve sonra bu fikri kanıtlamaya mecbur edilmektense baştan hiç bir şey söylememeyi tercih ederek itirazsız kabullenir. Dolayısıyla görünüş itibariyle toplumda yargısız kişi kabul edildiğinden doğal dinleyiciye dönüşür. Çanak tutmaz, çanağın kendisidir. Tembel kişinin ideal meslek alanı psikoloji ve danışmanlıktır. Hatta o kadar tembeldir ki, çoğu zaman kendisine söyleneni dinlemez bile. Bir an gelir uyanır. Bir bakar ki bir ömür anlatılmış. Açığı kapatabilmek ve karşıdakinin konuşmasını daha da körükleyerek uyuklamasına geri dönebilmek için bir iki can alıcı soru sorar.

6- Derslerde not tutar görünmekle birlikte defterine yakından bakılsa ipe sapa gelmez şeyler çiziktirip karaladığı rahatça görülür. Tembelliğin toplumca hoş karşılanmadığını bildiğinden çalışır görünmenin yollarını daha doğar doğmaz öğrenmiştir. Ana karnındayken ayakta uyumanın ilmini yapmıştır.

6- Tembel kişi bir şekilde galeyana gelip başladığı bir işi hevesi geçer geçmez neresinde olduğuna bakmaksızın yarıda, kaldığı yerde, olduğu gibi bırakır. Yarım yaşanmışlıklardan tarifi imkansız bir zevk alır. Bir de tam yaşayabilse kim bilir ne olur diyecekseniz… Hemen cevabını vereyim öyle bir şey olursa depresyona girer, sonu intihara kadar gidebilir. Gücünü eksik olanda bulur.

7- Bir tembel ancak başka bir tembelle evlenirse nikahta söylenen “Allah tamamına erdirsin” lafı küfür olarak algılanmaz.

Bunu derecelendir:

Gustave Moreau Müzesi – Devam

20 Cumartesi Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük, Müzeler, Paris Defteri

≈ 6 Yorum

Etiketler

Gustave Moreau, Kutsal kitap manzaraları, müze gezilerine devam, messaline, mitik efsane ve resim, paris, Paris Defteri

Bir iki saate sığdıramadığım bir müzenin yazısını da haliyle bir iki saatte bitiremedim. Geriye çok bir şey kalmadı. Yukarıdaki fotoğraf sanatçının otoportresi. Bir de annesininki var, üst katlardaki atölyesinde değil, bir zamanlar yaşadığı alt kattaki dairesini süslüyor:

Moreau evinde sergilenen eserlerin yanısıra, içerinin düzeni ve yerleşimi hakkında da bahsetmeye değer. Mimariden pek anlamadığım için evin dış kabuğu üzerine söyleyecek bir şeyim yok. Fransa’daki diğer yapılara nazaran daha sade ve sağlam görünümlü buldum. Taş binadaki kolonlara bakarak olsa olsa neo-klasik derim. Fotografı dünkü yazıda kaldı : Yeni Keşif: Gustave Moreau. Klasik efsaneleri modern ve sıradışı anlayışıyla yeniden yorumladığına bakılırsa, eserlerine ve düşünce yapısına oldukça yakışan bir mimari. Bu arada işin ilginç tarafı müze 1903 yılında açılmış fakat buna rağmen çoğu insanın bilmediği, içinde yaşayarak, çalışarak eser vermiş sanatçıyı tanımadığı bir mekan.

Demir kapıdan içeri girdikten sonra geniş sayılabilecek ve bir iki basamakla yükselen  kısmı olan, ki oracık yerde bir kasa ve ufak tefek hediyelik hatıra tezgahı var,  bir giriş ziyaretçiyi karşılıyor. Tam karşıda pembe merdivenler yukarıdaki dairelere çıkıyor. Merdivenler aslında pembe değil tahta ama duvarlar yüzünden dilime öyle yerleşmiş.

Çıkarken,

İnerken:

Birinci kata çıkar çıkmaz tuvalete koşturdum. Hem nasılını merak ettiğimden, ki Paris yolculuğu boyunca bir çok tuvalet fotografım var, hadi itiraf edeyim dünyanın çeşitli yerlerinden elde edilmiş bir sürü tuvalet fotografım var, koleksiyon yapıyorum, hem de işimi göreceğim gelmişti.

Daha sonra sanatçının yazıhanesi, kütüphanesi tabir edebileceğim çalışma odası geliyor. Ev müzeye çevrildikten sonra da misafirlerini işte bu odada kabul etmiş. Biraz karanlık. Duvarlarında bir santimetrekare boş yok. Moreau müze içinde kendi kişisel müzesini oluşturmuş diyebilirim içeride öylesine bir koleksiyoner havası esiyor.

Aşağıda kitaplarını ve tablolarını görünce aklıma geldi Moreau en çok Fransız Romantik ressamlarından, hatta en başta geleni Eugene Delacroix‘ya hayranlık duyar ve severmiş.

Yazı masasına oturduğunda tam karşısına gelen manzara:

Ve masası ile kitaplarının arasında kalan ufak bir şömine:

Mekan oldukça dar ve karanlık olduğundan fotoğraflar çok iyi değil. Tabii elimdeki makine de süper değil, ayrıca ben de fotoğrafçı değilim. Bunlarla idare edeceğiz.

Daha sonra yemek odası var ki masa ve eşyaları itibariyle ve günümüz İstanbul’undaki o lüks villa tipi evlerle karşılaştırıldığında, bu arada İstanbul’da metre kare çok pahalı evler küçüldü diyoruz ama Paris’teki ev içlerini gördükten sonra acayip şımarık olduğumuza karar verdim, yedi cücelerin orjinal kulübesi burası deseler inanırdım.

Yemek odasının büfesi:

Yemek odasının gizli gecide açılan kapısı ki bu düzenlemeler batı evlerinde en bayıldığım şeyler. Aslında yandaki oturma odasına açılıyor.

Bu da diğer taraftan görünümü:

Zamanında annesinin daha sonra kendisinin yerleştiği mavi yatak odası :

Yatak başları:

Yataktan inmek için kullanılan tabure, nedense komiğime gitti:

Tavandaki avize :

Bu mavi oda dairenin diğer odalarına nazaran çok daha aydınlık. Yan tarafında “boudoir” adı verilen gizli saklı bir bölme var ki zamanında samimi konuşmalar, kucaklaşmalar genellikle buralarda yapılırmış. “Bouder” fiili günümüz fransızcasında surat asmak anlamına gelir ki boudoir deyince benim aklıma asıl işlevinden çok sahibi ya da da sahibesinin kimsenin yüzüne bakmak istemediği zamanlarda içeri kapanıp kendi kendisine surat astığı mekan geliyor. Hani ben olsam, dolap içerisine saklanmak yerine öyle kullanırdım.

Bilmiyorum zamanın insanları cüssece çok mu küçükmüş. Biz bunlara sığışıp oturamayız gibi geliyor:

Daha sonra pembe merdiveni takip ederek atölyelere doğru yollanıyorum:

Başlı başına bir şok. Mekan geniş ve aydınlık. Aşağıdan kafayı gösterir göstermez ziyaretçinin gözlerinin önüne serilen o muhteşem, helezon merdiven.

Birinci kat atölyenin görünüşü:

Roma İmparatoru Claude’un üçüncü karısı, sekse olan düşkünlüğüyle, ki zamanın genelevlerinde gidip zevk için fahişelik yaparmış, skandallara konu olmuş, 25-48 tarihleri arasında yaşayarak oldukça genç ölmüş, meşhur Messaline. Suluboya.

Atölyenin tam ortasında Moreau’nun kendi deyimiyle resimden sıkıldığında el attığı mumdan heykellerin sergilendiği bir camekan var:

Kutsal Kitap Manzaralarından: Havva

İkinci kat daha da ferah.

Müzenin aynı zamanda kendi çalıştığı atölyesi olmasının ziyaretçilere sağladığı avantaj Moreau’nun çalışma sisteminin aşamalarını da görmüş olmak. Bir çok eskizin yanı sıra sadece bazı oluşturularak bırakılmış tablolar, yarım kalmışlar…

Müzenin baş yapıtlarından bir tanesi de aşağıdaki fotoğrafın sağında bir dolap kapağı şeklinde duran ve bir çok küçük kareden oluşan La Vie de l’Humanité, İnsanlığın Gelişimi/Yaşamı.

Tepesinde yarım daire biçimindeki alanda kanlı İsa ile biten 9 kareye bölünmüş temsili resimler.

Altın Çağı, Adem ve Havva ile vurgulanmış. Her bir dizi İnsanlığın aşamalarını temsil ettiği kadar aynı zamanda bir insanın yaşamını da anlatıyor. Birinci sıra, çocukluk çağı. Adem ile Havva’nın sabah, öğlen ve akşam zamanı resmedilmiş. İkinci sıra, gençliği temsil eden Gümüş çağı. Sabah, öğle ve akşam zamanları, antik çağın şairleri Hesiode ve Orphee tarafından temsil edilmiş. Olgunluğu işaret eden Demir çağı ise kardeşini öldürerek yeryüzündeki ilk cinayeti işleyen Kabil ve akabinde eserin kubbesinde yer alan, belki de ilk toplu ve resmî cinayeti temsil eden,  İsa’nın kanlar içindeki kurtuluşu ile sona eriyor. Bireysel ölümün temsili. 

Moreau’nun bazı eserleri Orsay Müzesinde bulunsa bile en önemlileri kendi evinde. Çoğunu kendi arkadaşları dışında satmayı reddettiği için kendi kendisinin en büyük koleksiyoneri haline gelmiş. Belki de resim amatörleri açısından en hayırlısı olmuş.

Peki nasıl geçinmiş?

Örneğin, Marsilya’lı mirasyedi, bilim ve sanat aşığı Anthony Roux, Gustave Moreau’ya zamanında bir çok tablo sipariş etmiş. Hatta La Fontaine’in en ünlü masallarından oluşan bir kitap bastırmak hevesiyle, bilinen 60 adet masal görseli yaptırmış. Suluboya. Sonra bu kitap basıldı mı, basılmadı mı bilinmiyor. Ama eskizlerinin içinde bu masallardan bir tanesiyle ilgili çalışma buldum: Kurbağalar

Moreau hakkında aklımda kalanlar, not ettiklerim bunlar. Kişiliği ve tablolarını daha detaylı incelemek isterdim. Bir de keyfimce kurcalayabilmek üzere ileriki Paris ziyaretlerime bıraktığım Sphinx ve Oedipe meselesi var ki, aslında en fazla üzerinde durarak eserlerine yansıttığı konulardan bir tanesi.

Oedipus and the Sphinx; http://et.wikipedia.org

Kıssadan Hisse: Gustave Moreau keşfi beklenmedik bir keyif oldu. Ingres, Modigliani, Chagall, Dubuffet ve Klimt arasında gelip oturarak kendisine sağlam bir yer edindi.

Bunu derecelendir:

Yeni Keşif: Gustave Moreau

19 Cuma Eki 2012

Posted by Qunegond in Günlük, Paris Defteri, Uncategorized

≈ 1 Yorum

Etiketler

7 ölümcül günah, Gustave Moreau, Müze gibisi yok, paris

Her şeyin bir zamanı vardır deyip işleri oluruna mı bırakmalı yoksa oldurmak için zaman mı yaratmalı? Her iki seçeneği de, hatta ilkini biraz daha fazla denemiş biri olarak bu birincinin pek bir işe yaramadığını söyleyebilirim. Yani zaman elimde olmamışlardan büyük bir birikim hesabı bırakarak akıp gidiyor. Belki de zaman değil, ben akıp gidiyorum. Giderken ucundan köşesinden bir yerlerine tutunursam diyorum ne olacaksa artık…

Sinematografik, oldukça hoş bir rüya görüyordum aniden uyandım. Bu yüzden olsa gerek güne kötü başladım. Yetmezmiş gibi kahvaltımı ederken bir Danimarka filmi seyrettim. Miras. Ulrich Thomson’ın o soğuk oyunculuğunu nedense pek seviyorum. Film güzel olmasına güzeldi de, bitince şu cümleyi karalamışım deftere: Bazen ne yaparsan yap hayatın bütünü buruk bir aşk hikayesi olmaktan öteye gitmiyor. Anlaşılacağı moraller bugün tavan yapmış.

Sonra oturdum Paris fotoğraflarını ayırdım. Niyetim başlıkta yazdığı üzere, kendi oturduğu evi ve atölyesini müzeye dönüştürerek devlete bağışlayan 19. yüzyıl Fransız sembolist ressamlardan Gustave Moreau’dan başlamak. Neyse işte tasnif, seçim derken zaten 300’ün üstünde fotograf çekmişim, bunlardan 100 kadarını blogda kullanmak üzere yıldızlamışım, o arada öğlen vaktini etmişim, tam başlayacağım yazmaya içeriye ajandamı almaya gittim. Ajandam olmadan asla gibi bir durum söz konusu son zamanlarda. Paris Notları’m dahil her türlü kısa karalamalarım o ajanda da.

Bulamadım. Bulamadıkça sinirlendim. Sinirlendikçe karnım acıktı. Aç karnına düşünemez oldum. Çalınmış gibi bir his doğdu içime. Kim çalar kıytırık ajandayı? Hadi Moleskine diyelim ama kullanılmış, neredeyse paramparça. Murakami olsam ve ajandamı kaybetsem, çalındığına inananayım. Gel gör ki öyle bir durum yok.

Bu arada aklıma geldi, yolda yürürken diyelim O. Pamuk’un içinde bir sonraki kitabına ilişkin notlarının olduğu ajandayı bulsam ne yaparım? Geri verir miyim? Hassas bir konu… Düşürdüm diyelim. Sesini duymaz mıydım? Yine de geçen haftadan bu yana gittiğim ve arayabileceğim tüm yerleri telefonla yokladım. Yok.

Yukarıdaki satırları yazdığımda gün Pazartesi’ydi. Gönderiyi tamamlayamadan evden çıkmak zorunda kaldım taa ki bilgisayar başında olduğum şu ana kadar. Akşamları eve uğradıysam da yatağın yolunu ancak buluyordum.

Sonra dün bütün günümü İstanbul sokaklarında Eminönü’den başlayarak, Sultanahmet, Kapalıçarşı, Beyoğlu, Kadıköy vs gezerek harcadım, ajandamı aradım. Hiç bir yerde yok. En sonunda olsa olsa yine evde olacağına karar vererek geri döndüm. Ve bir dolabın kenarında araya düşmüş bir şekilde buldum. Bugün benden mutlusu yok.


Gustave Moreau Müzesi, Paris’e gideceğim belli olduktan sonra, her yazısını kaçırmadan keyifle okuduğum, zaman zaman geri dönüp okuduklarımı birkez daha gözden geçirerek sıkı takipte olduğum bir kaç blogdan bir tanesi olan kadınbedensahnedünya ‘nınyazarı tarafından getirilen bir öneriydi. Daha öncesinde adını bile duymuşluğum yoktu. 6 günlük müze kartı aldığımda bir yarım günü Moreau’ya ayırmaya karar verdim. Hatta şimdi itiraf edeyim 1-2 saatten fazla almayacağını düşündüm. En nihayetinde ev-atölyeydi. Ve Paris’te insanlar bize oranla sıkışık yaşıyorlardı. Gezilecek olan kaç metre kare bir yer olabilirdi ki?

Bu ön yargılarımda yanılmamışım. Nitekim küçük bir mekan ancak bir türlü içinden çıkamadım öylesine tarih ve sanat yüklü. Evin her bir köşesi dolu. Parantez içinde söyleyemeden edemeyeceğim, Paris müzeleri oldukça dolu, dopdolu. Bizimkiler çıplak göründü gözüme, öylesine dolu. Dışarı çıktığımda müze kapanmak üzereydi, bir tek beni bekliyorlardı.

Yukarıdaki fotograf müzenin bulunduğu sokağın görünüşü. 10 gündür Paris’teydim ve bir yokuşla ilk defa karşılaşıyordum. İstanbul hasreti başlamış olmalı…

Müzenin küçüklüğünün kanıtı : odaların küçüklüğü sebebiyle sınırlı sayıda ziyaretçi…

Binanın dıştan görünüşü. Anlaşıldı ki elime hangi fotoğraf gelirse onu yorumlayarak sıra falan takip edemeden gideceğim. Yoksa günlerimi geçirmem gerekecek.

Gustave Moreau’yu neden sevdim?

Birinci sebep eserlerinde resimle öykünün iç içe olması. Genellikle antik dönem mitolojik öyküleri ya da kutsal kitap manzaralarını çalışmış. Resimleri oldukça özenli ve zengin. Zaten yeni bir yapıta başlamadan önce aynı Ingres gibi not defteri tutarmış. Kırmızı kaplı. Okuduklarından hoşuna giden parçaları yazmış, onu esinlendiren konuları kaydetmiş. Sonra da inanılmaz sayıda eskize girişmiş.

Atölyesinde 5000’in üzerinde eskiz var. İşte başta neden müzeyi kapatana kadar kaldın diye düşünenler olduysa, bu 5000 kara kalem çalışmanın her birine teker teker baktım. Ayrıca öyle güzel bir şekilde dolaplar içerisine düzenlenip yerleştirilmişler ki bakmasam ayıp olacaktı. Öyle hissettim.

Moreau’nun sanatı üzerine çok fazla düşünen bir ressam olduğu evin her köşesinden ziyaretçinin suratına fışkırıyor. Ayrıca defterler dolusu günlük tutmuş ve fakat bunları toplayıp bastırmayı hiç düşünmemiş. Yalnız sanat üzerine yazdığı notların bir kısmı 1984’te yayınlanmış. Müzenin dükkanında göremedim. Aslında bakacak vaktim de pek olmadı, biran evvel çıkmam bekleniyordu.

Moreau’nun resim zevkini 8 yaşındayken mimar babası keşfetmiş. Kara kalemi güçlü. Sembolist.

Zamanında, Fransa’daki ressamlar senede bir yapılan Salon’lara hazırlanırlarmış. Bizim kitap fuarları gibi. Resim meraklıları, koleksiyoncular, amatörler bu salonları ziyaret eder, yeni ressamları tanır, tablo alır ya da sipariş verirlermiş. Dolayısıyla en büyük tablolarını ki bunlar devasa ve oturduğu dairenin üstünde yer alan 2 kat atölyede sergileniyor, işte bu salonlar için yapmış. Diğer küçük yağlıboyalar, suluboyalar, çizimler vs ise zamanın ve mahallenin burjuva ailelerine yönelik olmuş.

İlk başlarda güncel olayları farklı bakış açısından resmetmeyi düşünmüş. Hatta 1870 Prusya savaşı ve Komün sonrasının yenik Fransa’sı konulu bir projeye başlamış. Sonra bu işi çok da derinlikli bulmayarak mitik ya da kutsal kitap konularına zamanın çöküşüne aktarmayı tercih etmiş. Ya da tam tersi zamanın çöküşünü kadim manzaralarda aramış. İyi ki de yapmış. Bu arayışında farklı bir bakış açısı ve teknik geliştirmeyi de ihmal etmemiş.

Resimlerinin en bayıldığım yanlarından bir tanesi, tablolarının üzerine gravür misali gerek füzen, gerek renkli kalemler, gerek mürekkeple yaptığı, o muhteşem zenginliği veren çizimler.

En ünlü tablolarından biri de Les Chimeres; yarı aslan yarı keçi, tamamı ejderhaya benzer mitolojik hayvanlar. 7 ana günah.

Dediğim gibi bütününden çok detaylara takılıp kaldım.

Les Chimeres, beyaz hazırlanmış tuval üzerine karma ve karmaşık tekniklerkle yapılmış tam sevdiğim gibi; füzen çizgiler, yağlı boya kısımlar, kahverengi, siyah ve kırmızı kalemle yapılan çizimler var. Tablonun ön kısmında 7 günahın içinden Superbia, kibir, Acedia, tembellik ve İnvidia, kıskançlık birleşip yükselerek tam ortasındaki Luxiria, lüks ve şehvet düşkünlüğüne dönüşür. Moreau’nun en fazla taktığı, zamanın en büyük çürümelerinden biri olsa gerek. Şimdiyi görse ne olurdu adamcağız, meraktayım? Bu tablonun annenin ölümünden sonra yarım kaldığını söyleseler de bu haliyle daha güzel olmuş diyesim var.

Diğer bir beğendiğim tablosu da Les Licornes, tek boynuzlu atlar:

Ve detayları:

Arkası yarın!

Şimdilik iyisi mi ben bir slayt şov yapayım. Aşağıda:

Bu slayt gösterisi için JavaScript gerekir.

Bunu derecelendir:

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri
  • İki kitap, bir park…
  • Günümü güzelleştirenler: karga, apartman görevlisi ve Oscar Wilde

Çok Okunasılar

  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • Roman Adı Nereden Gelir?
  • Sabah Sayfaları Üzerine
  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • >Bienal 2009 - Antrepo No:3
  • Bir Liste de Guardian'dan: Tüm Zamanların En İyi 100 Kitabı
  • >Genç Kızlar ya da Bir Yazara Sadece Yazılarını Okuyarak Aşık Olunur mu?

Let’s Tweet Again

  • @AkbankSanat Tesekkurler saolun 1 week ago
  • @AkbankSanat Merhaba, bir evvelki Ranciere seminerini kaçırmıştım, YouTube kanalında yayınlanacak mı? Cevap için şimdiden teşekkürler. 1 week ago
  • Sully girişi @ Musée du Louvre instagram.com/p/BtWegpLAzus/… 2 weeks ago
  • Ayaklarıma kara sular indi. @ Paris, France instagram.com/p/BtWeIS7gW7R/… 2 weeks ago
  • Şaraplar bardakları Abidin Dino’dan, Paşabahçe instagram.com/p/BtN66WcgCPb/… 3 weeks ago

Instagram

Instagram'dan resimleri alma işlemi sırasında bir hata meydana geldi. Birkaç dakika içinde bir deneme daha yapılacaktır.

Diğer 840 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı aşk nedir Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik falan fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 840 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 307.828 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazılar RSS
  • Yorumlar RSS
  • WordPress.com

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası