• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Category Archives: Anı

İlk Kurgu Denemesi; Yıl 2008 ya da 2009

10 Pazar Oca 2016

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

ilk kurgu denemesi, stan smith arayışında

1-DSCN4324.JPG

Bümed’de Murat Gülsoy’la Yaratıcı Yazarlık Kursu’na başladığım ilk haftalarda tarihini çok net hatırlamıyorum, bir ödevimiz oldu. Daha önce de ödevlerimiz olmuştu ama bu aşağıdaki, bizi kurgu yapmaya yönelten ilk olması açısından anlamlıydı. Diğerleri boşluk doldurma, cinsiyet değiştirme ya da daha farklı şeylerdi. Biraz önce arayıp buldum. Eski hard drive’ların arasından çıkardım. Daha sonra geriye bakıp ne kadar yol kat ettiğimi anlamak açısından saklamışım. İyi de yapmışım.

Bir resim ve ardından talimatımız: resme konu olan karakterleri, neler hissettiklerini, neden böyle bir sahne yaşandığını ve sonrasında neler olacağını düşünerek bütünlüklü bir öykü yazın. En fazla 500 sözcük kullanın.

Sevgili Selma,

Bu sana son mektubum. Hiç bir şey eskisi gibi değil. Zaman zaman dalıp gidiyorum, kendimde değil gibiyim. Şu an işini bitirmiş olmanın mutluluğu ve gururu içindeyim. Yapmalıydım ve bir kere bile tereddüt etmedim. Kemal’i biliyorsun. Annemle babamın o garip kazasından sonra üstüne bir tuhaf haller geldi. Korkuyorum. Bugüne kadar varsa yoksa Kemal’di, biliyorsun. Tüm gözler onun üzerindeydi. Şimdi eşitiz. Benden iyice uzaklaşmaya başladı. O zamanlar pek üstünde durmadım. Şoku atlatsın geçer dedim. Ne de olsa ağabeyimdir, beni bırakmaz dedim. Onun tek seveni benim artık. O da benim hayattaki tek dayanağım, her şeyim, biliyorsun. Bir de Necla kaltağı var, hatırladın mı?

Artık yok. Bu sabah şafakla birlikte kuşlukların orada cesedini buldular. Bıçaklanmış. Korkuyorum. Ağabeyimin peşinden ayrılmıyordu. Ben yukarıda iş yetiştireyim derdindeyken, o, her fırsatta dükkana damlıyordu. Görecektin, kırıtmalarını. Gebertesim geliyordu. Sonra da kendi kendime, bırak mutlu etsin ağabeyimi, hem sonra bana da yandaşlık eder, onlardan başka kimim var ki diyordum. Hem ağabeyim beni sever. Birlikte gül gibi geçinir gideriz.

Dün dükkana indim. Dış kapı içerden sürgülü. Bir yere gitmiş herhalde dedim. Keşke bana haber verseydi. Dükkan kapalı kalmasın. Sonra iç taraftan gelen kıkırdamaları farkettim. Sessizce perdenin yanına sokuldum. Dinledim. Fısıltılar, nefes alıp vermeler. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Ağabeyimin “karanlık çöktükten sonra kuşluklardan alırım seni, kısmetse 1 hafta içinde Almanya’da oluruz’ demesiyle kendime geldim. Domuz karı. Fitne fucur. Ağabeyim bilmez bunları. Saftır o. Hep bu kaltağın yüzünden. Yalnızlık kötü. Korkuyorum.

Dün gece ağabeyim sabaha karşı geri geldi. Bekliyordum. Odamdan ayak seslerini duydum. Uyumuyordum. Ne oldu acaba? Doğruca odasına gitti. Sendelemesinden anladım. İçmiş. Sağa sola çarpıyor. Canım ağabeyim benim. Ben sana bakarım, sen hiç merak etme. Hele bir atlat. Kapısını çekti. Yatağımdan kalkmadım. Necla, dedim. Yanına bırakacağımı mı sandın, dedim. Ağabeyim elbet anlar senin ne mal olduğunu. O ara dalmışım. Gün ağırırken komşunun Hülya, aşağıdan bağırdı. İrkildim. Bir çırpıda iniverdim. Ağabeyimi uyandıracak. Seninkini bulmuşlar. Fazla sürmemiş. Sevincimi zor gizledim. İçimde bir garip korku. Ya şimdi bunu da alıp götürürlerse. Yalnızlık. Aklım bulandı.

Koşarak yukarı çıktım. Ağabeyimin odasına girdim. Pencereden gün ışığı görünüyor. Ağabeyim yatağa ölü gibi uzanmış. Başını duvara çevirmiş. Kendinden geçmiş. Ah, ne yaptın sen, dedim. Başımızı öyle bir belaya soktun ki. Temizle temizleyebilirsen. Nasıl altından kalkılır ki bunun. Kapının oracıkta yığılmışım. Ayıldığımda ağabeyim hala kıpırdamadan yatıyordu. Odadan çıkmadan yüzüne son bir kez daha baktım. Ölü gibi. Ölünce günahlarından arınır insan. Yeniden tertemiz olursun. Saf. Kurtulursun pisliklerinden. Necla gibilerden.

Koşarak mutfağa gittim. Bilirsin, arayınca bulunmaz zaten. Hangi cehennemin dibindeydi şu küçük tüp. En son temmuzdu sanırım. Babamların kazasından altı ay sonra. Hep birlikte yaylaya çıkmıştık. Necla saklambaç oynamak istemişti. Yalnızlık. Korkuyorum. Sonunda tüpü buldum. Götürdüm odasına koydum. Gazı ardına kadar açtım ve çıktım. Sızıntı yapmasın diye de kapının altına havluları sıkıştırdım.

Sonra bütün günü dükkanda geçirdim. Ağabeyimi soranlara hasta, yatıyor dedim. Bütün gece başında bekledim, ateşler içinde yandı çocuk, dedim. Artık korkmuyorum. Bundan böyle yalnız kalmayacağım. Ateşler. Alevler. Yeniden gece olmasını bekledim.

Selmacığım, mektubumun sonuna geldim sayılır. Yanan tahtaların neşeli çıtırtılarını duyuyorum. Alevler bacayı sarmak üzere. Artık çıkmalıyım. Bir kaç işim daha var. Sonra ben de tertemiz beni bekleyen ağabeyimin yanına gideceğim.

Seni sevgiyle kucaklıyor ve elveda diyorum. Kendine iyi bak.

Ziynet.

Not: Verilen resimde bir odanın kapısından çıkmakta olan perişan bir kızla, kapı aralığından görünen yatakta yatan pestili çıkmış  bir erkek vardı.

İkinci not: Yazının fotoğrafıysa Miami, Cocunut Grove alışveriş merkezinden, İstanbul’a dönmek için hava alanına gitmeden önce son ayak basılan mekan. Adidas Stan Smith almak istedim, iki spor ayakkabı mağazası vardı. Hiç birinde yokmuş. İşin garibi tezgahtarın ayağındakiler Stan Smith’di. EEE dedim, sen nereden buldun da giyiyorsun peki? Miami merkezde kocaman bir Adidas mağazası var, oradan, dedi. Buralarda yok, bulamazsınız. Şansıma küstüm, kös kös uçağa yetiştik. Sonra Kiki iyi haberi verdi, Paris’teki Foot Locker’da bir sürü varmış. Şubat’ta gitmeyi bekleyeceğim artık. Neyse o zamana kadar İstanbul’un yağmuru, çamuru biraz olsun kesilmiş olur, bembeyaz ayakkabılarım daha ilk haftadan griye dönmez. Her işte bir hayır var dedikleri bu olsa gerek.

Bunu derecelendir:

Biraz Kitap, Biraz Günlük Hayat, Her Daim Bol Sohbet

19 Salı May 2015

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 9 Yorum

Etiketler

kitap kulubu, okul gezileri draması, sonsuz gelişim, yazmak zor iş

golden gate çiçekleri

Ayda bir toplandığımız bir okuma grubumuz var. 2007’de Jane Austin’s Book Club filminden sonra bir çoğumuzun böylesi bir etkinliğin varlığından haberdar olup, arkadaş çevresi içinde organize ettiği, kimilerince zaman kaybı, kadın eğlencesi tabir de edilen uğraşlardan birisi. Tahmin edebileceğiniz gibi iş çok geleneksel, her ay aramızdan biri bir kitap önerisiyle geliyor, o kitabı hepimiz alıp okuyoruz, bir sonraki toplantıda konuşup paylaşıyoruz. Kitabı seçen toplantıyı yönetiyor, ayrıca başlangıç konuşması da onun, açılışı neden bu kitabı seçtiği ve yazarın edebi/şahsi yaşamı hakkında detaylı bilgi vererek yapıyor, sonrasında bizler sırayla söz alıyor artık ne söyleyeceksek onu paylaşıyoruz. Çok fazla laf kesmemeye çalışsak da bazı kitaplarda, karşılıklı paylaşımın heyecanından olsa gerek, hep bir ağızdan konuşup kimseyi dinlemeyerek kaosa sebep olduğumuz da oluyor, işte o zamanlar o ayın kitabının sahibi kimse, ki biz bu kişiye ayın moderatörü adını yine geleneksel biçimde koyduk, hemen olaya el atıp ortamı sakinleştiriyor, konuşma düzeninin kesintisiz akmasını sağlıyor. Bizimkinin bize yarayan ya da bana yarayan diyeyim, ayrıcalığı bu gruptaki her üyenin okumanın yanı sıra yazıyor da olması. Aramızdan 4 kişinin hali hazırda basılı kitabı var, hatta kimileri ikincilere, üçüncülere gebe… Yazıyor olmak, kurgudan bahsediyorum, okumaya farklı bir bakış açısı kazandırıyor, o yüzden de kitap sohbetleri daha bir zevkli geliyor. Ayrıca bütün bunları akşam vakti yemek, şarap, bira ve çay eşliğinde yapıyoruz. Bazen zamanı unutuyoruz, mekandakileri gece yarılarına kadar tutuyoruz, kasayı kapatmak zorunda kalıyorlar, işte o zaman üçer beşer çay ya da ne içiyorsak bol stoklu onlardan söyleyip ödemeyi yapıyoruz, sonra tüketene kadar biraz daha oturuyoruz. Gariplerin sesleri hiç çıkmıyor. Ne diyeyim böyle mekan az bulunur.

Peki, yalnızca kitap mı konuşuyoruz? Tabii ki hayır, insanoğlu bir araya gelir de hayatına ait dedikodularda bulunmadan durabilir mi?

Geçtiğimiz hafta çocuk ve özgürlükleri meselesi gündeme geldi. Tabii peşinden de annenin merak ve endişe düzeyi. Zaten özgürlük deyince orada bir duracaksın. Parantez içinde yazmadan edemeyeceğim, uzun zaman yazıya elimi sürmeyince, metnin yapısı, giriş, gelişme, sonuç bölümlerinin önemi falan kalmadı, çünkü yazmayınca bilinç daha hızlı ve girdaplı akar, umarım bu pis huyum düzelir, okuma grupları ya da kitap kulüplerinin her neyse işte onların bir çok faydası var. Birincisi, hayatta okumayacağın hatta eline bile almayacağın kitapları/yazarları okuyup, bir de üstüne üstlük seviyorsun. İkincisi herkesin zevkinin ve en önemlisi algısının farklı olduğunu her ay büyük şaşkınlıklar içinde yeniden anlıyor ve kabul ediyorsun, ki bu da aslında seni zenginleştiriyor, çünkü seninle aynı fikirde olmayan her kişi sana farklı bir bakış açısı kazandırıyor, ama ertesi günü yine aynı o tanıdık bildik fakirhanene dönüyorsun benden söylemesi, 50 senedir işleyen nöron bağlantılarını silip başka bağlantılar yapmak zor iş, öyle beyin gibi ufacık bir organın kendi başına yapabileceği bir şey değil, nehir yatağını zorla değiştiriyorlar, her taşkında yenisi eskisi her ikisi birden sular altında kalıyor. Bu arada ‘sen’ kalıbını kullandığıma bakmayın düpedüz kendimden, ‘ben’den bahsediyorum. Üçünçüsü ve benim için en önemlisi de her kitabın/yazarın kör topal bir alıcısı/nefret edeni var. Bu hiç bilinmeyen bir yazar/kitap da olabiliyor ya da tam aksine edebiyat tarihine adını yazdıranlardan biri de… İşte bu gece buluşmalarında bir an evvel oradan çıkıp, koşarak eve varıp, aslına bakılırsa taksiyle, bilgisayarın başına geçmek ve sabaha kadar yazmak istiyorum. Ama tabii ki bu, Kunegond’un en temel yaşam prensibine göre, neymiş tekrar edeyim, ‘çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum,’ aykırı bir davranış biçimi. Çok uzun bir parantez olduğundan asıl konuya geçebilmek için paragraf atlıyorum.

Durum şudur: Çocuklar okul gezisiyle dağa giderler. Sizinkine ulaşmanın imkanı yoktur. Merak edersin. Sonra yine bir merak edersin, arkadaşlarını ararsın, öğretmenlerini ararsın, ulaşamazsın, en sonunda oteli ararsın, daha gelmedi ya da buradalar ama şu anda yemek salonundalar haberini alırsın, çağırın gelsin bir konuşacağım var dersin çağırmazlar, yalvarır yakarırsın nuh der peygamber demez, ben bu otelin de, organizasyonu düzenleyen okulun da şeklinde içinden saydırırsın, aslında bir sesini duysan rahatlayacaksındır ama görevliyi bir türlü ikna edemezsin, not bırakırsın yemek bittikten sonra odaya çıkarlarken sizinkine versin de seni arasın diye, gece yarısı olur yine aramaz, iyice meraklanırsın, o an telefonla helikopter çağırıp dağa gidesin, olaya el ayak atasın gelir, yataktan kalkıp buzdolabının üzerindeki magnetlere bakarsın hepsi taksi çağırma numarası, bakkal, manav, hatta manikürcü, maalesef helikopter yok, arkadaşlarını ve öğretmeni uyandırmaktan çekinerek tekrar oteli ararsın, sizinkine notu verip vermediğini sorarsın, aaa onlar yemekten sonra hemen dışarı çıktılar daha da gelmediler yanıtını alırsın, nasıl olur gelmediler saat gece yarısını geçti, sabah erken kalkmıyorlar mı, kaçta kalkıyorlar, sabah 6’ya uyandırmaları var, eeee neredeler peki, bilmiyorum hanımefendi diskoya gitmişlerdir, ya bunlar 11 yaşında çocuklar ne diskosu allasen düşünceleri içinde, belki de yüksek sesle söylemişindir, karşıdan burada yaşam böyledir falan benzeri bir yanıt alırsın, ya nasıl ya böyle giderse elden ayaktan kesilecekler, kayma işi bu boru mu yapılıyor, efor gerektirir, dikkat gerektirir, refleks gerektirir, azıcık uykuyla nasıl olacak ha, kazasız belasız nasıl dönecekler sorularına, karşıdan hiç ses çıkmayınca çaresiz, iyi geceler sizi de pek yordum diyerek telefonu kapatır, en nihayetinde grup içinde olduklarını ve seninki ortadan kaybolduğu takdirde fark edileceğini canı gönülden umarak kös kös yatağına geri döner kıvranmaya başlarsın. Gezi ne kadar sürüyorsa artık 4 mü diyelim 5 gün mü, kimi okullarınki bir haftayı bulur, bu kimselere ulaşamama durumu gün be gün daha beterleşir, ta ki canlı malın eve teslimatı gerçekleşene kadar. Bu durum her anne babanın günümüz modern eğitim çerçevesinde bir gün tadına bakacağı bir deneyimdir. O yüzden anlatan arkadaşın sözleriyle değil de genel geçer olacağını düşündüğüm şekliyle naklettim.

Bu deneyimin şöyle de bir iyi yanı vardır, bir sonraki sene çocuğunu ilk defa gönderecek olanlara hava atarsın. Biz bunları çok yaşadık bir şey olmuyor. Bu kadar merak iyi değil, siz de alışacaksınız diyerekten. Hatta bir de anekdot anlatarak süslersin ki ben de öyle yaptım. Dedim ki, Yıl 2012 bizimkisi 17 yaşında liseyi bitirip üniversite okumaya Paris’e gitmiş. Neyse ki bir kaç ay sonra 18’ini tamamladı. Artık kendini de ispatladı, kocaman oldu. Yılbaşından sonra hemen telefonu açıp Şubat tatilinde ben Türkiye’ye gelmeyeceğim, M. ile Grenoble’a İ.’nin yanına gidiyoruz, oradan da dağa çıkacağız, dedi. İ. de gelecek mi? Yok onun okulu tatil olmadı ama hafta sonunda gelmeye çalışacak, zaten olmazsa biz yine dönüşte onda kalacağız. Peki, siz M. ile ikiniz mi gidiyorsunuz? Parantez içinde; İ. ile M. Kiki’nin neredeyse ilkokuldan bu yana liseden mezun olana kadar birlikte oldukları kız arkadaşları. Evet. Nerede kalacaksınız? Bilmiyorum, internetten bir yer bulduk, parasını ödedik gidiyoruz. Adı ne peki? Bilmiyorum. Eh bir bakaydım ben de internetten nedir, nasıldır, ne menem bir yerdir, telefonu falan nedir? Telefonu yok Sisi, orası küçücük bir yer, beş yıldızlı otelde kalacak paramız mı var zannediyorsunuz? Eh peki sana ulaşmak istersek ne olacak? Cep telefonu var ya? Dağda çeker mi? Çeker çeker merak etme. Paris’te senin odanda bile çekmiyor, ya orada da çekmezse? M.’nin telefonundan ararsın sen de… Onun ki farklı şirket, birinden biri çeker. Sen yine de bana yolla şu otelin adını tamam mı? Ders çalışacağım artık kapatıyorum. Bu cümle bizimkinin başı sıkıştığında kullandığı klasik repliktir. Bunu duyduktan sonra hiç şansın yok, uzatmaya kalkarsan aniden hat kesilir. İyi peki, iyi eğlenceler o zaman diyip kapattım. Tahmin edebileceğiniz gibi otelin adı yazılı o mesaj hiç gelmedi ama bizimkiler Grenoble’a gittiler. Her şey iyi güzel. Pazar sabahı karga bokunu yerken trene binip dağa çıkacaklar, cumartesi gece yarısı telefon çaldı; Sisi ben şarjımı Paris’te unutmuşum, telefon birazdan kapanacak. Nasıl yani? Niye yeni bir şarj almıyorsun? E şimdi açık yer nereden bulayım. Niye daha önce fark etmedin? Yanıma aldığıma emindim. Yarın al o zaman. Yarın pazar her yer kapalı, hem çok erken gidiyoruz. Dağda al. Tamam bakarım. Otelde sor bakalım hem şarjları vardır belki. Tamam sorarım ama nasıl olsa M.’nin telefonu var oradan ararsın. Peki o zaman, tekrar iyi eğlenceler, iyi yolculuklar, öptüm.

Buraya kadar bir sorun yok. Otele gittiler, büyük ihtimal hemen kayağa çıktılar, gece aradılar. Biz iyiyiz burası çok süper. Çok sevindim falan diyorum ama aklım hala şarjda. Tam telefonu kapatacaklar sordum. Kiki şarj aldın mı? Burası öyle Uludağ gibi değil, dükkan falan yok, nasıl yani, köy Sisi köy burası, olsa da hiç bir şey yok, restoranlar bile otelden çok uzak, metrelerce yürüyorsun, çok büyük. Peki oteldekilere sordun mu şarjları var mıymış? Sordum yokmuş. Nasıl olur ya? Hadi biz yatıcaz artık çok yorulduk, yarın erken kalkıp siyah piste gideceğiz. Bu da bir evvelki sonlandırma cümlesinin dağ versiyonu. Tamam. Mesaj alındı. iyi eğlenceler. Dikkatli olun, falan filan derken telefon çat kapandı. Ertesi gün öğlen gibi falan telefonum çaldı, hiç bilmediğim bir numara, açayım, açmayayım derken, merak daha üstün geldi alo dedim. Kiki. Sisi, M. telefonunu kaybetti, tepede küçük bir kafeden bir telefon bulduk zar zor öyle arıyorum, burası çok güzel, muhteşem kar fırtınası var, pistlerde kimse yok, sadece M. ile ben kayıyoruz, sen bizi merak etme Paris’e dönünce seni ararım. Ne, nasıl falan dememe kalmadı, çat telefon kapandı. Artık detay falan anlatmıyorum, olay anlaşılmıştır diyerekten, sadece o 5 gün boyunca kurdeşen döktüğümü söyleyeyim. Ta ki bir sonraki pazar günü İ.’nin bizimkilerin fotoğrafını yollayıp sağ salim döndüler mesajı çekmesine kadar…

Bu anı-anekdoktan sonra, başka arkadaşlar başka paylaşımlarda bulundu, gece bir takım konuşmalara doğru evrildi, en nihayetinde zaman geldi biz de kalkıp evlerimize dağıldık. Fakat sen misin böyle biz bunlara alışkınız şeklinde hava atan? Yerine öyle bir oturturlar ki seni…

Kiki bu sene kız futbol takımında. Fransa’da, üniversite dışında büyük okullar tabir edilen değişik kategoride irfan yuvaları var. Bunlara iki sene hazırlık okuyup, sınavla giriyorsun, kazanırsan kabul ediliyorsun. Bunu niye ekliyorum, çünkü Kiki’yi mezun olduğu okula ana sınıfından verirken C.İ. ile şöyle düşünmüştük, aman sınav mınav uğraşmasın, gitsin başka bir yerde istediği üniversiteye yazılsın gönlünce okusun, bizim çektiğimiz ızdırapları çekmesin, şimdi bakıyorum da ne naif bir düşünce tarzıymış, o gitti gene sınavlı bir şey seçti, neyse işte o okulların Tarım Gıda Mühendisliği gibisinden bir bölümünde söylenmeden okuyor. Aklıma geldi de bir tek mi söyleniyordum okurken… İleride ne olacağını kestiremiyoruz, o okuldan mezun olunca her şey olunabiliyormuş, bu yüzden sabırla bekliyoruz, ama toprakla ilgili bir şeyler olacağından da şüphelenmiyor değiliz.

Geçen çarşamba akşamı ailecek What’s Up’laşıyoruz. Grubu Çekirdek açmış, kendisi Belgrad’da, Kiki Paris’te, C.İ. karşı kanepede, ben kendi kanepemdeyim, heyecanla bir şeyler paylaşıyoruz. Gece yarısına doğru uykumuz geldi. Yatıp uyuduk. İlk 24 saat sorunsuz geçti. Perşembe akşamı Kiki’ye What’s Up attım, ulaşmadı, olur böyle şeyler dedim, ki oluyor, çekmiyor telefon, bir kaç saat sonra cevap geliyor, bu sefer bekledim cevap yok, ulaşma işaretini gösteren çift ok da yok. Bilmeyenler için, artık pek kalmadı ya, mesaj baloncuğunun yanındaki tek ok senin yolladığına delalet, çift ok ulaştığının kanıtı, ha cevap verir vermez o onun bileceği iş tabii… Böyle ayrı gayrı olunca ister istemez kendine bir takım şifreli, gizemli anlamlar çıkarma rehberi oluşturuyorsun. Yattım uyudum. Ertesi sabah, yine cevap yok. Öğlen oldu, cevap yok. Artı, mesaj hala ulaşmamış. What’s Up’a en son giriş tarih ve saati Çarşamba gece yarısı. Yani 48 saattir bir yanıt yok. Bu sefer cep telefonundan mesaj attım, okundu yazısını göreyim, cevap vermese de sorun değil. Yine yok, bir türlü gelmiyor. C.İ.’yi aradım. Aaaa, ben sana söylemeyi unuttum, Toulouse’da, Büyük Okullar Gıda Tarım Mühendisliği okuyanlar arasında turnuva varmış, dört günlüğüne oraya gitti. Ne zaman gitti peki? Bilmem en son mesaj attığında birazdan yola çıkacağız demişti. Ne zaman attı peki? Dur bir bakayım ben seni ararım. Beş dakika sonra aradı, Çarşamba gece yarısı demiş. Peki dedim ama… grup harici babasıyla özel mesajlaşması gözümden kaçmadı. Yazdım bir kenara. Telefonu kapatınca nerede olduğunu öğrenmenin sevinciyle biraz rahatladım, diyorum ki müsabakalar, spor, yorgunluk, akşamları yine bir şeyler yapıyorlardır, olmadı eğlence vakti, aman eğlensin de… Fakat sonra Cumartesi günü oldu yine cevap ya da cevap niteliği taşıyacak her hangi bir ‘okundu’, teslim edildi ifadesi anlamına gelen ‘çift ok’ göremeyince tekrar kıllanmaya başladım. Ya bu ne biçim turnuva diyorum. Kesin cep telefonunu kaybetti, şarjını unuttu, ama başka arkadaşlarından alır, haber verir, bu dağa çıktıklarındaki gibi iki başlarına kaldıkları bir ortam değil ki falan derken aklıma Facebook geldi. Baktım Facebook’a 24 saat sonra perşembe akşamı girmiş ama ondan beridir tık haber yok, artı, hiç bir arkadaşından hiç bir aktivite yok. Sakin olmaya çalışıyorum ama beceremiyorum, elimde bilgisayar bu ne turnuvasıdır araştırmaya çalışıyorum, ilgili etkinlik bulamıyorum. C.İ. dedi ki, sen yine de şu yazın İstanbul’a gelen arkadaşına Face’den mesaj at, o futbol oynamıyor ki, gitmemiştir, olsun sen yine de at, diğerlerini tanıyordur, Kiki’ye haber gönderir. Peki dedim yattım. Ertesi sabah oldu, Pazar günü, artık bizimkinden haber alınamayalı neredeyse 96 saati tamamlayacağız, yine de sakin bekliyorum, bu gece Paris’e döndüklerinde ya da Pazartesi sabahı en kötü ihtimal öğlen çünkü erkenden dersi vardır yetişme telaşı derken, bir şekilde haber alırım. Bu arada hiç bir şeye odaklanamıyorum. Elimdeki kitap sakız oldu. Bilgisayarı kaptım ve araştırmaya başladım. Önce Facebook grupları derken, minicik bir bağlantı buldum. Bu etkinliğin 2015 versiyonu adına açılmış az çok bilgi içeren bir site. Perşembe gününe kadar güncelleme var, hatta video klipler var, bizimkinin takımı final maçına kalmış o var ama sonrası yok. Yer yarılmış bunlar gömülmüşler, hiç biri, bir nokta bir virgül olsun, iletişim imaresi vermemiş. Sitenin orasını burasını iyice kurcaladıktan sonra peki bu mekan tam neresiymiş bir bakayım diyerekten tıkladım, oranın yerel haber ajanslarının twitter hesaplarını bulup tweet’leri incelerim falan diyordum ki devasa bir stadyum fotoğrafının altına yazılmış alttakine benzer kısacık paragrafı okudum:

Turnuvaya katılacak olan okullar valizleriyle gelip, arka bahçeye çadırlarını kuracaklar ve 4 gün 4 gece spor yapıp çılgınca eğleneceğiz.

Oh dedim içimden şimdi anlaşıldı olay, bunlar bir zamanların WOODSTOCK müzik efsanesini sporla, olimpik oyunlarla, ateş yakıp dans ettikleri gecelerle yapıyorlar. Üstelik de tüm okul gitmiştir bu curcunaya… Ki tahminimde haklıymışım, Kiki, Pazar akşam üstüne doğru telefon açtı. Ses gitmiş tabii, fısıltıyla zar zor anlaştık, aslında sabah 10’da binmişler otobüse ama çok yorgun olduğundan uyumuş o yüzden hemen arayamamış, ben de önemi yok zaten sana neden ulaşılamadığını buldum sonunda dedim, bileydim çadırlarda kalacağınızı… Anne babalar böyle saf oluyor işte, her ne kadar biz de kendi gençliğimizde çok gördük geçirdik desek de her nesil özgün tarzını ortaya koyuyor. Böyle çılgınca bir spor organizasyonu… gerçi büyük okulların tarım gıda mühendislikleri arasında yapılan bu turnuva gelenekselmiş, bunu da öğrenmiş olduk, söylemeden duramayacağım hayalimde spor oyunlarının yapılacağı stadyuma yakın havuzlu saunalı masajlı felan bir otelde kalırlar şeklinde canlandırmıştım.

Bunu derecelendir:

Sonu Tatlıya Bağlanan Kayıp Peşinde

10 Pazar Kas 2013

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 11 Yorum

Etiketler

kayıp üzerine düşünceler, kayıp düşünceler, kindle, kindle kaybı, nasıl bulundu, o gün ne oldu, umut ekmeği, şeytan aldı götürdü satamadan getirdi

IMG_8440

Kiki’nin üniversiteye gidişinin ikinci senesi sabahları geç uyanmak gibi pis bir alışkanlığın içine yuvarlandım. Eskisi gibi gün doğumuna doğru, 5-6 arası bir zamanda kendiliğinden gözlerimi açıyorum. Sonra ne oluyor bilmiyorum ikinci saate bakışım 8’i buluyor. Zaten öyle arı, karınca, küçük hayvanat misali çok çalışkan bir şey değilim, bu aralar, illa hayvanlardan bir benzetme yapılacaksa, gergedan diyelim, işte o davranış biçimindeyim, haliyle gün ve gün içinde yapılabilecekler iyice kısıtlanıyor. Bu pazar sabahı bir ayrıcalık olsun.

Bu arada laptop’la lap’im üzerinde yazıyorum, kediler sinir içinde tepemde bekliyorlar, kucak dolu ya… Kedisi olan halden anlar bunlar lap kedileri. Sıkış tıkış bir kucağa sığışırlar, bir de kavga ederler o kenar benim kenar sen dizlere doğru kay, hayır mide üstüne yayılamazsın şeklinde… Üç tane olunca tabii sadece bacaklar yetmiyor. Aha en yaşlı olan cazgırlığı ele aldı klavyenin üzerine yavşamaya kalktı ama yok ben bugün yazacağım hiç şansı yok.

Bir kindle meselesi vardı, hani kaybetmiştim bulamıyordum. Uzun zaman geçti üzerinden unuttum sanılmasın. Ayrıca o deli arayışlarımı unutabileceğimi hiç sanmıyorum. Öyle eminim ki evde bir yerde kaybettiğimden her sabah kalkınca ilk iş, yüzümü vs yıkamadan, bu şaka ya da abartma değil gerçek, bir posta evin altını üstüne getiriyorum, sonra per perişan, yorgun argın ve küskün banyoya seyirtiyorum. Diğer arama postaları gün içinde periyodik zaman dilimleriyle gerçekleşiyor. En son yatmadan önce, pijamalarımı giymiş, dişlerimi fırçalamış, uykuya hazır şekilde son bir arama operasyonu daha başlatıyorum. Bu böyle 1 hafta kadar devam etti.

Bir sabah yine kalktım, artık alışkanlık haline gelmiş olan aramamı akabinde tuvalet işlerini bitirdikten sonra kahvemi alıp çalışma odama geçtim. Artık bir çalışma odam var, söylemiş miydim? Lakin hiç çalışmıyorum son zamanlarda o başka. Bu sefer laptop o tahta masa üzerinde. E-postalar çok birikmiş, okumadan temizliyorum. Kindle alıp da amazon’la ilişki kurduğunuzda, aleti olanlar bilir, amazon sizi rahat bırakmaz, her gün bazen günde 2-3 sizinle iletişim kurma çabasına girer. Bak bu sabah senin için neler var hem de şu kadar indirimli, aldın aldın almadın yarına fiyat artar, bak sen geçen sefer Andre Gide ile ilgilenmiştin ya işte ona benzer şunlar ya da aynı yazarın günlükleri  var, bedava indirebilirsin, ilgilenmez misin, bak sen geçen sefer Salman Rushdie’nin kitabını satın almıştın, nasıl buldun hadi bir yorum yaz, kindle’dan memnun musun deneyimini paylaşsana, vs… her ne kadar benden hiç cevap alamasa da hiç bıkmadan gösterdiği bu iletişim çabasını takdir ediyorum. Ne var ki e-postalar çok birikince hiç birine bakmadan toptan silme alışkanlığım var. Yine öyle yapıyordum, tam delete basacağım, gönderen satırında kindle ibaresinin yanındaki support kelimesi dikkatimi çekti. Durdum, nasıl üşeniyorum içine bakmaya, karar vermeye çalışıyorum, hem o kadar hazırlanmışım delete’e basmaya, planlı yani, silinecek tüm e-postalar işaretlenmiş, plan bozmayı hiç sevmem ayrıca, neyse velhasıl merak üstün geldi ve destek servisinden gelen o mesajı açtım.

Kindle’ı kaybettiğim günün akşamı yollanmış, hani o perşembe günü… Mesajda diyorki; janedoe@gmail.com adında bir kişi kindle’ınıza belge yollamaya çalıştı. Bu kişi bu işleme yetkili olmadığından izin verilmedi, eğer yetkiliyse ayarlardan düzeltme yaparak e-posta adresini yetkili kişi olarak ekleyiniz. O an çok kötü oldum.

1- Kindle evde değil. Bu gerçekliğin yüzüme çarpılmış olması neden böyle etkiledi bir anlam verememekle birlikte kendimi bir anda yıkılmış hissettim. Bundan böyle arayışa son vermeliydim, çünkü artık evde olmadığı kesin kanıtlanmıştı, başka birisindeydi, nasıl açıklayabilirim bilmiyorum, kaybın da kaybı gibi, hani çizgi filmlerde yüksekten düştüğünde zeminde kalmayıp bir de alt kata geçersin ya işte öyle bir şey oldu. Sonra toparlandım.

2- Ani sevinç patlaması. Kindle’ım birisinde ve ben bu kişinin e-posta adresini biliyorum.

3- Bir hüzün dalgası. Eee bu bilgi beni nereye götürür? Ya cevap vermezse, ya kindle’ımı geri vermezse, bu kişiyi nasıl bulurum.

4- Umut fakirin ekmeği, çözüm aydınlanması, araştırma iç güdüsü. Hemen facebook, twitter ve google’a başvurma. Bir de baktım ki JaneDoe adında bir sürü kişi var, hangisi benimkisi, hatta birisi ünlü bir holding sahibinin eşi ki kindle’ımı bulduğuna ihtimal vermiyorum, bulsa bile elinde tutmak isteyeceğine ihtimal vermiyorum, ayrıca kendileri, gazetelere göre Adana’da ikamet ediyor görünüyor.

5- Çaresizlik, ben ne yapacağım şimdi, e-postayı hiç açmasa mıydım? Bazı şeyleri bilmemek en iyisi değil mi?

6- İkinci biri umut ışığı, mum ışığı kadar solgun ama yine de ışık, bir parça da teslimiyet duygusu. Niye şu Jane Doe’ya mesaj atmıyorum ki?

Bütün bu aşamaları, aç bilaç, atlattıktan sonra ki bu da yaklaşık 2 saatimi aldı, e-postamı yazdım, mesaja cep telefonumu ekledim, gönderdim ve beklemeye başladım. O gün cep telefonumun şarjı, dakika başı e-postamı kontrol etmekten iki kere bitti, cevap gelmedi. Bir yandan da cep telefonu acaba sessizde kalmış olabilir mi diye bakıyorum. Çalarsa duymam ya, numarayı da tanıyamam, her tanımadığım numarayı da sonradan aramak istemem… Neyse ertesi gün de cevap gelmedi, ondan sonraki gün de…

Bu arada bizim apartman görevlisiyle dertleşiyorum, neden derseniz, kindle’ın kaybolduğunu henüz anlamadan evdeki çift kitapları, kendi tercümelerimin sözleşme gereği bana verilen 5’er kopyalarının 4’erlerini toplayıp bir kutu içinde ona vermiştim, biliyorum kitapları köye yolluyor, hatta ingilizcelerini, fransızcalarını bile yolluyor, yeğeni çok seviniyormuş, fakat sorun şu ki dedim ya gergedan davranışı içindeyim son zamanlarda, ben o karton kutuyu yapalı ay olmuştu, ağzı açık biçimde odanın bir kenarında bekliyordu, üzerlerine bir sürü şey atıldı falan, en sonunda bir gün kapının önüne çıkarttım, kaybımı fark etmeden hemen önce oluyor bu. Kindle’ı arıyorum ya evdeki herkese de haber saldım, herkes derken bir C.İ. bir de ben varız, C.İ. tutturdu sen onu o kutunun üzerine koymuştun, farkına varmadan kapının önüne koydun, gitti. Yok yahu diyorum, yapar mıyım öyle bir şey, kontrol ettim, yok yok yaparsın sen, hep yaparsın, niye hep yapayım, her şeyi atıyorsun zaten, bildiğiniz klasik kadın-erkek ya da terazi-koç dalaşlarından birine girdik çıkamıyoruz C.İ. diyor ki, apartman görevlisine sor bir bakalım belki bulmuştur, ya niye sorayım adamı da kıllandırayım biliyorum orada yok, sen bir sor ne çıkar sormaktan, ne çıkacağı var mı karizma çizilir, ne yaptığının farkına varmayan gerzek etiketini sahiplenmiş olurum, öyle değilsin tabii, ya öyle olsam bile bir kendini bilmek var, bir kendini ele güne, apartman görevlisine ilan etmek var, ayrıca biliyorum ben o kutuda yoktu neden sorayım, sor, sormam, sor, sormam derken C.İ. işe geç kalmaya ramak kala evden çıktı, bizim tartışma da bitti, zaten akşama kadar unutulur gider diyorum, ama evden çıkarken apartman görevlisi de gazete süt dağıtmaya içeri giriyormuş o heyecanla bizim hanım diye başlamış, şöyle tablet gibi bir şeyin kutudan çıkıp çıkmadığını sormuş.

İşte benim kendisiyle dertleşme muhabbetim de böyle başladı. Çünkü kendi üzerine alındı. Hani o kindle yanlışlıkla kutudaydı, buldu aldı ama söylemiyor kerata, bizim bu şekilde düşündüğümüzü düşünerek günde 2 bazen 3, her beni görüşünde kutuyu yine aradım valla yok, her tarafına baktım, gece uykum kaçtı kalktım bir daha boşalttım şeklinde  rapor vermeye başladı. Adama mı acıyayım kendime mi bilemedim. Diyorum ki, yaw bakma sen C.İ.’nin sana sormasına öylesine sormuştur, kutuyu kapı önüne koyan benim ve adım gibi biliyorum içinde değildi, yok öyle bir şey, takma şunu kafaya benden betersin, kaybeden benim sana ne oluyor yahu, bırak ben dert edeyim, işte biz bu muhabbeti sürdürürken Jane Doe’dan mesaj gelince kendisine haber verdim, artık rahat uyuyabilirsin başka bir yerde unutmuşum, biri bulmuş, bu aletin kayıtlı olduğu site de bunu tesbit etmiş bana haber verdi, elime geçmesi, kendim pek inanmasam da kendisine böyle söyledim, an meselesi.

Fakat dedim ya mesaj attım, üzerinden 3 gün geçti cevap yok, meraktayım, bu arada bir Jane Doe da İstanbul’da bir hastanede doktorluk yapıyormuş, acaba mı diyorum, nasıl bulurum vs derken apartman görevlisine ismini söylemek aklıma geldi. Muhakkak ki civarda oturuyordur, civarda kaybettiğime göre. Hiç de yabancı gelmedi ismi dedi, sonra da sen onu gidip muhtara soracaksın en iyisi budur, diye ekleyerek yoluna gitti. Bir gün de, öyle kafamda muhtara gitme, orada iletişim kurma planları yaparak geçti, ertesi gün sabahtan şimdi hatırlamadığım bir yerlere doğru giderken Jane Doe’dan cevap geldiğini gördüm. Nasıl bir kalp çarpıntısı, baş dönmesi, bacak titremesi, sanırsın 13 yaşındayım, kör kütük aşık olduğum çocuk hiç beklemediğim bir anda köşe başında belirivermiş. Seyahatte olduğumdan e-postamı sık kontrol edemiyorum, kindle’ınızı bir arkadaşıma bıraktım, işte telefon numarası, ayrıca kendisini arayıp haber vereceğim. Havalardayım. Sabırsızlık had safhada, çünkü hemen arayamıyorum saat sabahın, elinin körü dercesine körü, neyse ben o gün öğlen 12’yi zor ettim. Aradım o gün buluşamadım ertesi gün akşam üzerinde sözleştik. Bizim oradaki ışıklarda buluştuk ve kindle’ımı geri aldım. Meğerse Cafe Nero’da unutmuşum, aslında buluştuğum kişi bulmuş fakat o erken kalkacağı için belki geri gelirim aramak için diye bana mesaj atan kız arkadaşına teslim etmiş, o da baktı ki gelen yok, nerede zaten o yoğunlukta kaybettiğimi 1 hafta sonra fark etmiştim, oraya haber ve telefon numarası bırakmış, halbuki ben aradım yok dediler ya neyse… Sonra akşam benim kimliğim ve nasıl ulaşabilecekleri üzerine telefonda konuşmuşlar, hatta bu kadar çok ve değişik kitabı kim okur diye kafa yormuşlar, facebook’tan ismimi aratmış birine mesaj atmışlar ama o ben değildim herhalde çünkü bana ulaşmadı, sonra kindle’in içinde bir kindle e-posta bulup ona mesaj atmışlar, kindle da belge yüklenmek istendiğini zannedip bana haber ulaştırmış. Tabii ben, yukarıda uzun uzun anlattığım gibi bunu çok geç fark ettim, onlar da kimseden cevap gelmeyince umudu kesip ne yapalım diye düşünüp dururlarmış. Ayrıca ne diyeyim kindle’a mesaj atmak harika bir fikir, böyle bir şeyi ben bulmuş olaydım tüm bunları düşünebilir miydim bilmiyorum. İşin garip tarafı kindle’ın bana tahsis ettiği bir e-posta adresi, var olmasına var ama mesaj alıp vermeye, iletişim kurmaya yarayan bir adres değil, belgeni yolluyorsun, senin kindle’ına, rahatça okuyabilesin diye, yerleştiriyorlar, öyle bir şey yani… Tek kelimeyle anlatamadım affola.

Diyeceğim şu; bir şeyin kaybolacağı yoksa kaybolmuyor, er ya da geç günün birinde gelip seni buluyor.

Bunu derecelendir:

Let’s Go Marco

31 Çarşamba Eki 2012

Posted by Qunegond in Anı, Günlük, Paris Defteri

≈ 1 Yorum

Etiketler

akrep, arada, bilet, hisse, kahve, olma, Paris Defteri, Paris'e gidiyorum, St Lazare delileri, uçak yolculuğu deyince akla, Yolcu yolunda gerek

21 ağustos 2012 salı günü Atatürk Hava Limanı. Uçak öğleden sonra. Her zamanki gibi saatler öncesinden gelmiş, bavulları vermiş içeri geçme saatini bekliyoruz. Eski görmemişliğimde olsam bir an evvel Free Shop’lara ulaşmanın heyecanı içinde olur, kahve vs içerek ana salonda oyalanmam. Bu arada görmemiş kelimesini kötü algılamadığımı da söyleyeyim. Görmemişsem görmemişim, daha ötesi var mı? Elbet bir gün göreceğim ya da hiç görmeyeceğim. Ya da bazı hayvanlar, ayı, eşek, tilki, yılan, akrep, vs hakkında çıkartılan kötü dedikodular misali… Görmemişlik, insanın kendine zarar. Yaş ilerledikçe alışıyorsun tabii, görmüş, geçirmiş statüsüne geçiyorsun. Gençken yapıştırılan görmüş geçirmiş sıfatı da pek iyi algılanmaz ya neyse… Kıssadan hisse ne kadar genelleme yaparsan doğru olma olasılığı da o kadar azdır. Bunun da bir genelleme olduğu gözden kaçmadı…

Bu Paris yolculuğu hem ziyaret hem iş. Aklım sürekli bir sonraki günlerin nasıl geçeceğini tasarlamakta… Hiç durmamacasına motora takmış, meşgul. Onun dışında hava alanı inanılmaz kalabalık. Uçak Fransız haç yolcularıyla tıklım tıklım dolu. Zaten öyle zor bilet bulmuşuz ki… Normalde gidiş-dönüş business class uçabileceğimiz bir fiyata ekonomi sınıfında tek yön gidebiliyoruz. Kiki dönmeyecek, yani tarihi belli değil anlamında… Bense dönüşü çok daha ucuza başka bir havayolundan buldum. Ağustos sonu ve Eylül ayları tatil dönüşü, hac dönüşü olduğundan ani yapılan programları hiç tavsiye etmem. Bir de böyle gün ortasında kalkan uçakları hiç tavsiye etmem. Hava alanlarına bitişik oturmadıkça o gün tamamen iptal. Yine de yer bulabildiğimize şükretme durumu söz konusu. Zaman zaman durup, ilk yapacağımız iş okula gidip bakmak olsun, yok önce telefon numarası alalım ya da bir bankaya gidip hesap açtıralım gibisinden Kiki’ye yumurtluyorum. Sonra aklıma geliyor, sen ödev verdikleri kitapları okudun mu? Tüm sohbetim bunlar yani. Hiç cevap gelmeyince daha da alevleniyor, aklıma geleni sıralıyorum. Dersler hemen başlayacakmış… Öğrenci restoranlarının yerlerini çıkarmalı… En sonunda Kiki’den, ya dur bir ya… her şeyin zamanı var azarını işittim ve sustum.

O arada havalandık. Bir uçak yolculuğunda en sevdiğim anlar kalkış ve iniş zamanlarıdır. Hava iyiyse yukarıda dümdüz uçmak sıkıcı gelir. Hava boşlukları varsa uçma korkum tavan yapar. Gündüz gözü bulutların üstünden gitmek bir müddet oyalasa da hevesim çabucak geçer. Servisi beklemeye başlarım. Zaman geçsin. Bu yüzden de servis yapmayan hava yollarından mümkün olduğunca uzak dururum. Neyse baktım çare yok. En az 3 saat bu koltuklara bağlıyım, Kindle’ımı çıkardım, ne kadar tekrar etsem az, yolculuklarda ayrılmaz parçam oldu, okumaya başladım. Derinden bir zil çalmaya başlayınca kendime geldim.

Önümdeki ekrandan müdahele söz konusu. Kim ola ki? Donmuş bir şekilde bakarken Kiki yanımdan dürttü. Alttaki kumandayı al.

Aldım. Aynı zamanda telefon ahizesi. İşte bir görmemişlik daha. Uçağa binmeyeli yıllar geçmiş üzerinden. Pırpırlı dönemden kalmayım sanki. Açtım.

Alo, kimsiniz?

Arayan yan koltuktan bizimki.

Sisi, çikletin var mı?

Var.

Versene o zaman…

Tamam.

Uçaklara dahili telefon konmasını çok şık buldum. Hemen her hangi bir koltuk numarasını tuşlayıp, arkadaş olalım mı demek geçiyor içimden ama uçak kutsal yolcu dolu kesin taşlanırım diyorum. Kiki’ye baktım, bir umut ondan sivri bir fikir çıkar mı diye… Tık yok. Belki arkadaş grubu içinde olsa değişik bir şeyler düşünürdü. Ne olsa farklı bir ruh haline bürünüyor kişi… Bir de muhtemelen şimdiki çocuklar, gençler farklı eğlencelere sahip.

Böyle derin düşünceler içindeyken servis başladı. THY’nin en sevdiğim kısmı işte bu şişe… Yolculuğun bundan sonraki kısmı göreceli olarak sakin geçti. Bulutların üzerinde uçtuğumuzu dibine kadar hissettim desem yeridir.

O ara ne okudum, ne kadar okudum bilmiyorum. Kiki, Extremely Loud, Incredibly Close’un filmini seyretti. Henuz kitabını okumadığımdan pek rağbet etmedim. İyi ki de etmemişim. Kitap hakkında yazmadım ama büyük küçük herkese tavsiye ederim. Jonathan Safran Foer’in hayranlarındanım artık. Fransızcasını okuma grubuma bu seneki katılım kitabı olarak seçtim. Filminiyse bu ay başında seyrettim, pek olmamış geldi. Dahası senaryo bir çok güzelim şeyi çıkarmış atmış, sadeleştirmiş, kitabın o müthiş zenginliği gidivermiş. İkinci katılım kitabım Olivier Adam’dan Les Lisieres, umarım Türkçe’ye çevrilir. Aslında ben de bir film seyrettim. Şimdi hangisiydi hiç hatırlamıyorum. Hemen yazmamanın böyle zararları ver işte. Takıntı yapıyor. Sonra alçalmaya başladık.

Charles de Gaule hava alanı bir garip olmuş ya da ben unutmuşum. Zavallı bir yere indik. Çıkışta in cin top oynuyor. Neyse önceden biliyoruz, tren-metro hattına gideceğiz. Elimizdeki bavullar en kocamanından ve tanesi 30 kilo. Sırt çantaları fermuarları patlatacak seviyede, önceden vize almış olmasak sokmayacaklar kapıdan öyle de perişan bir halimiz var. Hele ben… Bedenim yere inmiş ruhum hala yukarıda bulutların üzerinde tembel tembel geziniyor. Çağırsam da gelmiyor. Omuz silkip duruyor. Kiki baktı başka çare yok, olayı hakimiyetine aldı. Turist bürosundan gerekli haritaları, biletleri ve trenleri öğrendikten sonra rotayı çizdi. Ben takip ettim. Hava neredeyse kararacak. Fakat işimiz çok. Otel değil de stüdyo tutmanın bir dezavantajı anahtarları almak için önce büroya uğramak zorunda olman. Resepsiyon mevkii, anahtar kapıcıda, bakkalda, vs… kolaylıkları yok malesef. Fransa’da kapıcılık mesleği kökünden kazınmış.

Tren İstasyonunda şu mavi tabela sayesinde hangisine bineceğiz karışıklığı olmadı. Her yol Roma’ya çıkar misali tüm trenler Paris’e gider şeklinde kocaman yazmışlar. Sonrasında 9. bölgeye gideceğiz. Anahtarı alacağımız büro orada olduğundan stüdyoyu da aynı bölgeden seçtim. Bavulların ağır olacağını baştan bilerek. Plan program söz konusu ama yine de taksiye binmeyi düşünemedik nedense… Paris metro ve trenlerindeki zorluk, çalışan durumda ne bir yürüyen merdiven ne de bir asansörün olması. Zaten konsept itibarıyla hiç düşünülmemişler. Hadi diyorsun bunlarınki eski, bildiğim en az 100 yılı var. Peki sonradan niye dahil etmediler? Etmemişler. Bilemiyorsun, şehir planlamasında dostların yok ki… Tek tük arada derede bazı istasyonlarda olsa da çoğu çalışmıyor. Ayrıca Ağustos ayı bazı istasyonların renovasyona girerek kapatıldığı bir ay. Bu durumda iki istasyon ilerisine gitmek için yerüstüne çıkarak navet adını verdikleri, bazen şatıl tabir ettikleri kabaca minübüs/otobüs gibi araçlara binmen gerekiyor. Sonra tekrar yer altına inip hiç kesinti olmamış gibi aynı metroyla kaldığın yerden devam ediyorsun. Oldukça güzel ve hoş bir amme hizmeti, gel görki 30’ar kiloluk valizleri yerin yedi kat bazen dokuz kat dibinden çıkarmak kolay değil. Yardım edenler oldu, olmadı değil ama ucundan tutan bin pişman, yüzlerinden anlıyorsun öyle böyle değil. Baktık ki olmayacak birlikte hareket edemeyeceğiz. Kiki anahtarı almaya ben gideyim, zaten büronun nerede olduğunu da biliyorum, dedi. Kışın arkadaşlarıyla birlikte kendilerine okul bakmaya geldiklerinde yine aynı yerden stüdyo kiralamışlardı. Tamam dedim. Ben seni Saint-Lazare metro durağında beklerim. Oradan 9 numarayla Pigalle’e gideceğiz. Hava alanındaki kadın bize haritadan bakarak rut çizdiydi. Gerçi St-Georges durağı iki adım ötemizdeymiş ertesi gün parasını verip doğru düzgün bir harita elde edince anladık. Bu arada hava alanında turizm bürosundaki elemanın çizdiği rotayı oldukça değiştirmek zorunda kaldık. 2 numaralı hat bazı duraklara kapalı çalışma var siz onun yerine başka hat alın sağ kulağınızı sol elinizle tutun vs gibi durumlar önerdi. Biz de öyle yaptık. Ama baktık ki sol kolda da onun bilmediği bazı kesintiler var. Tabii bunu anlamak için merdiven indik, merdiven çıktık. Baktık peron girişlerine kapı duvar örülmüş, sonra tekrar çıktık tekrar indik duvardaki metro haritasından başka yollar araştırdık. Bayağı geç bir saatte St Lazare İstasyon durağına vardık. St Lazare en kalabalık, en kapkaççı olma riski yüksek duraklardan bir tanesi. Çantanıza ve kendinize sahip çıkın şeklinde habire anons yapılıyor. Neyseki dokuz kat yerin dibindeki metroda bile cep telefonları çekiyor. Kiki bir sorun yaşarsa bana ulaşabilir. Gerçi ben ne yapabilirim? Yanımda toplam 60 kg’luk iki valiz, bir sırt çantası ve kocaman bir omuz çantası varken o biraz şüpheli.

Ben oturdum. Kiki anahtarları almaya gitti. iş çıkış saati. Etraf hınca hınç kalabalık. Trenlerin biri gidiyor biri geliyor. İki dakikada bir tren var. Hem inen hem binen trafiği… Sonra etraf seyrelmeye başladı. Kiki hala ortada yok.

Sağa bakıyorum sola bakıyorum. Merak ediyorum. Sonra adamın bir tanesi cebinde mantarı çıkmış şarap şişesi, sallanarak trenden çıktı. Üzerinde hafif buruşuk olsa da bir takım elbise var. Açık Gri. Siyah bir omuz çantası. Saç baş dağılmış ama traşlı. Oldukça orta yaşlı. Biraz önce işten atılmış, hemen bir bara efkar dağıtmaya girmiş, parası suyunu çekene kadar içmiş, elinde kalan bozuklukları bahşiş bırakmak yerine en yakındaki markete girerek kendine en ucuzundan bir şarap şişesi almış, onu da bitirmiş el mecbur eve gidiyor havasında… Söylemeyi unuttum belki de en önemli kısmı kendi kendine konuşuyor. Sürekli hayali birilerine, sözlerle uyumlu el kol hareketleri yaparak bir şeyler anlatıyor. Küfürün bini bir para. Bir yerlerine koyayım şu dünyanın… Pislik bunlar… Bok kapitalistler… Halkı düşünmezler… Ne varsa kendilerine… Sokacaksın hepsine… Ben dedim böyle olmaz… Kimse dinlemedi vs… İçimden sayıyorum bir an evvel gidecek, giderek seyrekleşmeye başlayan bir sonraki metroya kadar bavullarım ve ben sessizliğinde oturup beklemeye devam edeceğim. Neredeyse bütün istasyon boşaldı adam hala peronda hem anlatıyor hem yalpalıyor. En korktuğum durumlar bunlar. Göz göze gelmemeye dikkat ediyorum. Bir yakalandım mı, biliyorum hayatını anlatacak. Derken geldi yanıma. Eyvah! Haklı değil miyim, diyor. Ne desem bilmem ki? Cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü. Hem üstüme yıkıldı yıkılacak. Kiki gelmiyor. Fransızca anlamıyor numaralarında, hayır Türkçe ya da ingilizce de konuşamıyorum günümüzde kimin hangi lisanı bileceği belli olmaz, sağır dilsiz havalarında ellerimi açıp, yüzümde çaresizim ifadesiyle bir şeyler yaptım. Hemen akabinde bakışlarımı yeşil koltuklardan yana çevirdim. Mantıklı biri olarak kendine başka kapı bulmasını bekliyorum. Ne naif bir düşünce. Aksine iyice yaklaştı, başladı anlatmaya. Ana avrat düz gidiyor. Artık ne demek istediğini de algılayamıyorum. Fransızca bilgim korku notaları arasında dumura uğramış durumda. Bir de şunu düşünüyorum ulan burası böyleyse Kiki şimdi gece yarısı Paris sokaklarında anahtar peşinde büro arıyor, ya onun da peşine böyleleri düşmüşse… Geldi yanıma oturdu. Cebinden, yarıdan çoğu içilmiş şişesini çıkardı. Bir de ikram etti. Yok, dedim. O ancak sana yeter. İçimden diyorum ki hepsini bir dikişte bitirse de şuraya yığılıp uyumaya başlasa ne iyi olur. Hani yanımda bu süreci hızlandıracak hap vs olsa ya da hava alanından viski almış olsam ikram edeceğim ama naneli çikletten başkası yok. O da iyice ayıltır bunu. Vay halime o zaman. Gözlerimi tam karşıya diktim, yan tarafa hiç bakmıyorum. Ara sıra kafamı onun olduğu yerin tam tersine çevirip metro yolunu gözlemliyorum. İlgilenmez pozlardayım. Ve fakat bu durum adamın moralini hiç bozmuyor. O, sanki ben dinliyor muşum gibi ana avrat anlatıyor bir şeyler. Sonunda kolumu dürrtü. Anlattıklarına onay bekler gibi. Bir kere daha Fransızca bilmeyen çaresiz sağır dilsiz hareketimi çektim. Umuru değil. Bu da olacak iş değil. Ne büyük umutlarla geldiğin şu şehirde dakika bir gol bir, başına gelene bak. Sarhoşların kuvvetli olduğunu bilmesem… Bir metro geldi geçti, ikincisi, üçüncüsü derken, artık dördüncüsü müydü beşincisi mi bilmiyorum bizimki bir anda ayağa kalktı ve bana veda sözleri içerisinde gelen arabaya bindi gitti. Niye St-Lazare’da inmişti? Neden daha ileriye gitmek istedi? Hiç bir fikrim yok.

Bir müddet sonra Kiki anahtarları ve bize bırakılan paketi almış geldi. Yolumuza devam ettik.

Pigalle’den aşağı işte bu güzel sonbahar sokaklarından bavulları çeke çeke Haussmann Bulvarına doğru inmeye başladık. İstanbul’u yaz ortasında bırakıp 3-5 saat sonra yaprakların dökülmeye başladığı bir şehre gelmek garip bir duygu.

Uçakta yemiş olmamıza rağmen gecenin geç saati çok acıktık. Şansımıza bizim binanın yanında bir Carrefour market olmaz mı…Hem de gece 22:45’e kadar açık. Yukarı çıkmadan önce valizleri kenara koyup alışverişimizi yaptık. Paris lezzetli hazır yemek cenneti. Söylemiş miydim?

Sonra kalacağımız binadan içeri girdik. Avluyu geçtikten sonra ön yüzü sokağa bakmayan başka bir eski apartmanın en üst katına o bavulları nasıl çıkardık hiç hatırlamak istemiyorum.

Hasretini çektiğim Lyon usulü Museau (Kelle) salatasıyla, yerinde yemek çok daha iyi tabii ama bu da idare etti, günü kapamak en iyisiydi.

Yatakları zor bulduk.

Bunu derecelendir:

Cam Kenarında Oturuyordum ve İçerisi Hınca Hınç Doluydu

04 Cumartesi Şub 2012

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 8 Yorum

Etiketler

anneler, çilek gibisin kısa ve tombul, dergiler, ezik, ezilmedim hayattayım, hani, kere

Zincirlikuyu’da metrobüsten herkesle birlikte indim. Saat 12:05. Öğlen suları. 12:30’da  Beyoğlu’nda bir arkadaşımla buluşacağım. Sözleştik derdim ama sözlenmeyle sözleşme kelimelerinin sinsi yakınlıklarından dolayı ikisine de küsüm. Söz kelimesi içimde ezik karakter tınlaması yapar.

Bu arada perşembe günü kuaförde müthiş hoş anlar geçirdim. Alem dergisindeki şu Tiffany tasarımı bağlılık yüzüğüne bağlandım. O günden beri aklımdan çıkmıyor. Fotoğraf http://www.jewellryva.com sitesinden. Ayrıca yüzüğün resmini dergideki reklam sayfasından kendim de çektim ve C.İ.’ye mesaj attım.

Akşam oldu, hane halkı geldi. C.İ. de geldi. Gerçi ben o arada günün akışından  yüzük hikayesini aklımdan çıkarıvermişim. Nasıl olur?

Bana resim yollamışsın, cümlesini işitince Alice’in kedisi gibi sırıttım.

Döndüm baktım.

Mesajımı aldın mı? diye sordum, gözlerimi parlatarak.

Gafil yakalanma sonucu anlamsız sarf edilen cümlelerden biri daha.

Telefonu açan kişiye uyuyor musun demekle aynı cinsten. İş işten geçti bir kere. En azından 14 Şubat, doğum günü, evlilik yıl dönümü, yıl başı, aaa anneler günü az kalsın unutuyordum, işte bu türden, mesela kadınlar günü vs gibi anlamsız gelen anmaları hatırlatan bir şeyler söylesem ya… Yüzüğe öyle vuruldum ki kişilik ve davranış değişikliğine bile gidebilirim yani. Öyle işte.

Aklımdan bunlar geçiyor, bir yandan da ikinci edeceği cümleyi heyecanla bekliyorum. Fazla beklemedim şimdi ne yalan söyleyeyim.

Renkli Baskısını mi istiyorsun?, lafı beni bir anda dergi sayfalarından aldı dünyama çekiverdi.

Hani yazmıştım ya perşembe sabahı, Alem, Şamdan gibi dergiler beni hayal dünyasından çıkarır gerçeğe odaklar. İşte bu şekil.

Zincirlikuyu’da metrobüsten indim. Saat 12:05.

Bir zamanlar olsa öndeki Avcılar arabasını yakalamak için bir koşu  tuttururum. Mecidiyeköy’de inip metroya binmek üzere. Son zamanlarda daha kısa, aslında kısa demeye belki bin şehit ister ama insanlarla daha az yakın temasta bulunulan başka bir yol keşfettim. Gişelerden çıktıktan sonra ilk merdivenlere saldırmak yerine biraz ilerleyip yukarıdaki caddenin, Barbaros Bulvarı, karşısına geçen ikinci merdivenlere yöneliyorum. Oradan oklar yardımıyla Gayrettepe metro durağına, ki bu da hemen Astoria’nın önünde, Astoria bir AVM’dir, gidiyorum. En fazla 10 dakikamı alıyor. O da lay lay lom ilerleyip, yolda fotoğraf vs çekersem.

Aklımdan adım adım saat dilimlerini geçirerek metro merdivenlerinden indim, zamanımı iyi ayarladığım için sevindirik oldum, geç kalmayacağım ve Taksim yönüne giden rıhtımın kenarına vardım. Bekledim. Bir önceki araba yeni gitmiş. Gözüm saate takıldı.

12:30.

Bir zamanlar bir çilekli bisküvi reklamına tutulmuştum. Bir yanda güzel bir çilek diğer yanda kocaman bir çekicin altında ezilmiş yatan aynı çilek görseli. Bisküvinin reçeli olmaya hazır. Saati gören ben o diğer yandaki çilektim.

Taş çatlasa 12:15’te rıhtımda bekliyor olmalıydım. Yolda gelirken hiç bir şekilde oyalanmadığıma emindim. Okları takip ederek doğrudan yürüyüp gelmiştim.

Peki o zaman o 15 dakika nereye gitmişti?

Yolda Green Peace’ci, Unicef’ci, Körler Gazatesi’ci, Anketçi vs cinsinden kimse yolumu kesmemişti.

O 15 dakika nerede harcanmıştı?

Metronun saati yanlış. Tabii ya…

Salak!  Kendini  ezik çilek gibi hissedene kadar niye düşünemedin ki …

Yeniden bütün bir çilek oldum. Cebimden cep telefonumu çıkardım ve kendi saatime baktım.

12:31

Artık kesinlikle o ismi lazım değil çilektim.

Ocak ayı Bilim Teknik dergisinde şizofreni üzerine bir dosya vardı. İlgiyle de okumuştum. Ayrıca 16 kişilikli Sybil, bilincimin içinde ve dışında, velhasıl bilançosunda kuruluş demirbaşı olarak yer aldığından o dosyayı yakinen okumamış olsam bile yine aynı yakıştırmayı yapardım.

O 15 dakika boyunca ben kimdim, neredeydim ve ne yapmıştım?

Zihnimin odaklanabilen kısmıyla idare ederek metrobüsten indiğim anda tüm yaptıklarımı adım adım, saniye saniye tekrardan gözden geçirdim. Nafile. Elle tutulurcasına belirgin bir boşluk. Öyle ki kavramların nesnelliği üzerine sayfalar dolusu tez yazabilirim.

Elimi ağzıma kapadım.

Belki de refleks olarak, artık nefes almana gerek yok, ölmüşsün sen, bittin sen gibi düşünceler içindeyim. Ve fakat beynimin bir an oksijensiz kalması küçük de olsa bir bağlantıyı tetikledi.

Metrobüs’ten iner inmez arkadaşa telefon açmıştım. Yaklaştım, geliyorum, 15 dakikaya oradayım anlamında. İki saniyelik. Hemen konuşma kayıtlarını buldum. O an FBI gibi çalışıyorum. Dizilerin faydası. Baktım başlangıç 12: 17 ve 12:19 konuşmanın bitme saati. O halde, 12:05’te perona girmişiz ve fakat ayağımı kaldırıma basmam neredeyse 10 dakika sürmüş.

Olabilir mi?

Eh, olabilir.

Metrobüste iki kapı ortası cam kenarında oturuyordum ve içerisi hınca hınç doluydu.

Bunu derecelendir:

Aramak için Önce Kaybetmek Lazım

26 Salı Tem 2011

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 9 Yorum

Etiketler

güzel günler, girnedeyken, hatıralar, kayıp zaman, koku üzerine

Bir kaç ay önce küveti temizlemek üzere banyoya girdim. Musluğun altındaki dolaptan temizleyiciyi aldım. Kiki büyüdüğünden beri bu türden tehlike arz edebilecek malzemeleri erişilemeyecek yerlere kaldırmıyoruz. Tavana yakın duvara çakılı o raflarda şimdi başka şeyler var. Belki de raflar hiç yok. Hatırlayamadım şimdi. Ürünü iyice püskürttükten sonra eğilip temizleye başlamadan kendimi Kıbrıs’ta buluverdim. Girne’de 3 kız birlikte kaldığımız banyosunu bile hatırlayamadığım, arkada mutfaktan çıkılan küçük bir bahçesi olan iki katlı yapışık düzen villa tipi evdeydim.

Hatta o gün elektrikler kesilmiş; Kıbrıs’ta kaldığım süre zarfında sık sık başımıza gelirdi, kanıksamıştık artık, güler geçerdik, adadaki tarafların arasında oluşan ilk kıvılcımın yansıması olarak bizim taraf karşı tarafın suyunu keser, karşı taraf da bizim tarafı elektriksiz bırakırdı, geçici uzlaşma sağlanana kadar. Neyse işte yine öyle bir gece dışarı çıkmak üzere hazırlanıyoruz göz gözü görmez karanlıkta kaldık. Ne mum var, ne de bir fener. Kimse sigara içmiyor, yani kibrit, çakmak cinsinden alevi olan şeyler de yok. Şimdi olsa aklıma ocak gelir ama o zamanlar mutfağa sadece bahçeye çıkmak için bir de dolaptan içecek bir şeyler almak için girdiğimizden pişirme ünitelerinin nasıl olduğunun farkında bile değilim. Belki de elektirikli cinstendi. O zamanlar cep telefonu da yok ki hemen fener uygulamasını indirelim. Evde bilgisayar bile yok. O güne kadar gördüğüm tek bilgisayar okulda algoritma derslerinin pratiğini yapmak için Fortran Four ile kartları delerek program yazdığımız ve programın çalışıp çalışmayacağını öğrenmek için kartlarımızı gerekli birime götürdüğümüzde banko arkasında bizden teslim alan görevlinin sağından ve solundan gözlerimizi aşırarak merakla baktığımız camlı kapıların ardındaki devasa ışıklı dik dörtgen makineler.

Neyse karanlıkta el yordamıyla giyindik, hazırlandık ve çıktık. O gece izinliyiz bir yerlerde yemek yiyeceğiz ve sonra da kumarhanelerden birine gidip şansımızı deneyeceğiz. Nasıl ama program? Zaten Girne’de o zamanlar, şimdi nasıldır bilemem, yapılacak başka hiç bir şey yok. Her izin günümüzde aynı şeyi yapıyoruz. Kumarhaneden çıkıştaysa soluğu Dome Otelin diskosunda alıyoruz. Sonra sabaha karşı eve dönüp yatıyoruz. Zaten herkesle içli dışlı olmuşuz. Büyük bir üniversite kampüsünde ya da bir gençlik kampında yaşar gibiyiz. Çoğunluk, evlerin kapısını bırakın kilitlemek kapatmıyor bile. Ve Girne’de her yere yürüyerek gidilebiliyor. Ne büyük mutluluk değil mi?

Biz de güle oynaya karanlık sokaklardan aşağı deniz kıyısına doğru iniyoruz. Belki de Viraj Cafe’ye gideceğiz ya da limana ineceğiz. Hiç hatırlamıyorum. Tek bildiğim sokakların da zifiri karanlık olduğu. Ay ışığı bile olmadığına göre hava kapanık olmalı. Lafın kısası ilk ışık ve insan içine çıktığımızda bir de baktık ki, inanılmaz rüküş giyinmişiz. Ayrıca çoraplar ve ayakkabılar farklı teklerden seçilmiş. Nasıl olur demeyin, o zamanlar tek çeşit ayakkabıların farklı renkleri var. O da converse işte… Birbirinin aynı. Şimdilerdeki gibi farklı tasarımları da yok. Çoraplar desen keza. Kendimize gülmekten karnımıza ağrılar girdi.

Diyeceğim şu ki kokular ve hatıralar birbirleriyle yakından alakalı. Takip ettiğim bloglardan birinde kokuyla ilgili kurmaca bir metin vardı. Keşke bir kokuyu şişeye doldurup saklayabilsem demiş. Okuyunca aklıma küvet temizlerken yaptığım bu kısa Kıbrıs yolculuğu geldi. Fakat aksine, kokuları ne kadar mutlu anları çağrıştıracak olurlarsa olsun bir şişeye doldurup saklayabilmek istemezdim. Beklenmedik zamanlarda beklenmedik yolculuklara çıkmayı yeğlerim. Şu geçenki Kıbrıs gezisi gibi.

Bu sabah kahveyi yaparken kokusunun çağrıştırdıkları üzerine bir şeyler yazmak istemiştim. Kokladım, kokladım aklıma hiç bir şey gelmedi. Belleğimin kahve çekmecesi bomboş. Önce şaşırdım. Sonra da normal buldum. Kahve hayatımdan hiç  eksilmedi ki! Hala sahip olduğun bir şeyin bellekte anısı olur mu ki? Hatırlamanın esası önce kaybetmekten geçer.  Marcel Proust da kaybolan zamanı aramaya o çok sevdiği annesinin ölümünden sonra başlamamış mı?

Bunu derecelendir:

Gayrettepe’ye Gider İken

19 Perşembe May 2011

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 7 Yorum

Etiketler

Ali Sami Yen Stadına çok üzüldüm, mecidiyeköy metro çıkışı çatal yerim, Post A Day 2011

Mecidiyeköy’e yolunuz düşerse Metro girişindeki ya da çıkışındaki bu simitçiden ama yalnızca bu simitçiden bir çatal alın. Ben her seferinde alırım. Tadına doyum olmaz. Öyle ki çatalın dişlere yapışması bile vız geliyor. Simitçi ta Beşiktaş’tan alıp getiriyor ürünlerini. Tesadüfen mi buldum? Kesinlikle hayır. Bir zamanlar toplu olarak ders aldığımız ressam Ricardo Gamboa’dan öğrendim. Derse gelirken bir paket çatal getirirdi. Diğer kek ve böreklerin yanında ilk önce onun getirdikleri biterdi.

Mecidiyeköy meydanı sabahın erken saatleri. Erken dediysem 7:50. Kalan ekmek, simit, vs ziyan olmuyor. Kuşlara festen. Biraz da ıslatılsa gariplerim daha kolay yiyecekler… Şimdi bu manzaraya sinir olan da vardır.

Bu manzaraya da ben sinir oldum. Ali Sami Yen stadının yerinde yeller esiyor. Yapılacak şey miydi bu? Kızıltoprak’ın göbeğinde duran Fenerbahçe stadını yıksalardı ya…

Güzelim stad yerle bir olmuş.

Ayrılamadım bir türlü demir perdenin önünden. Her bulduğum aralıktan makinemi sokmaya çalıştım. Oradan geçen yaşlı başlı bir adam ilgilendi.

Neden çekiyorsun o resimleri?

Korku ifadesiyle dönerek yüzüne bakmış olacağım ki…

Suskunluğuma rağmen irdeledi.

Ne yapacaksın onları? Mimar falan mısın?

Yok. Hatıra olsun diye çekiyorum.

Yüzü güldü garibimin.

Buradan zor çekersin. İçeri gir öyle…

Ayakkabının bağı çözülmüş.

Peki, çok teşekkür ederim.

Eğildim ayakkabımı bağladım. Düzelirken elindeki Galatasaray torbasını gördüm. İşte o zaman yüzündeki hüzün bir anlam kazandı.

İçeri girmedim ama daha geniş bir aralık buldum.

Yola devam ettim. Stadın demir perdeleri yakında bütünüyle afişlere mekan olur.

Hani yeni renk otobüsler? Umarım mor yapmazlar. Mor, batı da tarikatın, dinin rengi değil mi? Sebep o değil de gönlüm kırmızı da ya da canlı sarıda, ki beklerken göze çarpsın.

Yola devam.

Ve bu da başka bir kahvaltı. Bu sabah metro çıkışı çatalcıyı es geçmişim.

Bunu derecelendir:

>Okumanın Dili Üzerine

27 Cumartesi Kas 2010

Posted by Qunegond in Anı, Günlük, kitaplar üzerine, okuduklarım

≈ 4 Yorum

>

Okurum okurum ama zaman gelir Lyon’da kaldığım seneler içinde sokaklarda, metrolarda karşılaştığım insanlar kadar çok asla okuyamayacağımı düşünürüm. İlk gittiğimde dikkatimi çeken iki şey olmuştu. Birincisi kaldırımlardaki köpek bokları. İkincisi de her yerde ve her durumda okuyan insanlar. Şu sıralar birincisini yakalamış durumdayız. İkincisine de ramak kaldı diyelim. Son günlerde elinde kitap dolaşanların sayısı arttı.

Buradan uzun kalacağımı bilerek gittim Fransa’ya. Ve bilerek yanıma hiç Türkçe KİTAP ALMADIM. İlk günlerin yerleşme telaşını atlattıktan sonra ki bu iş 2-3 günde bitti, Türkçe yayın yapan televizyon, radyo, gazete, dergi türünden ne varsa hiç birinin nasıl takip edilebileceğini araştırmadım. İçimi rahatlatan tek şey, okula yazılmıştım ve kursum ülkeye ayak bastığımın hemen ertesi günü başlamıştı. Fransızca tek kelime bilmiyordum, desem yeridir. Seneler evvel üniversitede öğrenciyken Taksim’deki Fransız Kültür’e 3 ay kadar gitmiş, bonjour, je m’appelle Sibel, voulez vous couchez ya da dansez  avec moi, comme si comme ça, dan başka hiç bir şey hatırlamıyordum ve neredeyse otuz yaşındaydım. Zaten bu sıraladıklarımı öğrenmek için Fransız Kültüre gitmeye gerek yoktu,  bunlar o zamanlar genel kültürden sayılırdı.

Şimdi düşünüyorum da zaten belliymiş kendimi zora sokmayı ne kadar sevdiğim. Şöyle düşünmüştüm; Kıbrıs’ı saymazsak ilk defa yurt dışına çıkıyordum ve gezecek görecek bir sürü yer vardı, yoğun kursa kaydolmuştum (her gün ve günde 5 saat) dolayısıyla zamanımın büyük bir kısmı çalışmakla ya da gezmekle geçecekti, kimseyi tanımıyordum, etrafımda akraba arkadaş neyin hiç yoktu, eşim vardı o da sabah çıkıp akşam geliyordu hatta bazen hiç gelmiyordu iş-okul icabı, yani mecburen bir arkadaş çevresi yapmak durumundaydım, eh geriye de okumak için pek vakit kalmayacaktı. Beyin, beden her türlü yorgunluktan ölü bir şekilde yatağı zor bulacaktım. Bir müddet böyle idare edebilirdim. Sonrasında da çok ebleh değildim ya, konuşulan dilin ülkesinde yoğun ders alan biri olarak az çok bir şeyler okuyabilecek bir seviyeye gelirdim. Gerçi az biraz geri olduğumu kabullenmiştim. Şöyle ki; İstanbul’dayken seneler boyu alınan onca kurs, ders, vesaireye rağmen ne İngilizceyi, ne Fransızcayı ne de İtalyancayı doğru dürüst öğrenebilmiş değildim. Gerçi gidilen o okul, kurs, dersane mekanlarının 2 km yakınlarındaki tüm kahveleri avucumun içi gibi biliyordum. Ayrıca, yakın etrafımca hafif gülümser tarzda ama çok müşfik, ana dilimi bile doğru dürüst konuşup yazamadığım söylenirdi. Pek fark ettirmemeye çalışıyordum ama içimden hırs yapmıştım. Ben bu Fransızcayı öğreneceğim, diyordum yaş kaç olursa olsun. En kötü şeyse ana vatandan getirdiğim kitaplarıma sarılıp kendimi hayallere kaptırmam olurdu ki işte o zaman onca yılın sonunda tek kelime bile sökemeden gerisin geri ülkeme dönerdim.Yani verdiğim kararın doğruluğuna emindim. Sabretmek yetecekti. Elbet ben de bir gün yeniden kitap okuyabilecektim.

Okumasına okudum tabii ama bu tahminimden çok daha kısa sürede oldu. Bir müddet sonra beyin ve bedenimin pek yorulmadığını hatta ne kadar çalışırlarsa o kadar cin gibi olduklarını keşfettim. Tabii bunlar gençlik yılları. Şimdiyle pek alakası yok. Sonra orada burada tanıştığım kişilerin hemşehrili sevgili arkadaşlarımın yerlerini tutmadığını ve asla da tutamayacağını anladım. Bir kere farklı hamurlardandık. Benim krize girdiğim, iki büklüm karnımı tutarak günlerce güldüğüm şeylere soğuk, anlamsız ve deli mi bu ne gözleriyle bakıyorlardı ki ben onların kriz geçirdiği konulara canı gönülden gülebiliyordum. Haddi hesabında sadece dili öğrenmekle kalmayıp medeniyet ve edebiyat tarihlerini de derinlemesine inceliyor dolayısıyla ince esprilerini yakalayabiliyordum. Onlar ne kadar anlatırsam anlatayım bu şansa ve açıklığa sahip olamıyorlardı. Ya da bana öyle geliyordu. Ne bileyim? Açıkcası, hep anlamak ama bir türlü anlaşılamamak gibi bir dert baş gösterdi. Arkadaşlarımla beraber olmak yerine tek başıma kalmayı tercih eder oldum. Sinemaya bile tek başıma gittiğimde daha rahat ediyordum. Bu arada benim zamanımdaki filmlerin çoğu Fransızca dublajlıydı. Orijinal dilinden film bulmak imkansız gibi bir şeydi. Ancak dublaj filmlerin bizim dublajlarla yakından uzaktan alakası yoktu, neredeyse orijinal film kalitesindeydi. Ya da bana öyle geliyordu, çok anlamıyordum ya. Ama sanmam. Gariptir Karayip Korsanlar’ını defalarca Fransızca dublaj seyrettim (DVD) çok sonraları üçüncüsünü  sinemada İngilizce seyredince bir garibime gitti ki sormayın.

Neyse işte anlatacağım Fransızca okumaya erkenden kafa göz yara yara Beyaz / Pembe / Kırmızı Dizi kitaplarıyla başladım. O da şöyle oldu. Lyon’luların okuma alışkanlıkları çok fazlaydı. Bir de bazı kitapları okuyup bitirdikten sonra oraya buraya bırakırlardı. Bir gün Bellecour’da otururken tahta bankın yanında büyük bir torba içinde en az 50-60 adet beyaz dizi kitaplarından buldum. Sahibi gelip arayacak mı diye bir kaç saat bekledikten sonra torbayı yüklenip koşa koşa eve gittim.

İlk sene çok az paramız vardı. Ev kirasını ve apartman giderlerini ancak ödüyorduk. Geri kalanla da yiyecek bir şeyler alıyorduk. Hatta bilet parası vermemek için her yere yayan gidiyorduk. Saatlerce yürüyorduk. Bu durumun aslında şöyle bir güzel yanı da vardı, kilo derdi neyin olmuyordu. Hep derim zenginlik başa bela. Durum böyleyken kitaplara para vermek olmazdı tabii. Zaten olmayan şeyi nereye vereceksin? Kütüphanelerde yeni çıkan kitapları bir türlü yakalayamıyordum, eski klasiklerse henüz dil seviyem yeterli olmadığından içlerimi dışlarımı darıyordu. Tek yaptığım kitapçılara gidip yerde oturup okumaktı. Bu uygulama Fransa’da ayıp değil, neredeyse herkes kitapçıya gider ve yerlerde oturup okur. En kalabalık mekanlarsa çizgi romanların durduğu rafların önü olur. Bu arada Fransa bana çizgi roman cenneti gelmişti.

Dolayısıyla o bulduğum kitaplar elmas madeni gibi oldu. Ayrıca çabucak dil öğrenmek isteyen herkeslere tavsiye ederim. Stage kitapları vs değil doğrudan öğreneceğiniz dildeki beyaz dizi kitaplarına yatırım yapın ve onları okumakla başlayın. Bir kere konu öylesine bildik ve tanıdık ki, yabancı kelime olsa bile sözlüğe bakmak hiç lazım olmuyor, anlamı kesinlikle tahmin edilebiliyor. İkincisi bir müddet sonra hep aynı kelimeler tekrar edildiğinden sözcük dağarcığı tüm kullanım kalıplarıyla birlikte iyice ezberlenmiş oluyor. Üçüncüsü  ne olsa beyaz dizi, konular çok sürükleyici. Her şey güzel, erkekler yakışıklı, kızlar enfes, hayat tatlı. Gerçi sürekli bir kavuşamama, aşkı tüketememe durumu var ama o da heyecanı doruklarda tutarak kitabın sonuna kadar gelinmesi sabrını teşvik ediyor.

İşte ben de ilk bir kaç ay içinde o bulduğum kitapları bitirdim sonra da evin yanı başında iki yaşlı teyzemin işlettikleri özel bir kütüphane buldum ki en yeni kitapları ödünç aldığım yetmiyormuş gibi geri götürünce onlarla oturup hakkında konuşmaya başladık. Bunun tek bir dezavantajı vardı o da kurstaki öğretmen bana aferin çok çok çabuk söktün ama kitap gibi konuşuyorsun derdi. Neyse sonradan onun da üstesinden geldim. Ama hiç bir zaman şimdi Kiki’den öğrendiğim argo kelimeleri oradayken yerinde öğrenemedim.

Döndükten sonra tekrar Türkçe okumaya başlamak uzun zamanımı aldı. Hatta ilk okuduğum Benim Adım Kırmızı’dır. Dolayısıyla bir müddet Fransız Kültür’ün Kütüphanesine kaydoldum ama orada da yeni kitapları bir türlü yakalayamamak gibi bir sorun vardı. Amazon’dan ilk sipariş verenler arasında yer aldım. Baktım o da olmayacak, hem masraflı, hem de kitaplara dokunmadan bir kaç sayfasını çevirip göz atmadan sipariş vermek bana uygun değil, bir iki derken yeniden Türkçe okumaya kaptırdım kendimi. Hatta öyle kaptırdım ki bu sefer Fransızca okuma alışkanlığımı kaybedecek oldum. Neyse ki şans benim tarafımdaydı ve Türkiye’ye yerleşmiş bizim evin yakınlarında bir çok Fransız arkadaşım oldu. Şimdi bazılarıyla birlikte senelerdir götürdüğümüz bir kitap kulübümüz var. 10 kişiyiz. Bir çember oluşturduk. Sene başında, ki bu sene başı bizim için eylül ayı, her birimiz 2 ya da 3 kitapla gelir. Çemberde kendisinden bir sonra gelene bu kitapları verir, kendisinden bir evvel olan kişiden o ayın kitaplarını alır. Her ay çemberdeki kitaplar el değiştirir. Temmuz ayına gelince biter, herkes çemberdeki tüm kitapları okumuş olur. İki ay tatil veririz. Sonra yine Eylül ayında yeni kitaplarla buluşuruz. Tek kural çağdaş yazarlar hatta mümkünse o yıl çıkan kitaplar olmasıdır.

Bu gönderiye başlarken ay içinde okuduğum kitaplarla ilgili bir özet  yapmak istiyordum ama iş çok uzadı dolayısıyla başka bir zamana kaldı. Ben en iyisi mi  hazırlayıp antreye bıraktığım kitaplarımı  alıp hava kararmadan dışarı çıkayım ve benden sonrakine götürüp vereyim.

Bunu derecelendir:

>Saça Kalem Takmak – 2

20 Pazartesi Eyl 2010

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 2 Yorum

>

Geçen haftalarda Saça Kalem Takmak -1 başlıklı bir yazıyla saçlarımdan ne kadar dertli olduğumu birazcık çıtlatmıştım. Yazının sonunda da dediğim gibi asıl amacım saçla ve kuaförle ilgili başka bir konuya değinmekti. Malesef daha konuya giriş bile yapamadan boya maceralarımı anlattım durdum. Merak edenler için o gün ben yazının gidişi itibariyle de anlaşılacağı gibi ilk girdiğim kuaförde kalmadım. Majirel’e brokoli özü kattıklarını öğrendikten sonra bir güzel fırladım oturduğum yerden, kapıya yöneldim. İçimden çık git Kunegond kurtul bu yerden şeklinde bir düşünce geçmekle beraber, bir yandan da hep böyle yapıyorsun Kunegond bir türlü bir kuaför beğenemedin, buradan da çıkıp gidersen bugün bu boya işini yaptıramayacaksın, iyi düşün diyor. Karasızlık içinde sendelerken, tereciye tere sorulmaz ama benim sorasım geldi.

Sen şimdi dedim, benim istediğim boyayı harfi harfine uygulayacak başka bir kuaför de tanımıyorsundur değil mi? Bir yandan da utancımdan yerin dibine geçeceğim. Adamdan beklediğim cevap. Vallahi bilemem kardeşim nereye istersen oraya git. Ya da yıkıl karşımdan, yok ol dükkanımdan yoksa elimden bir kaza çıkacak falan gibi bir şeyler.

Şu ana caddede Carrefour’un yanındaki apartmanın ikinci katında … kuaför var ya, işte o %100 L’Oréalci’dir. Sen bir ona git bak demez mi? Artık ben bu deliyle başa çıkamam diye mi düşündü, ne geçti aklından bilemem ama benim gözlerim yaşlarla doldu. Adamın elini eteğini öpesim geldi. Yüzümde bir gülümseme çıktım dükkandan. Koşarak caddeye vardım. Kuaförü buldum. Tam kapıdan içeri gireceğim yine bir şüphe düştü içime. Şimdi bu bunu %100 L’Oréal’ci biliyor ama bunun ekonomik krizi var, neyi var. Acaba bu adamın bilgileri ne kadar güncel. Bakalım beni gönderdiği kuaför hala aynı ürünleri kullanıyor mu? derken baktım güneş iyice tepeye doğru yükselmiş ben daha hala kendime bir yer bulup saç boyama operasyonunu başlatamamışım bile. Tüm kötü düşünceleri ve şüphelerimi beynimden silip diyecektim ama ne mümkün bir müddet uzaklaştırıp yine de bir şansımı denemek üzere salondan içeri adımımı attım.

Geri kalanı kısa kesiyorum. İstediğim boyanın bir gömlek üstününü buldum. Yeni ürün INOA. Sloganları da şu: Eskiden boya vardı şimdi INOA var. Hem de pazarlaması ve satışı itibariyle çok profesyonel. Karışım müşteri önünde hazırlanıyor. Ayrıca boya tüpleri aynı bir ressamın yağlı boya tüplerine benziyor. İstenilen rengi tutturmak için, artık tabii işlemi yapanın renk bilgisi ve maharetine kalmış, bir kaç tüp boyayı palet misali boya kabında karıştırarak elde ediyor, kuaför. Boyanın en önemli özelliği de amonyaksız olması. Kokusunun hiç ama hiç olmaması. Hani amonyak kokusunu bastırma babında çilek, vişne, şeftali gibi sempatik ve organik olma kaygısıyla iç bayıltıcı baskın kokuları da yok. Tamamıyla kokusuz. Kaşıntı, yanma, batma gibi ufak tefek de olsa huylandırıcı yan etkileri yok. Hem de sonuç olarak rölyefli, yansımalı çok güzel bir renk çıktı ortaya. Klasik saç boyalarının bir kötülüğü her bir saç telini aynı renk yaparak saçın doğal rölyefini kapadığından çift kat yağlı boya sürmüşsün gibi olur. İlk gün eve gidersin, o gün fön çekilmiştir, sprey sıkılmıştır falan farketmezsin öyle güzel parlar ki, ama ertesi gün yıkadığında aynada bakarsın bakarsın bir türlü anlayamazsın ne olduğunu.Yüzünde bir solgunluk baş gösterir. Makyaj yaparsın, eh bir derece düzelir ama o da tatmin etmez. En sonunda anlarsın aralara bir kaç ışıltı atmak lazım. Hadi bakalım yeniden kuaförün yolunu tutarsın, ya geçen gün şu yandaki koltukta oturan kıza yaptığın röfleler vardı ya, benimkilere olmaz mı? Pek güzel parladıydı onunkiler.

Bu aralar bana ne oldu anlayamıyorum. Daldan dala atlayıp gidiyorum. Kıssadan hisse bu seferki boyadan memnun kaldım. Ancak, bayram tatili araya girdi. Denizdi, havuzdu derken iyileşmeye yüz tutmuş saçlarım yine oldu mu pırasa püskülü. Hatta pırasa püskülü yanında solda sıfır kalır, şimdilerde şu yukarıdaki fotografta görülen palmiye sapları gibiler. Rengi bile birebir aynı. Eh, ne de olsa boyalı saçı olanlar bilir. Havuzun klorlu suyuna giren saçlar ne renk olur? YEŞİL. Benimkiler de şu an gayetle yeşiller.

Kuaför meselesine dalmam aslında Orhan Pamuk’un son kitabı Manzaradan Parçalar’ı elime almamla birlikte oldu. Pamuk zamanın berberlerinden bahsetmiş kitabında. Aklıma benim de berberlerle olan ilişkim geldi. Tabii bu ilişkiler ta en başından, yani çocukluğumdan kötü temeller üzerine atılmış. Yapı itibariyle ince saçlarım var ama tek hayalim rapunzel saçlarına sahip olmak. Annemin de şöyle bir saplantısı var, çocukken saçlar ne kadar kısa kesilirse o kadar güçlü olur. Hani cesaret etse oğlan çocukları gibi sıfıra kazıtacak üst üste bir kaç kere. Tamam anladım, hadi bir kere iki kere kestireyim ama sürekli kısa kesilir ve uzamalarına izin verilmezse ben saçlarımın güçlenip güçlenmediğini nasıl anlarım ki? Dolayısıyla her berbere gidişimiz bir facia olarak beynime kazınmış. Annem hadi kalk kuaföre gidiyoruz der demez, ben başlarım söylenmeye. Gitmem, çok kesiyor. Yok kesmeyecek bu sefer, ben konuştum. Hep öyle diyorsun ama yine koyun gibi kırpılmış çıkıyorum. Annem yemin billah eder bu sefer ben karışacağım söz kestirmeyeceğim diye. El mahkum ikna olur giderim. Otururum koltuğa, annem bana söz verdiği gibi kuaföre aman ha sadece kırıkları alınacak bir santimden fazla kısalmayacak der. Yüzümde bir gülümseme içim rahatlar, kendimi bırakırım. Adam makası alır gelir, ben kendimden geçmiş vaziyette, ne de olsa kuaföre gitmek, saçlarını yaptırmak güzel bir şey, üstelik annem gözümün önünde söylemiş derdimi saçlarım kısalmayacak,  uzatıyorum ben onları, anladın mı kuaför beyefendi. Fakat malesef kuaför anlamamış olur ve ilk makas darbesini öyle bir yerden vurur ki, ya saçlarımın hepsini o boyda düzelttirmek zorunda kalırım ağlayarak, ya da aylarca kibritçi kız edasıyla dolaşırım. Seç beğen hangisini istersen?

Hem sonra bir türlü bu kuaförlerin annemin sözünden çıkmasına da akıl sır erdiremem. İçimden nedir bu böyle ya derim, kendi kafasının dikine gidiyor, nasıl olur da annemin sözünü dinlemez? O yaşımda nasıl yani olur kalırım.  Tabii çok sonraları annemin kaşla göz arasında ben görmeden adama kes kes diye işaret ettiğini öğrendim. Buna rağmen kuaförler gözümde yine de aklanmadılar ve daima kesmeye meraklı sabıkalı kişiler olarak kalmaya mahkumdurlar. Fakat bir de şu var ki. Onlarsız bir hayatın kolayca geçebileceğini de hiç düşünemiyorum.

Saçıma kalem takma meselesine gelinceyse, bu hayalimi ancak üniversiteye gittiğim ve artık kendi hayatımı bir parça da olsa kendi ellerimin altına alabildiğim zamanlarda gerçekleştirebildim (Kısa saça kalem takılmaz, takılamaz ya ondan). İşte o günden beri saçıma kalem takmaya bayılırım. Hani neden tığ, şiş, çatal, bıçak gibi şeyler değil derseniz, okumuş olduğumu ve o diplomayı ite kaka da olsa bir şekilde almış olduğumu başka nasıl belli edeceğim ki…

Bunu derecelendir:

>Bir Vapur Macerası

20 Pazartesi Eyl 2010

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 15 Yorum

>

Bu fotograf Cihangir’den Kabataş’a inen merdivenli daracık yollardan birinde çekildi. Ne zaman insem o merdivenlerden hep fotograf çekmek isterim bir de acaba Orhan Pamuk’a rastlayabilir miyim şeklinde sağıma soluma bakınırım. Takıntılı olanlara çok gülmekle beraber kendimin de bir sürü takıntısı vardır.


Bir kaç sene önce işe gitmek için, o zamanlar ciddi bir banka kuruluşunda çalışıyordum, her sabah vapura binerdim. Vapura binen iki tipten insan vardır. Birinci tiptekiler bir evvelki vapura yetişir ancak ona binmez kendi vapurunu bekler. Dolayısıyla bekleme salonunun kapıları kapandığında en ön sırada camlı bölmenin önünde durabilme şansını elde eder. Orası birinci mevkidir. İkinci tipten olanlarsa son anda koşarak turnikelerden geçer ve kapıları kapatan görevliye ta turnikelerin oradan bağırmaya başlar, yettim civanım aman kapatma. Görevli biraz da numaradan olmak üzere kapıyı yavaşça çekmeye yeltenir, iyice telaşlanan bizimki maratonun son yüz metresine girmiş bir şekilde depara kalkarak daralmış aralık kapıdan kayarak geçer ve ardından kapıya şöyle bir sırıtarak baktıktan sonra salına salına tahta iskeleye doğru yürümeye başlar. Bundan böyle vapura bineceğinden emin tüm acelesi bitmiş gibi bir de etrafta tanıdık yüz aranma triplerine girer. 


Ben birinci tiplerdenim. Her sabah benimle birlikte camlı bölmede yanımda bekleyen bir de sarışın mı sarışın bir kadın var. Hemen o bildiğimiz sarışınlar aklınıza gelmesin. Bu bizimkisi zayıf olmasına zayıf ama orta yaşlı, orta halli, kütüphane müdürüyüm dese kimsenin şaşırmayacağı tipten bir kadın işte. Bir sonraki vapuru birlikte bekliyoruz. Bu arada belirtmeyi unuttum, eski iskeledeyiz. Bizden evvel kalkan vapur Beşiktaş vapuruydu. Biz Kabataş olana bineceğiz. On beş dakikamız var. Her neyse o dakikalar bir şekilde geçiyor. Ben elimdeki kitabı okuyorum, o gazetesinin önüne arkasına şöyle bir göz gezdiriyor. Kah geleni geçeni seyrediyoruz falan. Bu arada görevli kapıya doğru gelmeye başlayınca bizimkisi hemen kendine bir çeki düzen verip startı bekleyen atletler duruşunu alıyor. Camlı kapıların önümüzden yanlara doğru açılmasıyla birlikte,  gözleri vapura atılmış tahta iskeleye kitlenmiş bir şekilde, ileri doğru fırlıyor. Ben de arkasından. Neredeyse koşarak içeri ilk biz giriyoruz. Önde o, arkasında ben. Vapurun kıç tarafına geçiyoruz. Sağ koridordan ilerliyoruz. Neredeyse eskinin lüks mevkiine bir iki sıra kala yüzü burun tarafına dönük tek kişilik bir koltuk var, sarışın işte o koltuğa aceleyle oturuyor. Ben de hemen karşısındaki daha fazla kişi alan, seyir istikametine ters karşı kanepeye yerleşiyorum. Kadın çantasını, şemsiyesini bir kenara bırakır bırakmaz, yüzünde koltuğunu kapmış olmaktan memnun mesut, belli belirsiz bir gülümseme hemen gazetesini açıp okumaya başlıyor. Ben bir müddet onu seyrettikten, sağıma soluma oturanlara baktıktan sonra etrafa olan ilgimi kaybedip elimdeki kitaba dönüyorum. Vapur Kabataş’a yerleşirken aklım biraz sonra başlayacak olan mesaiye ve mesainin bana vereceği sıkıntılara takılmış durumdayken kadını da diğer yolcuları da unutup vapurdan neredeyse en son ben iniyorum.


Bu böyle devam etti durdu. Sonra canımın çok sıkıldığı bir gün, ayağıma basket ayakkabılarımı giydim ve birlikte camlı bölmede beklediğimiz kapı ağzından o sarışın kadından önce fırladım. Amacım koltuğunu ondan önce kapmak. Tahta iskeleye ilk ben vardım. Bir yandan da arkamda ensemin dibi başında sıcak ve telaşlı soluğunu hissediyorum. Umurumda değil. Hatta önden halimi görse pis bir gülümseme yerleşmiş yüzüme. Ben önde o arkada koltuğun önüne kadar ilerliyoruz. Tam dönüp oturacağım. Arkamdan doğru, kafamı aşıp, koltuğa çantasını fırlatıyor. Ne olduğumu şaşırdığımdan, beni yandan sollayarak koltuğa önden atmış olduğu çantasının üzerine oturuyor. Ve göz göze geliyoruz. Beni yenmiş olmanın vermiş olduğu muzaffer bir eda. Yenilgiyi kabul ediyorum. Yine tam karşısına her zamanki kanepeme yerleşiyorum.


Gel zaman git zaman bu böyle sürüp gidiyor. Bir kaç ay sonra yine camlı bölmenin önünde elimdeki kitaba dalmışım, bir anda bizim sarışın kadının yanımda yer almadığını görüyorum. Merakla sağıma soluma bakınırken, iki sıra arkamda öne geçememenin vermiş olduğu sıkıntıyla kıvranan yüzünü görüyorum. İçimden hah, diyorum işte intikam zamanı geldi. Ben senin o koltuğa oturmaz mıyım şimdi. Kapı açılır açılmaz vapura doğru bir fırlayışım var ki sormayın, Ulubatlı Hasan yanımda hiç kalır. Kıç salona adım atar atmaz gözümün ucuyla arkama nerede olduğuna bakıyorum. İki adım gerimde olduğunu şaşırarak tesbit ettikten sonra bu işin şakaya gelmeyeceğini, kadının o koltuk konusunda acayip saplantılı ve hırslı olduğunu anlayarak, Kunegond diyorum acele et, yoksa yine kaptıracaksın yeri. Bir yandan da ben o koltuğa zaferle oturduktan sonraki yüzünü hayalimde canlandırmaya çalışıyorum. 


Neyse lafı fazla uzatmadan,  ben o gün o koltuğa milim farkıyla oturmayı başardım. Fakat ben oturur oturmaz kıl payı arkamdan takip eden kadın o anda düşecekmiş gibi bir sarsıntıya kapılarak iyice sendeledi, bir saniye kadar ne yapacağını bilemeyerek önümde durduktan sonra sesini çıkarmadan karşı kanepeye benim her zamanki yerime geçti oturdu. Hatta oturdu ne kelime çöktü diyelim. Yüzü bir anda bembeyaz kesildi. Kadının o halini görünce tüm eğlencem, neşem de benim yüzümde dondu kaldı. Sabah sabah muzurluk yapmak isterken fazla ileriye gitmiş olabileceğimi düşünerek öyle bir pişman oldum ki anlatamam. Kalktım yerimden buyrun oturun şaka yaptıydım, dedim. Bizimki hiç ikiletmeden kalktı ve sevgili koltuğuna oturdu ve bana da garip garip baktı. Eh, dedim yani hak ettin, Kunegond. Garip olan kimdi ki? Ben mi, o mu ? Büyük ihtimal ikimiz de bir gariptik.  


Neyse ben bu olayı unutmuşum. Ta ki geçen sabah dükkana gitmek için yine Kabataş vapurunu beklerken,  aniden önümdekinin önüne geçme hırsı doldu içime. Yarış edesim geldi. Bu sefer ayağımda topuklular. Hem de yarışa yeltendiğim öyle sarışın marışın değil bu sefer.  Genç adamın bir tanesi. Bunları önceden düşünsem ya. Her neyse, iskeleye ondan önce giremedim. Salona da ondan önce giremedim. Fakat salona girer girmez gözüme kestirdiğim bir kanepe var, cam kenarı. Adamın arkasından o kanepeye doğru kilitlenmiş bir şekilde ilerliyorum. Hatta acele ediyorum, öndeki bir an evvel yerleşsin, otursun, benim de önüm açılsın ve hedefime ulaşayım, istiyorum. A-ah, o da ne? Adam, bir türlü yer beğenemiyor ilerledikçe ilerliyor. Ben de arkasından. Aldı mı beni bir panik. Hızlı da gidiyor. Sollayamıyorum. Bir baktım o da benim hedeflediğim kanepeye doğru ilerliyor. Ben iyice hızlandım, son bir hamleyle sollayıp önüne geçmeyi planlıyorum. Bu arada neredeyse arkasına yapışmışım. Fakat o arada kanepeye geldik ve o benim hedeflediğim yere oturdu ben de arkasından o hızla durup yön değiştiremediğim için, tam dibindeki yan yere oturdum. Öyle ki, uzun kanepenin cam kenarında dip dibe oturan iki kişi, biz ve gerisi boş. Hadi diyeceksiniz sorun ne burada? Sorun şu: bu vapur saat 9:30 vapuru ve işe gidenlerin hepsi hatta geç kalanlar bile bir evvelki vapurla geçmişler. İçeride taş çatlasa toplam 5 kişiden fazla yok ve ben bula bula bu adamın dibini bulmuşum oturacak. Neyse oturduktan sonra bir daha gururuma yedirip kalkamadım. Ben açıp kitabımı okudum, o gazetesini. Yan yana öylece Kabataş’a kadar seyrettik. Sonra indik. 

Bunu derecelendir:

>Saça Kalem Takmak – 1

03 Cuma Eyl 2010

Posted by Qunegond in Anı, Günlük, güzellik

≈ 5 Yorum

>

Çarşamba sabahı soluğu kuaförde aldım. Hışımla girdim içeriye. Yer buyur ettiler. Yok dedim. Önce bana hangi marka boyayı kullanıyorsunuz çabuk onu söyleyin de, ona göre oturayım. Şaşkın şaşkın suratıma bakarlarken bari dedim aklımdaki baklayı kusayımda cevaplamak daha kolay olsun. Bakınız dedim, şu saçlarımdakine uygun, hatta bir ton daha koyusu, çünkü iki ay deniz ve güneşte kalınca Hipo’ya ya da İzmir’lilere atfen Klorak’a bastırılmış iç çamaşırı rengine dönerler, Majirel, var mı yok mu? Bilmeyenler için parantez içinde Majirel, L’Oréal’in kuaför hizmetine sunmuş olduğu ve öyle marketlerde falan satılmayan bir tüp boyadır. İsmi üstünde, fransızca sihir anlamına gelen Magie kelimesinden türetilmiştir. Sihirli pigmentleriyle saçların hem rengini değiştirir hem yumuşacık yapar. Amonyak içerse bile. Çünkü hem boyar, hem bakım yapar. Hem de öyle böyle bakım değil. Biran kendimi reklam metni ya da basın bülteni yazıyor sandım. Yok, yok anılarımı anlatıyorum. Fırça gibi biraz kalın ve dolgun saçları olanlar için bu çok önemli bir özellik olmayabilir, ama benim için birinci dereceden. Uzadıkça incelerek kendi kendine kopan bir saç cinsim var. Ve tabii tahmin edildiği üzere Rapunzel saçlarına sahip olmak en büyük arzum.
Bu arada yaz gelmeden önce tüm Cihangir’i dolaşıp hangi kuaför L’Oreal kullanıyor, hangisi kullanmıyor bakmıştım. Salonların dış görünüşlerine göre bir uygunluk sıralamam da var. Yani koşarak salondan içeri girdim dediysem öyle rastgele değil. Çok pahalılarına bütçem yetmez, zaten yetse ve bana yakın olsa inanın Metin Bahçecik’in Akmerkez salonundan dışarı adımımı atmam. Bu arada parası yetenler için bu salonu kesinlikle tavsiye ederim, verilen her kuruşun karşılığı hizmet, moda, yenilik, güvenilirlik ve güleryüz olarak tepe tepe alınan bir salon, üstelik de tam bir L’Oréal’ci.
Cihangir’deki salonun sahibi, ya da sabahın köründe en kıdemli görünen kişisi, var abla  Majirel, olmaz mı deyince şöyle bir oh çekerek ilerledim ve koltuğa oturdum. Eh, haliyle onlar da rahatladılar. Fakat aniden aklıma başka bir soru geldi. Neden? Çünkü bugüne bugün yaklaşık 18’imden bu yana saçlarımı boyatırım ve deneyimim çoktur. Kuaförler kokteyl yapmasını seven kişilerdir. Tamam. Ben de kokteylleri severim. Ama vişne suyuna brokoli özü katılırsa nefret ederim. Yine konuya yabancı olanlar için açıklık getireyim, brokoli özü burada boyanın çalışması için pigmente katılan başka marka bir oksidan krem oluyor. Halbuki boyayı ve oksidanı aynı marka kullanmak lazım ki, marka vaadini yerine getirebilsin. Bu kadar basit aslında. Saçını Majirel’le boyatıp memnun kalmayanlar bilin ki kokteylinizde brokoli özü vardı. Peki ben bu konuları bu kadar detaylı nereden biliyorum? Bir zamanlar L’Oréal’de, hem de kuaför ürünleri bölümünde çalışmışlığım vardır. Peki bu firma benim güvenimi nasıl oldu da böyle kazandı? Onu da anlatayım.
Dedim ya ben 18’imden bu yana saçlarımı kah boyarım, kah kına yaparım, kah başka şeyler yaparım. Yani sürekli oynar dururum. Ama asla sarışın olmadım, yani olmazdım. Sonra günlerden bir gün, bir kuaför beni kandırdı. Allem etti, kallem etti, çok güzel olacağıma inandırdı ve saçlarıma o naakıs rengi sürdü. Renkten evvel, bir de açma işlemi yaptı. O günü hiç unutamam. Bana bir fular uzatsalar ve al başını bağla deseler, vallahi de, billahi de bağlardım.
Ben ağlamaklıyım. Beni baştan yarattığına inanan kuaför hüznüme pek anlam verememekle birlikte, çünkü onun gözünde o zamanlar gencim güzelim ya böyle değilim tabii sarışın bomba olmuştum, bana bu göz meselesi, gözünün alışması gerekiyor gibi klasikleşmiş seçme saçmalardan bir demet sıralamaz mı… Ben diyorum, kulun kölen olayım, ne olursun, içinde şu kadarcık insaniyet varsa, saçlarımı eski haline getir. O diyor olmaz. İşlem gördü bu saçlar. Şimdi üstüne bir daha boyarsam kopar elimizde kalır. En az 15 gün, bana sorarsan 1 ay beklemen gerekir. Diyorum ki, bak kardeşim. Yarın benim iş görüşmem var. Bu halde gidemem. O bana diyorki gidersin, bal gibi gidersin. Hem de seni anında işe alırlar, benden söylemesi. Bir de makyaj yaptın mı, Marilyn Monroe yanında solda sıfır kalır. Ah, diyorum keşke öyle olsa. Ben Marilyn’in hatlarına sahip olsam, hala orada burada iş aramakla uğraşır mıyım, sanıyorsun? Artist olurum ayol.
Baktım iş olacak gibi değil. Çıktım o salondan hemen civardaki başka bir salona girdim. Dedim, beni acilen esmer yap. Kuaförün bana şöyle bir bakmasıyla, imkanı yok valla saçların elimde kalır. Daha yeni açılmış bunlar, demesi bir oldu. A-ah, hiç de bile kalmaz. O senin hüsn-ü kuruntun. Ben hep sarışındım. Sıkıldım artık esmer bomba olmak istiyorum, desem de… ne onu, ne de ondan sonra girdiğim diğer bir kaç salonun kuaförlerini inandırabildim. İnandığım tek şey vardı, o da tüm kuaförlerin gizli bir haberleşme örgütü üyesi oldukları. Daha ben salona girmeden saç geçmişim hakkında tüm bilgileri elde ediyorlardı. Tabii sonra bunun meslek sırrı olduğunu anladım. Birincisi ben farkına varmasam bile daha 3 metre öteden amonyak kokuyordum. İkincisiyse kuaförler bir saça baktılar mı, o saçın 10 kat derinine inebilecek hassaslıkta tarama becerisine sahiptirler. Saçınızda daha önce ne vardı diye sormaları sizin yalan söyleyip söylemediğinizi anlamak içindir haberiniz olsun. Karakter tanıma testinin bir parçası. Sakın kuaföre yalan söylemeyin. Bir daha sizi hiç dinlemezler.
Ben o akşam ağlaya zırlaya eve gittim. Bildiğim tüm türban bağlama tekniklerini denedim. Hiç birinden memnun kalmadım. Son bir çare saçlarımı yıkadım. Hani bazen yıkayınca renk daha iyi oturur ya, ya da çok kısa kesilirse çabuk uzasın diye günde 5 kere yıkanır ya, benim içimde de işte öyle bir umut. Renk oturmasa bile, belki uzar da diplerden o güzelim esmer saçlarım çıkar, en azından bir derinlik oluşturur umudundayım. O zamanlar dipleri koyu bırakma modası da yok. Dolayısıyla benimkiler taa derinin içine kadar sarıya dönüşmüş durumda. Hani uzasa da sarı sarı çıksa ve ben doğal sarışına dönmüş olsam şaşırmayacağım.
Girdim banyoya yıkadım. Yıkamamla birlikte o saçlar, keçeleşmiş koyun postu gibi olmaz mı. Bu cümleden sonra soru işareti mi konacak, ne konacak bilemedim. Okuyanlar arasında dilgisi öğretmeni olan varsa ve bir zahmet öneride bulunursa çok sevinirim.  Felaketime felaket katıldı. Ertesi gün L’Oréal’de iş görüşmem var. Saçlarım sarı ve yoluk yoluk. Değil sarışın bomba, evdeki kedinin hiç durmadan tırtıkladığı Nako yün yumağını kafama takmış gibiyim. Başa gelen çekilir deyip,  ağlamayı kesip, gözlerime şişmesinler diye çiğ patatesler ve dolaptan çıkmış serin salatalıklar bağlayıp yatağa yattım. Ertesi sabah erkenden kalktım soluğu yine kuaförde aldım. Bu sefer fön için. Şu fönü kim icad ettiyse aklıyla bin yaşasın. Gerçi şimdi çoktan ölmüştür ya, neyse. Saman çöpünden süpürgeyi bile ipeksi saten kumaşa dönüştürür uzman elinde çekilen fön.
Gelelim iş görüşmesine; o da başlı başına bir olay ama yazı çok uzadığından inşallah başka bir sefere anlatacağım. Kıssadan hisse; ne oldu ne bitti bilemiyorum. Ama ben bu saçlarla yaptığım görüşmelerden neredeyse çıkar çıkmaz işe alındım ve iki gün içinde de başladım. Hemen ürün eğitimine girdim. Ürün eğitimi demek firma içi bir kuaför salonu demek. Yani kuaförde yapılan her türlü işlem yapılıyor, teoriyle pratik bir arada. Tabii bana soruyorlar hemen saçlarını seviyor musun? Ah, ah diyorum. Bir zamanlar severdim. Ama şimdi 1 ay beklemem lazım yeniden sevmeyi öğrenebilmek için. Hiç de bile diyorlar. Ne gerek var. Gel seni Majirel’le boyayalım, şuracıkta eski haline dön. Yok ya diyorum. Saçlarımın böyle ipek gibi olduğuna bakmayın, sabahın köründe kuaföre gidip fön çektiriyorum. Aha bakın saç derimde fırça izleri bile duruyor. Yoksa, kendileri amazon çalıları gibi, iğne atsan yere düşmez. İyi ya işte, diyorlar, Majirel’le boyayalım da düzelsinler. Aynı anda bakım da yapılmış olur. Ben gek-gük derken, çok fazla da üsteleyemiyorum. Daha ilk günden bir güvensizlik ortamı ve stresi yaratmak istemiyorum. Allah için, firmayı beğenmişim. Hele benim gibi kozmetik ve reklam, pazarlama meraklıları için biçilmiş kaftan. Fazla uzatmayayım. Nasıl olsa kökü bende deyip, beynimde Sinead O’Connor’ın Nothing  Compares 2 You klibindeki kel hali, kendimi teknisyenin ellerine bırakıyorum. Bir yandan da kafatasımın şeklini hatırlamaya çalışıyorum. Yuvarlak mıydı yoksa basık mı? Basıksa eğer vay halime diyorum. Yine o zamanlar makyaj hileleri, siilikonlar falan icad edilmemiş. Esmer saçlarım yıkama setinden çıkıp da yumuşacık elime gelinceye kadar sezeryen olmayıp, normal doğumla dünyaya geldiğimi, dolayısıyla basık ve uzun bir kafatasına sahip olma olasılığımın çok yüksek olduğunu düşünüp hayıflanıyorum. O gün saçlarımın kendiliğinden yumuşacık olmasına rağmen, yine de eve dönüp ertesi sabah banyoda kendim yıkayınca ne hal olacağını kendi gözlerimle görmeden sevinmediğimi hatırlıyorum. Eh, ne olsa bunlar profesyonel demiştim. Yıkama setinde benim haberim olmadan krem, yağ cinsinden bir şeyler eklemiş olabilirler. Halbuki ben evde yıllardır hiç krem kullanmam. Bir de kuaförün ustalığı salonda değil evde belli olur. En azından benim kıstasım  böyle.
İşte o günden bu yana etrafta tırım tırım L’Oréal kuaförü aramamın sebebi budur. Bu arada laf lafı açtı, laf kapıyı açtı benim asıl anlatacağım malesef yarına kaldı.
Fotografı sabah aynaya bakarak kendim çekmeye uğraştım. Saçıma kalem takmıştım. Bir çok denemeden sonra bir türlü kalemi ve saçı aynı karede yakalayamayacağımı anlayınca yukarıdakiyle idare etmeye karar verdim. En azından kendi saçım. Telif hakkı falan yok.

Bunu derecelendir:

>Aklıma Geldi Anlatayım Dedim

02 Pazartesi Ağu 2010

Posted by Qunegond in Anı, Günlük

≈ 1 Yorum

>

Bandırma’dan gelirken ayçiçek tarlalarının içine düştük. Bir zamanlar Türkiye yollarında çiçek kopartıp çekirdek çıtlama modası vardı. Bir otobüs dolusu yolcusun ve sağlı sollu ayçiçek tarlalarının arasından geçiyorsun. Hemen şöföre el edilir. Araba durdurulur. İçerden en babacan ve afacan tipli bir iki erkek yolcu iner ve bir kaç tane en büyüklerinden ayçiçeği koparır, o zamanın ayçiçekleri şimdi bu fotograftakiler gibi minicik değil neredeyse bir ordövr tabağı büyüklüğünde olurdu, gerekirse ikiye böler ve otobüsteki biz çocuklara üleştirirdi. Tabii bunu yapmaktaki amacın tek başına çocuk sevgisi olduğu sanılmasın. Biz gerçi çok mutlu olur, sevgiden ve ayçiçeklerinden nasibimizi alırdık ama asıl önemli olan bir müddet boyunca elimizin ve ağzımızın meşgul olması ve dolayısıyla otobüsün içerisinde kısa bir süre için bile olsa huzurun baş göstermesiydi. Gerçi o zamanlar bu huzur dolu yolculuk süreleri bir takım yeşil mercimek, nohut gibisinden ayıklanarak yenen yeşil demetlerle de sürdürülürdü. Bilmem hala yol kenarında o nohut mudur, mercimek midir her neyse o yeşil demetlerden satan küçük çocuklar var mıdır? Ve halen o demetleri satın alarak yiyenler bulunur mu?

İkinci merak ettiğim şeyse Anadolu’da gazete toplayan çocuklar hala var mıdır? Ara sıra İstanbul’dan Ankara’ya yataklı trenle gidişlerimizde gece yarısı belirli istasyonlarda dururduk. Kapkaranlıkta nereden fırladıklarını anlayamadığım bir grup küçük çocuk kompartman pencerelerinin altında durur ve gazete dilenirdi. Akabinde pencereler birer birer açılır ve o zamana kadar çoktan okunmuş ve işi bitmiş gazeteler yine birer birer aşağıya atılırdı. Uzun zaman o çocukların, o gazeteleri okuduğunu sanmış ve onlara karşı büyük bir saygı duymuştum. İstanbul’dan gelen gazeteleri okuyabilmek için gece yarılarına kadar uyanık kalıp treni beklemeleri benim gözümde onlara bir çeşit büyüklük bahşediyordu. Çok sonraları o gazetelerin satılmak üzere toplandığını öğrendiğimde duygu durumumda pek bir değişiklik olmadı ama hüzünlenmiştim. Bu gazete toplayan çocuklardan kadıköy vapur çıkışlarında da olurdu. Yalnız o çocukların inenlerden topladıkları gazeteleri düzeltip, katlayıp omuzlarına astıkları büyük gazeteliğin içine koyarak yeniden sattıklarını bilirdim.

Bunu derecelendir:

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • İz Peşinde
  • Kahveyi bıraktım, başıma gelenler
  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri

Çok Okunasılar

  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • Bir Rüya Gibi
  • >Yaka Düğmelerinden Erkek Karakter Tahlili
  • >Korkuyu Beklerken / UBOR-METENGA
  • >Ağaçlar ve İnsanlar
  • 4/101 Kitap: Solgun Ateş

Instagram

Follow me on Twitter

Tweetlerim

Diğer 850 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? can sıkıntısı Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz iç sıkıntısı Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 850 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Haziran 2019 (1)
  • Nisan 2019 (1)
  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 337.311 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazı beslemesi
  • Yorum beslemesi
  • WordPress.com

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası