• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Category Archives: filmlerim

Kuş Yemine Ramak Kala

30 Perşembe Oca 2014

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 9 Yorum

Etiketler

açlık, disconnect, duygu mu mantık mı, ektoras lygizos, insan öncelilkle duygusal bir varlık mı yoksa mantıklı mı, iyi ile kötünün sınırları nerededir, iğrenme duygusu ne kadar güçlü, Kuş yemi yiyen oğlan, toplum kuralları nelerdir, şehvet duygusu ne kadar güçlü

1-IMG_9594Dünün Lodos’u, baş ağrısı, açlığı, çalışamamanın siniri vs derken güne başlamanın en önemli unsurunu unutmuşum. Bu sabah sersem sepelek mutfağa gidip, kahve kutusunu elime aldığımda fark ettim. KAHVE YOK. Filmlerde, kitaplarda tabir edildiği üzere kutunun dibini kazımaya başladım. Yarım kaşık kadar topladıklarımı kağıt filtreye koydum. Bu kadarcıkla makine çalışmaz. Filtreyi fincan ağzına lastikle sabitledim. Üzerine sıcak su döktüm. Bulaşık suyu oldu. Buna rağmen içtim, acele kahvaltımı yaptım ve kendimi Kantarcı Starbucks’a attım. Hem kahvemi aldım, yanında tall boy amerikano ikram, hem de yeni ofis arayışı içinde ilk denememi yapıyorum. Aslında aklım fikrim Beyoğlu-Tünel arası bir ofis bulmakta ama ne olmaz ne olmaz, bunun karı var, fırtınası, lodosu var, eve yakın bir tane her zaman için hayat kurtarır. Şimdilik iyi gidiyor; arkamda prizim, internet bağlantım tıkırında, bilgisayar desen bugüne kadar cimrilik ettiğime yanmıyorum da zararın neresinden dönsen kardır hesabı sevinç içindeyim. Mac uyumlu Picasa’mı da indirdim, fotoğraf konusundaki sıkıntım da giderildi. Keyifle kıvrılıp uyuyan, bir yandan da mırlayan kediler gibiyim.

Bu sabah kahve çıkarma çabası içindeyken aklıma İstanbul Modern’in bu ay başında yapmış olduğu Oscar’ın Yabancıları sinema etkinliği içinde seyretmiş olduğum Yunan filmi geldi: Kuş Yemi Yiyen Oğlan, Boy Eating the Bird’s Food, To Agori Troei To Fagito Tou Pouliou.

BEBF1Filmin afişini http://www.vulturemagazine.com sitesinden,

the-boy-260x150

Filmden kareler alınarak yapılan bu görseli ise http://www.stefi.gr produksiyon sitesinden aldım.

İstanbul Modern’in bu etkinliği sırasında seyrettiklerimden zaten bahsedecektim, kısmet bugüneymiş. 6 tane film seyrettim, gelecek günlerde sırayla anlatacağım, eğer sıkılmazsam.

Kuş Yemi Yiyen Oğlan filminin en çarpıcı yanlarından biri kamera. Daha ilk dakikalarından kahramana, Yiannis Papadopoulos, aktörün kendi adı, filmdeyse adsız bir kahraman, anti-hero, o kadar yakın gidiyor ki, istemesen de kendini bütünleşmiş hissediyor, o nereye giderse onunla gidiyor, ne hissederse aynen onu hissediyorsun, omzuna bir el dokunsa koltuğunda irkiliyorsun. Ve bu rahatsızlık durumu çok nadir durumlar dışında tüm film boyunca 80 dk devam ediyor. Rahatsızlık diyorum çünkü kahramanın durumu giderek kötüleşiyor, dolayısıyla seyredenin durumu da öyle… Mantıklı ve düşünen bir varlık olarak bu durumdan kurtulma refleksi, sıkıntısı, stresi seyirciyi sarıyor. Dahası seyirci olmana rağmen seyirci kalamıyorsun, yönetmen Ektoras Lygizos’un kamerasından işte böyle bir çelişki doğuyor.

Film hakkında söylenecek çok şey var, hangi birini hangi sırayla anlatsam ve anlatırken de henüz seyretmemiş olanların keyfini kaçırmasam diye kara kara düşünüyorum. Yine kendimden başlayayım. Bu oğlanın kuş yemi yemesini, film öncesinde, kuşuyla empati kurması sonucu kahramanın bir ilginçliği olmalı şeklinde tahmin etmiştim. Salona girmek için kuyrukta beklerken, bakalım niye yiyormuş gibisinden düşünüyorum, arkamda konuşulanları duydum. Knut Hamsun’un Açlık kitabının bir yorumlamasıymış, üstelik Yunanistan’ın şu an içine düştüğü zor durumlara da tam uygunmuş. İşte o zaman anladım ki bu dramatik bir film. Neyse dediğim gibi film seyirciyi yakın kamera hile ve dolaplarıyla bir daha bırakmamacasına kahramana bağladıktan sonra Yunan ilahlarının modern bir kopyası olan o güzelim oğlanın peşinden sürüklenmeye davet ediyor, davet kibarcası sürüklüyor desek daha uygun. Kısa zamanda öğreniyoruz ki oğlanın sadece dış görünüşü değil, ayrıca içten gelen sesi de beslediği kanaryası kadar güzel. Sorun şu ki beş parası yok, iş bulma imkanı yok. Tabii bu konu öyle ilginç, işlenmemiş bir konu değil. Ama yönetmenin bu filmle sorguladığı bazı felsefi mi desem, psikolojik mi desem, sosyolojik mi desem öyle bir takım meseleler var. Hele şimdi üzerine düşününce bir çesit uygulamalı felsefipsikososyal ders gibi :

1- Bir insanın en etkili duygusu hangisidir? İğrenme mi yoksa Şehvet mi?

2- İyi ve kötü kavramlarını ne belirler? Mantık mı, duygular mı?

3- Evrensel ahlak çerçevesi içinde davranmanın sınırları nerededir?

4- Evrensel ahlak kurallarının belirlenmesinde iğrenme duygusunun yeri nerededir?

Zor durumda olanlara yardım etmek iyi ahlak davranışına girmekle birlikte filmde de şahit olduğumuz gibi kahramanın sokaklara düşmesine kimse engel olmuyor, olamıyor. Filmde ufak çaplı bir aşk öyküsü bile var. Kız güzel, oğlan güzel ama alıştığımız gibi bir olay örgüsü yok, mutlu son yok, hatta son yok, bu bir kesit filmi, hepimizin adı gibi bildiği gerçek tüm çıplaklığıyla ortada, bugün beş parasız ve işsiz ortada kalsak kim yardım elini uzatır? Her ay arkadaş grubunuzla toplanıp, birlikte bir şeyler paylaşmak adına dışarda yemek yiyorsunuz diyelim. İşiniz yok, paranız yok, hadi bir ay idare ettiniz sonra ne olacak?

Aklıma Disconnect isimli başka bir film geldi. Bu filmde de bir gazeteci internet üzerinden seks yapan bir çocukla röportaj yapar, bir şekilde ona sempati duyar, kurtarmak ister, ama çocuk halinden memnundur, çünkü kendisi gibi bir çoklarına sıcak bir çatı ve yemek sunan adama minnettardırlar, evet karşılığını belki de büyük ödüyorlardır ama sokaklara düşmezler, sosyal çevreleri vardır, özgürdürler. Olaylar gelişir, gazeteci yardım etmek, onu kurtarmak ister ama aynı zamanda da evine almak da istemez. Devletin bakım evlerinde yaşaması, tabii burada sosyal yardım asistanlarının akılcı ikna yeteneklerine de kanar, gerçi kanmasa bile yapabileceği fazla bir şey yoktur, bekar bir kadın gazeteci olarak böyle bir genç erkeği yardım amaçlı evine alması yaşadığı toplumda kabul görmeyecektir. Ve o da toplum kurallarını çiğnemek istemez. Toplum vicdanına en uygunu, bu çocukların zor koşullar ve bir takım kurallar altında, özgürlükleri ellerinden alınarak bakım evlerinde yaşamalarıdır. Tabii bu filmin güzelliği aslında bu türden çelişkiler içeren bir çok internet öyküsünden oluşması, gazetecininki beni en etkileyenlerden biri olduğu için anlattım. Geçen sene seyrettiğim en iyi filmlerden biriydi.

MV5BMjA2MTEzMDkyOF5BMl5BanBnXkFtZTcwNzc4NTgxOQ@@._V1_SX214_

Film afişi http://www.imdb.com

Kuş Yemi Yiyen Oğlan filminde bir adım daha ileri giderek toplum kurallarının aslında nasıl oluştuğuna, ne şekilde evrensel gerçek haline geldiğine adım adım şahit oluyorsun. Ve bunun tabanında duygular var, mantık sonradan kapak oluşturmak üzere ortaya çıkıyor.

Yani kural şu; önce etkileniyorsun, iyi ya da kötü bir tepki veriyorsun, sonra onu akılcı yoldan meşrulaştırıyorsun, güçlüysen, karizmatiksen, iyi korkutabiliyorsan,  evrensel gerçek haline getiriyorsun. Kitleleri peşinden sürüklüyorsun.

Bunu derecelendir:

Anna Medusa Karenina

17 Perşembe Oca 2013

Posted by Qunegond in edebiyat, filmlerim, Günlük, kitaplar üzerine, okuduklarım, Sinema

≈ 3 Yorum

Etiketler

anna karenina, caddebostan, eller, gümüş kakmalı kutu, karenin, levin, matthew macfadyen, medusa, parmaklar, prezervatif, ruth wilson, sofita, tolstoy, vronski, zavallı medusa


Üzerine yazmam diyordum ama etkilendiğim bazı unsurları kısa kısa not etmeden geçemeyeceğim. Anna Karenina’yı Caddebostan Kültür Merkezi’nde gözü yaşlı üçüncü kuşak kadınlarla beraber seyrettim. Çok yakında ben de onlardan biri olacağım. Çıkışta birlikte gittiğim arkadaşımın da dikkatini çekmiş olmalı gösterdi, bakıştık. Bir zamanların gazinosundan kadınlar matinesinin boşalma manzarasıydı, yaşadığımız. Bu sevindirici bir manzara aslında… Önceleri gündüz matinelerinde benden başka belki bir belki üç bilet sahibi daha olurdu. Salonu ikidir neredeyse hınca hınç dolu buluyorum. Parantez içinde belirtmeden edemeyeceğim, giderek daha bir on parmak yazıyorum, yazdıkça mutlu oluyorum.

Bir filmi film yapanın oyuncular olduğunu zannederdim, bunun her zaman doğru olmadığını Anna Karenina’nın bu sürümünde daha iyi anladım. Oyuncu performansı olarak kayda değer, Prenses Betsy’i canlandıran Ruth Wilson ve Oblonsky rolünde Matthew Macfadyen dikkatimi çekti.

Görsel: http://www.ruth-wilson.org/

Jude Law’un Karenin olarak yatak odasındaki dolaptan üstü gümüş kakmalı prezervatif kutusunu çıkartışındaki bir ameliyata hazırlanma titizliği ve soğuk kanlılığını kolay unutamam. O kutu, yüz ve parmaklar, hele ikinci seferinde Anna’nın ben artık başkasının metresiyim, seninle bir daha yatamam demesi üzerine kutunun gerisin geri kapatılıp dolaptaki yerine dönüşü esnasındaki yüz ve parmaklar zihnime kazındı. Son zamanlarda dikkatimi çeken oyunculuklardaki gözlemim şu; ruh ve bedenle birlikte canlandırılan karakterler unutulmaz oluyor.

Bu arada Anna’nın, dudakların güzelliği uğruna alt çene düşürüşlerine hasta olduk. Halbuki ben onu Karayip Korsanlarında, korsanın kendisi Johnny Depp kadar olmasa da beğenmiştim. Konu oyunculardan açılmışken Levin’i canlandıran Domhnall Gleeson’ın yürek yakıcılığı, yeme de yanında yat cinsinden görsel bir şölen. Sonradan ben-bu-adamı-nereden-biliyorum araştırmalarında buldum ki son Harry Potter’larda Ron’un ağabeyi Bill Weasley’miş. Kostya hali çok daha hoş tabii.

Filme gelince, hikayenin bir tiyatro temsilinden yola çıkarak, tamamıyla o mekan içerisinde anlatılması, dekorların seyircinin gözü önünde değişmesi, dekor ve ışıkların düzenlendiği sahne üstü sofitada ipler arasında gezinmeler, çok çok keyifliydi. Bu anlara eğlenceli bir müziğin de eşlik etmesi Tolstoy’un belli belirsiz alaycılığını anıştırması açısından mükemmel olmuş. Üstelik ta başından beri bunun bir temsil olduğunu bilmesine rağmen seyirci bazı sahnelerde, ben değil baştan belirtmiştim, kendisini duygularına kaptırmaktan alamadı. Bu da filme değişik bir derinlik katmış, kalp çarpıntılarıyla bir yaklaşıp, bir uzaklaştık. Fakat ben ne diyeyim, Anna’nın alt çenesine kıl olmaktan, dişleri arasından konuşmasının yapmacıklığına bakmaktan kendimi alamadım. Halbuki Anna içten ve naif olmalıydı benim gözümde. Filmin başından beri bir gariplik var ama nedir derken arada arkadaşım bu çene konusuna dikkatimi çekti.

Levin’li sahnelerin doğada çekilmiş olması, köy hayatının mutlak gerçekliğini şehir yaşamının toplum içerisindeki sahteliğinden ayırmak adına iyi bir buluş olmuş. Böylelikle iki yaşamın tezatlığı kitaptaki kadar belirgin. Kapanışta o güzelim kır çiçekli tarlaların da meğerse-tiyatro-sahnesinin içindeymiş nidası ve kamera geri çekildikçe koltukların yerinde de kır çiçekli tarlaların belirmesi belki de doğa dahil tüm yaşamın bir temsilden ibaret olduğunu hatırlattı. Bu durumda tabii sahneye koyan kim sorusuyla karşı karşıya kalarak salondan çıktık.

Çıkışta arkadaşım eleştirmenlerin beyaz atı Anna olarak tanımladıklarını söyledi, bilgili biriyle sinemaya gitmenin faydaları, ki bütün her şey tam olarak yerine oturdu. Kont Vronski’nin aşık olma derecesinde sevdiği, Anna ile bir tuttuğu beyaz atı Frou-Frou’nun yarışta düşüp de sırtını kırınca sahibi tarafından vurulması Anna’nın bir anda kendi geleceğini görmesine sebep oldu ki, olaylar esnasında geçirdiği kriz ancak bu şekilde anlaşılabilir. Filmde, kitapta çok net ve uzun uzun anlatılan, Anna’nın kendini trenin önüne atmasına sürüklenişindeki Vronski ile ortak yaşamının ruh haline ilişkin detayları üstü kapalı geçilmiş. Öyle ki, filmden sonra tuvalette konuşulanlara tanık oldum, parantez içinde bir temsil sonrası sıcağı sıcağına en doğru ilk izlenimlerin alınacağı yer kadınlar tuvaletidir, şöyle deniyordu: Anna ötekiyle, öteki Vronski oluyor anlaşılacağı üzere, evlenmedi mi, neden aniden delirip intihar etti pek anlayamadım.

Filmden aklımda kalan bir başka görüntüyse, Anna’nın Vronski’nin çocuğunu doğurduktan sonra hastalanıp ateşler içinde yattığında kocasını sayıklayarak hem aşığını hem de Karenin’i hasta yatağının başına topladığı, yastıkta saçlarının Gorgon kızına dönüştürülen Medusa’nınki gibi yayıldığı, ki bu şekilde her iki erkeği de büyüleyerek, hareketsiz kılar, kendini affettirmesini sağlayan yatak sahnesidir. Bu da süper bir yakıştırma olmuş.

Görsel: http://www.martinjacobson.nu/archive/medusa

Not: Anna ve Vronski’nin dansından bahsetmedim. Sırf o yüzden bu filme gidilir. O eller, ah o eller…

Bunu derecelendir:

Sağlıcakla Kal Günlük

07 Pazartesi Oca 2013

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük, okuduklarım

≈ 7 Yorum

Etiketler

çubuk şeker, Carambar, köpek balığı metinleri, memento, steven hall

M2061M-1016

Bugün benim için hiç de sıradan olmayan bir gün. Öylesine çok çalıştım ki bir kaç gün daha bu şekilde giderse blogun mottosunu değiştirmeyi düşüneceğim. Biraz sonra ev işlerine atılmadan önce, yılbaşı süslemeleri ve ağacı hala duruyor, son bir gazla bir şeyler daha yazmak istedim. Sonra hatırladım ki meşhur yazarlardan bir tanesi, Ernest Hemingway sanırım, yazar tıkanmasını engellemenin yolu günlük yazma seanslarını yazacakların tamamını tüketmeden kapatmaktadır demiş. Boynumuz kıldan ince bir de böyle deneyelim derken buralara yazmak kısmet oldu. İyi de olmuş özlemişim.

Kiki’yi ülkesine yolcu ettikten sonra günler uzamaya başladı. Saçlarım Kerastase şampuan ve bakım kremine geçtikten sonra ipek gibi kaygan oldu. Dokunmaya doyamıyorum. Bu aralar yazmakta olduğum şu bitmeyen romanı yeniden elime aldığımdan tüm yaratıcılığım gündüzden tükenmiş durumda.

Dün Mubi’de Memento filmini seyrettim. Köpek Balığı Metinlerinin yazarı Steven Hall’un kesinlikle bu filmden etkilendiğini düşünüyorum. Etkilenmediyse de tesadüf olayını oldukça hafife alıyor olmalıyım. Belki de, iki zihnin, filmin senaryosunu, Christopher Nolan ve kitabı yazan zihinler, etkilendiği başka bir üçüncü zihin ve/veya nesne vardır. İş keşfetmeye kalmış. Bu arada kitap mı, film mi şeklinde sorarsanız kitap derim. Boynuzun kulağı aşma durumları var ortada. Birbirlerinden haberleri olmasa bile film boynuz çünkü 2000 yılı yapımı, kitapsa 2007.

Daha fazla ovalayıp durmaktansa bu kadarmış diyorum. Bu aralar çok sıkı çalıştığımdan saçmalama hakkımı kullanıp her Fransız vatandaşının sektirmeden bildiği ve mutlaka bir ara tadına bakmış olduğu bazılarınca vazgeçilmez keyif yumuşak karamelli çubuk şeker Carambar’ın ilk tv reklam klibiyle bitiriyorum. Adamın saç taraması, kasıntı halleri, omuz oynatmalar, kesik atmalar falan tanıdık geldi mi? Reklam sektörü o günlerden bu yana bir hayli yol almış, iyi de olmuş.

Daha detaylı, daha keyifli, daha yaratıcı yazabileceğim günlerin umuduyla…

Bunu derecelendir:

Açlık Oyunları

18 Cuma May 2012

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük, kitaplar üzerine

≈ Yorum bırakın

Etiketler

5 hafta 5 roman, Açlık Oyunları, davet, devlet, hafif, hayal, illa, Suzanne Collins

Önce filmini seyredip sonra kitabını okuduğum ender durumlardan biri, Açlık Oyunları. Filmi de, zaten göz mecbur en fazla 2 saat sonunda salondan dışarı atıyorlar, kitabı da bir çırpıda bitiverip sonrasında insanı günlerce hayal dünyasında yaşamaya davet eden işlerden bir tanesi. Bende durum böyle gelişti. İki saatin sonunda ekranda yazılar göründüğünde salondan çıkıp gitmek istemedim. DVD’si olsa, çıkar çıkmaz hemen ilk işim, edinip evde bir daha seyretmek olurdu öylesine beğendim. Hem de hiç beklemediğim bir şekilde. Sonra hemen ertesi gün marketten, ki genelde kitap alma alışkanlığımın hiç olmadığı mekanlardan biridir, tüm seriyi aldım.

Aslında geçen seneden beri bu kitapların best seller olduğunu, kıyametler kopardığını bilmekle beraber kendileri hakkında oldukça hafif düşüncelere sahiptim. İlla bir kategoriye sokmak gerekirse bugün de ağır edebiyata dahil edemem ama başta da söylediğim gibi çok güzel gün ve geceler geçirdik birlikte. Neden bu kadar sevdim ki ben bu Açlık Oyunlarını?

Seyretmemiş ya da okumamış olanlar için ipucu: Sineklerin Tanrısı ortamında geçen, 1984 vari bir devlet yönetimi altında ve fakat günümüze uyarlanarak Biri Bizi Gözlüyor (BBG evi) versiyonunda, tüm halkın, oyunlara ev sahipliği yapanlar hariç, çünkü onlar güle eğlene seyrediyorlar, evlerdeki büyük ekrandan mecburi seyrettiği ölümüne bir yarışma programı bu Açlık Oyunları. Oyuncular 12-18 yaş arası çocuklar arasından kura ile çekilerek saptanıyor. Bir parça olimpiyat/gladyatör oyunlarını da andırmıyor değil. Tüm bunların içine bir de güzel bir aşk hikayesi yerleştirin. Güzel dediysem bir türlü kavuşulamayan, yanlış anlaşılmaların kurbanı olan cinsinden… Yoksa her şey güllük gülistanlık olsa o aşk öyküsünün ne zevki kalır?

Film kitabın bire bir aynısı. Hem senaryoyu da kitabın yazarı Suzanne Collins yazmış. Tabii kesinlikle 2.ci ve 3.cü filmler olacaktır. Şimdiden bilet rezervasyonu yapılsa yaptırırım. Öyle işte. Garip belki ama gerçek. Gerçi artık sonunda ne olacağını biliyorum. HEHEHE…

Bir Kapitol ve 13 mıntıka’dan oluşan bir devlet düşünün. Mıntıkalar fakir. Tek yaptıkları Kapitol zenginlerine ham ya da işlenmiş madde/malzeme sağlamak. Acaba Kapitol devrilecek mi? Devrim olacak mı? 1984’ün aksine Büyük Birader burada kanıyla canıyla görünür ve bilinir bir kişi. Dolayısıyla kurtulmak mümkün mü? Sonu, umut vaat eder biçimde iyi bitecek mi?

Gelelim aşk hikayesine… Bir kız ve ona talip 2 erkek düşünün. Acaba bu kız hangisini seçecek?

İşte bu 3 kitabın/filmin sonunda cevaplarını bulacağımız merak unsurları bunlar. Tabii bu arada ilk kitap/film deki tek merak oyunu kim kazanacak? Kim kimi öldürecek? Biraz ipucu vermiş oldum ama olsun o kadarı da…

Yarışmacı kız Katniss, ona talip olan iki erkekten aynı zamanda yarışmadaki eşi, ki yarışma sonucu tek kazanan olması gereği nedeniyle eninde sonunda bir birlerini öldürmek zorunda kalacakları bekleniyor, Peeta’nın fırıncı (tarım) ve Gale’in avcı olması (hayvancılık) sebebiyle olsa gerek, bana Habil, Kabil ve Havva’nın güzel kızı ikiz kardeş İklima’yı hatırlattı. Tabii burada öykü çağdaşlaşmış, kadınlar gücü eline geçirmiş ve iki erkek arasından seçimi yapma şansı sanki İklima’ya verilmiş. 2 erkek arasındaki kıskançlıkta bir sorun yok. Cinayet olacak mı? Yoksa bu ileri çağda erkekler akıllanıp kız davası yüzünden bir birlerini öldürmek yerine kızı ortadan kaldırmayı mı seçecekler?

Sonuç olarak Suzanne Collins çok gerçekçi bir evren yaratmış. Nasıl gerçekçi olmasın ki bugün eğitim ve kariyer çevrelerinde yaşananlar da bir tür Açlık Oyunları değil mi? Yaşam Savaşı vermek zorunda olmayan kaç kişi var ki aramızda? İşte onlar da Başkan Snow önderliğindeki Kapitol sakinleri. Oyun kurucular.

Umut. Korkudan daha güçlü olan şey umuttur.

Ya kazanırsam? Bir gün ben de oyun kurucu olabilir myim? Oldururlar mı? Peki ya olmak istemezsem? Bööle blog köşelerinde sürünürsün işte.

1. Not: Kitabın birincisi Çekirdek’te dolayısıyla fotoğrafta yer alamadı.

2. Not: Yazmaya yazmaya blog nasıl yazılır unutmuşum, oldukça zorlandım.

3. Not: Eylül, Ekim aylarına kadar blog yazma işi böyle uzun aralıklarla devam edecek sanırım. Buna rağmen günlük ziyaret sayısı yerlerde gezinmiyor. Çok sevindim.

4. Not: BUMED’de Murat Gülsoy ile 5 hafta 5 roman seminerlerine gidiyorum. Bu dönem sırasıyla Dostoyevski Yeraltından Notlar, George Orwell 1984, William Golding Sineklerin Tanrısı, Anthony Burgess Otomatik Portakal ve Arnon Grunberg Tirza kitapları var. Benim 101 kitap projesinden bir kaç kitap da yer aldığı için onları da bu vesileyle aradan çıkaracağım. Dolayısıyla Bülbülü Öldürmek ölmeye olmasa da birazcık komaya yattı.

Bunu derecelendir:

Motosikletli Kız

25 Çarşamba Nis 2012

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük, Uncategorized

≈ 3 Yorum

Etiketler

1968, Alain Delon, aşk nedir, özgür aşk, easy rider, Jack Cardiff, kartal tibet, Marianne Faithfull, Motosikletli Kız, nerededir, yalan

Jack Cardiff’in 1968 yapımı, baş rollerini Marianne Faithfull ve Alain Delon’un üstlendiği, Motosikletli Kız filmi bir İngiliz ve Fransız ortak yapımı. Adından anlaşılmayacağı gibi zamanın hayli erotik filmlerinden, ki vizyona girmeden önce İngilizler neresinden ne şekilde kesip sansürleyeceklerini bilememişler. Cardiff’in ustalığı sayesinde sahneler öylesine iç içe kenetlenmiş ve birbirlerinden ayrılmaz parça oluşturmuşlar, ki sonunda zavallı İngiliz sansür heyeti pes etmiş ve filmi olduğu gibi göstermiş. Çok acıdım hallerine doğrusu. Amerikalılar bu konuda daha cesur davranıp filmi gösterimden önce kuşa çevirmişler, hadi kesmişken bari ismini de değiştirelim deyip “Derinin Altında Tamamıyla Çıplak” gibi bir şeye dönüştürmüşler. Hiç gişe yapmamış. Gerçi kesmeselerdi gişe yapar mıydı, ona da hiç emin değilim. 1 sene sonra çevrilen Easy Rider, çoğunluğun beklentisine daha uygun olmuş. Gerçi iki filmi, motosikletli bir yolculuk öyküsü dışında pek karıştırmamak gerekli.

Film hakkında not etmek istediğim çok şey var. Her biri, bir yandan önceliği kapmak üzere zihnimin içinde çarpışıp durur ve diğer yandan hafızamdan kaybolup gitme tehditlerine başvururken, başı sonu belli olan doğru düzgün bir yazı çıkaramayacağım.

Haliyle maddesel davranıyorum:

1- Alain Delon ve Marianne Faithfull’u bizim Göksel Arsoy (bıyıksız Kartal Tibet de iş görür, gerçi bu konuda çok kararsızım, önce Önder Somer demiştim ama Delon rol icabı o kadar kötü adam değil, üstelik elinde ilaçlı gazozu da yok, gerçi zehirli sözleri var ama olsun, şimdi Ediz Hun da fena gitmezdi sanki, amma çok jönümüz varmış bu arada…) ve Filiz Akın ikilisine benzeterek çok güldüm. Delon ağzında piposu, kalın siyah gözlüğü, delici, baştan çıkaran, aynı zamanda ukala, yüksekten diktiği bakışlarıyla tam bir entelektüeli canlandırıyor. Yalan Dünya’daki başrol oyuncusunun abartısız gerçeğini düşünün.

2- Konu itibarıyla zamanın erkeklerinin kadınlara bakış açısına hayran oldum, desem. Zaten Faithfull kimliksiz bir kadını canlandırmış. Önceleri babasının hükmü altında yaşarken, kurtulmak üzere evlenme çözümüne gider, ne kadar farklı bir seçenek, ve fakat yine başka türlü bir hükümdar olan aşığının boyunduruğu altına girer. Motosikletli Kız, Özgür Aşk felsefesinin yapıldığı, Aşk nedir tartışmalarının alevlendiği 68 Avrupa’sında biraz da kadının yerini, değişik bir biçimde sorgulayan bir film. 10 sene sonrasının asi müzikallerinden biri Saç’taki kadınların yeri neydi acaba? Neyse, bu film aslında bir yolculuk öyküsü.

Uyku tutmadığından sabaha karşı kocasının koynundan çıkarak motosikletine atlayan Faithfull aşığı Delon’u bulmaya gider. 90 dakikalık film, yol boyunca Faithfull’un rüyaları, flashback’leri ve kimliğini sorgulamasıyla geçer. Bu arada Cardiff, sevişme sahnelerinin doyurganlığını zamanın anlayışına uygun bir şekilde, etiyle buduyla ve sesleriyle göstermeden anlatmanın bir yolunu çok güzel bulmuş. Yine de sağlama almak için ve tüm zamanların pazarlama tekniklerine uygun sevişme sonrası klişe, o zamanlar öyle değildi tabii, harika bir buluştu belki, ortak sigara içimleri kullanmış.

3- İlişki üçgenine gelince; Babanın kitapçı dükkanı var. Koca, Almanya sınırına yakın bir şehirde öğretmen, bilge aşık Alain Delon ise hatırlı bir üniversitede hoca. Bu erkeklerin arasında Faithfull, lay lay lom’unda olan saf, korumasız, cahil, beceriksiz, hiç bir şeyden anlamayan ve anlamak da istemeyen ama çok güzel bir kız. Hayat çok daha az karmaşık olsa ve keyfimize baksak olmaz mı diyor. Bundan iyisi can sağlığı. Film sırf Faithfull’un güzelliğiyle görsel şölen çekmek için bile olsa seyredilir. Baba bir şeyler öğretmeye çalışıyor ve fakat olmuyor. Kitapçı dükkanında kızın mini eteklerle en üst raflara çıkarak, tabii biz ve Delon aşağıda kalıyoruz, kitapları bir türlü doğru yerlerine yerleştiremiyor olması içler acısı. Bu üçlüden kıza en çok şey öğretebilmeyi tek başaran Delon oluyor. Film icabı, yanlış anlaşılmasın. Hem motosiklete binmeyi, hem erotizmi, vs…

Ayrıca, Delon Faithfull’u, kitap dükkanında daha ikinci görüşünde ve 3 hafta sonra evlenecek olduğunu öğrenmesine rağmen, babasından ödünç isteyecek kadar da cür’etkâr. Bir motosikletle gezdireyim de yanaklarına doğal al gelsin diyor. Hani, düğünden evvel. Yanlış anlaşılmasın. Heyecanla babaya bakılıyor. Baba hem fikir. Hatta hoşuna bile gidiyor. Sonca dence, bir eğlensin şuncağızım havasında. Zaten, Delon ile aralarında, entelektüel olmasından dolayı, korkunç bir güven ilişkisi ve erkek-entelektüel dayanışması var. Neredeyse filmin başından beri biliyoruz. Gerçi sonradan Delon’un nikah hediyesini, motosiklet, görünce yaptığı haltı anlar gibi oluyor ama, atı alan Üsküdar’ı geçmiş bir kere. Zaten bundan gayrısını da koca düşünecek şeklinde kızın hediyeyi kabul edip etmeme tartışmasında el mecbur sessiz kalıyor. Eh, babanın hükmü kocaya gidene kadar geçer, değil mi?

4- Düğünden 3 hafta önce kızı motosiklet gezisine çıkaran Delon:

Faithful: Beni nereye götürüyorsun?

Delon: Bildiğim bir yere…

Düpedüz dağa kaldırıyor, ayol. Motosikletle gidilen uzun ve virajlı, tırmanışlı bir yoldan sonra, kulübeye varıyorlar. Kulübenin kapısı kilitli. Delon bir iki zorluyor. Tık yok. En nihayetinde bizim Cüneyt Arkın değil, ki bir omuz darbesiyle indirsin aşağı. Fakat demokrasilerde çare tükenmez ayağına kızı hemen oracıkta, kapının yanındaki çalıların arasında kirletiyor. Artık kirletiyor mu, evlilik öncesi ders mi veriyor onu bilemem. Kızın da canına minnet. Yok ama günahını almayayım, Delon yine de rızasını almak için epey uğraştı:

Faithful: Beni neden buraya getirdin? Bunun bir geleceği yok, biliyorsun değil mi?

Delon: Evet ama bugünü var.

5- Filmdeki replikler çok muhteşem. Seyrederken not alma zekasını gösteremedim. Tabii şimdi hatırlamak zor. Mubi’den son gün seyrettiğim için bir daha geri dönme şansım da yok. Ölüm hakkında Lemming farelerinin toplu intihar alışkanlıklarına bir gönderme vardı, çok beğendiğim. Bir yerlerden DVD’sini elime geçirirsem çok sevineceğim. Ayrıca filme konu olan, Fransa dışında pek tanınmayan yazar André Pieyre de Mandiargues’ın Motosiklet adlı kitabını da ilk fırsatta bulup okumalıyım. Senaryo ile kitap arasındaki farkları çok merak ettim. Amazon.fr’de tükenmiş. Tesadüfen elinde olan varsa eğer…

6- Delon’u hakir gördüğüme bakılmasın, başından kötü bir aşk öyküsü geçtiğinden bundan böyle üfleyerek yiyorum ayaklarında, acınası romantik aslında. Zamanın oyunculukları falan, seyrettiğime çok değen bir film oldu.

İmdb’de ancak 5 alabilen bu film bana kalırsa kült. Hayır, kimsenin kültü değilse bile benim kült’üm.

Film afişi chained and perfumed isimli blogdan alınmıştır.

Bunu derecelendir:

Süt’e Yumurta’ya ve Bal’a Bulandım

08 Pazar Oca 2012

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 11 Yorum

Etiketler

bitti, film yağmuru, hissi, yağmurlu bir gündü, yelken, Yusuf Üçlemesi

Gençlik rekorlarımdan birini kırmaya yeltendim dün. Biraz geç davranmışım. 4,5 filmde kaldım.

Semih Kaplanoğlu’nun Yusuf Üçlemesi uzun zamandır medyatekte yüzüne bakılmadan durup dururdu. Okunmamış kitaplar ve bitmemiş yazı taslaklarından sonra seyredilmemiş filmler arşivine de mi sahip olacaktım?

Öğleden sonraydı. Bir yerlerden bir şeyler dürttü.  Yemek üstüne 1 bardak süt içtim. Belki de o çağrışım yaptı. Belki de okumakta olduğum kitapta geçen başka bir kelime. Öylesine ani oldu bu kararı almak.

Düzene, sıraya, numaralara, küçükten büyüye gitmeye oldum olası bir tutkum vardır. Dolayısıyla bu üçlemeyi sırasıyla seyretmek önemliydi. Hatta alırken dükkancıyla bir tartışmaya bile girmiştik.

Önce Bal’ı seyredeceksin.

Olur mu ya… O en son çıkan film.

Evet, ama Yusuf o filmde 5 yaşında. Diğerlerinde daha büyük.

Sen de haklısın ama çevrilme sırasıyla gitmek daha uygun değil mi? Hani oldu da üçlemede bir sır söz konusu oldu ve bu yavaş yavaş filmden filme açıldı diyelim… En son filmi ilk seyredersem, daha ilk baştan her şeyi keşfetmiş olmaz mıyım?

Bak hiç o yönlü düşünmemiştim. Yine de ben olsam çocukluğundan başlardım.

Birbirimizi ikna edememiş olmanın mağlubiyetiyle ben kasaya yöneldim, o da başka müşterilere doğru yelken açtı. Yani bir zamanlar. DVD’leri elde edinme zamanında.

Dün Bal’ın en son film olduğunu biliyordum. Nedense, Yumurta ile Süt arasında çelişki yaşamadan doğrudan Süt’ü koydum.

Seyrettim. Bitti.

Harry Potter ya da Elm Sokağı katili serisi gibi içimde bir devam hissi moduyla (tomurcuk anlamında) kaldım.

Acilen Yumurta’yı koydum.

İlk dakikalardan itibaren anladım ki… Asıl Yumurta birinci olanmış. Süt değil. O an başımdan aşağı kaynar Süt döküldü sanki. Elimden gelse zamanı geri alacağım. Ve bunu daha önce bu kadar istememiştim. Takık olma durumu bu olsa gerek.

Hop. DVD’yi durduruverdim. Ne yapacağımı düşünüyorum.

Dünya karardı. Zaten hava yağmurlu. İçime bir kasvet çöktü. Benzim soldu. Neş’em gitti. Geri dönüşü olmayan korkunç bir şey başıma geldi.

Uf. Puf. Sıkıntı.

Aklıma hiç bir şey gelmiyor.

Çözümü yok bunun.

5 dakika durduktan sonra, o anda yapılacak tek şeyin Yumurta’ya devam etmek olduğunu kabul ettim. Zaten ilk film. Gerisini sonra düşünürüm, dedim, olmazsa Süt’ü bir daha seyrederim.

Yumurta’dan sonra Yusuf’un öyküsüne iyice odaklandığımdan olsa gerek, şu kadim takıklık konusunun üzerinde  çok fazla durmadan, doğrudan Bal’a geçtim. Bal’da bittikten sonra, oh rahatladım.

Bu üçleme bende tarifi yarı-imkansız bir takım duygu ve düşüncelere kapı açtı.

Yusuf’un öyküsünü çok beğendim.

Yusuf’un öyküsü oldukça durgun anlatılmış. Biraz abartırsak müzikli slayt şov bile diyebiliriz.

Peki öyleyse neden beğendim? Sessiz Sinema favorilerim arasında değildir.

Sonra aklıma 602.gece isimli blogunda Murat Gülsoy’un Bal üzerine yazdıklarını okumak geldi.

Bal: Sanatçının Kadim Dildeki Tarifi

O zamanlar filmi seyretmediğim için okumamıştım. Yazıdan sonra beğenim bir kat daha arttı. Ancak hala daha neden beğenmiş olduğumu bir türlü açıklayamıyorum. Yusuf öyküsündeki gizli saklı tarihsel, dinsel, mitsel simgelerin hiç birisini açık seçik keşfetmiş değildim. Hani Yusuf’un peygamber adı olduğunu bile düşünmedim desem… Peki o zaman ne oldu da beğendim?

Sadece görsellik mi?

Görsel/Yüzeysel olduğumun farkındayım. Yine de öykünün sonlanmasını merakla beklediğimi de biliyorum.

O halde neydi gerçekten beni bu filmlere bağlayan?

Belki de bu soruyu çözdüğüm zaman, yazı konusunda da bir adım daha ilerlemiş olacağım.

Sonrasında Barton Fink’i seyretmeye başladım. 90 yıllarda Fransa’da seyretmiştim. Eminim. Coen Kardeşlerin tek bir filmini bile kaçırmadım. Nedense hafızamda John Turturro’nun yüzünden başka hiç bir kırıntı parçası kalmamış.

Filmin yarılarına doğru hane halkı eve geldiğinden, Barton Fink’i bırakıp başka bir filmi hep birlikte baştan sona seyretmeye karar verdik. Yani şimdi Barton Fink’in devamını ben pazartesi ya da çarşamba izleyebileceğim. Salı günü arkadaş buluşması var.

Kitabını okuduktan sonraya sakladığım bir filmdi:

The HelpTers sırada oldu ama pişman değilim. Yusuf Üçlemesi’nde yaptığım sıralama karışıklığının 1000 de 1’i kadar bile etkilenmedim.

Bazen hayatımın akışı çok garip şekiller alıyor. Bu ben olamam diyesim geliyor.

Bunu derecelendir:

Melankoli

08 Salı Kas 2011

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 6 Yorum

Etiketler

bir de melankoli, etiketsiz, yine de film

Anılar tarafında gri bulutlar dolaşıyor. Sabah ne dürttü bilmiyorum harici bellekte kayıtlı filmlere bir bakasım geldi. Aslında neyin dürttüğünü biliyorum tabii her zamanki gibi. Dün sahildeki uzun yürüyüşten, Suadiye’deki kumsal kahvede geniş oturuştan sonra evde film gecesi yapmaya karar verdim. Şöyle keyiflice keyfince bir şeyler seyretmeyeli iki ay dönümü oldu.

Melancholia Poster

Birinci film olarak Lars von Trier’ın Cannes film festivalinde adından oldukça söz ettiren Melancholia’sını seçtim. Melancholia, Trier’ın son zamanlardaki fetiş oyuncusu ki bu bakımdan Ingmar Bergman’a oldukça benzetiyorum, Charlotte Gainsburg ile Marie Antoinette rolünde kendisine çok ısındığım Kirsten Dunst’un baş rolleri o heyecanlı 24 saat dizisinden tanıdığım Kiefer Sutherland ile paylaştığı durgun ama merak unsurunu ihmal etmeyerek gözlerimi ekrandan ayırmama engel olan nadir filmlerden biri oldu. Ayrıca Dunst’un filmdeki gözlerini para ve iş hırsı bürümüş patronunu oynayan John Hurt’ün kısa oyunculuğu da harikaydı. Düğün yemeğinde bile gelini, üzerine aldığı reklam kampanyasının sloganını bulması için sıkıştırdı durdu, istediğini elde etmek için peşine genç bir çaylak takmaya kadar götürdü işi.

Film Cannes’dan sadece Dunst’a verilen en iyi kadın oyuncu ödülü ile ayrılırken, çoğu eleştirmen Trier’ın Hitler ve Nazi hakkında ileri geri konuşmaları ile yarattığı skandal olmasaydı, filmin ve kendisinin de birer ödülle taçlandırılmış olacağı kanısında.

Güneşin arkasına saklandığı için bir türlü keşfedilemeyen bir gezegen olan Melancholia rotasından saparak dünyaya doğru tam gaz ilerlemektedir. İki kız kardeş Dunst ve Gainsburg ayrıca Gainsburg’un kocası Sutherland ile oğlu Leo’yu oynayan Cameron Spurr’un dünyanın ve yaşamın adım adım yaklaşan sonu karşısinda geliştirdikleri tutumları, davranislari ve duyguları konu alan bir film. Kimin zayıf kimin güçlü, kimin gerçekçi, kimin hayaller peşinde olduğunu, kimin mantıklı kimin duygusal davrandığını ve tüm bunların ne anlama geldiğini sorgulayan bir film. Kısacası güzel vakit geçirdim. Ayrıca resimler, sahneler, müzik öylesine güzel ve birbirleriyle uyumlu ki adeta görsel ve işitsel bir şölen havasında. Dunst harika bir oyun çıkarmış. Gainsburg bildiğimiz, beklediğimiz gibi fakat mükemmel; ilk oyunculuk yıllarından bu yana ne kadar gelişme göstermiş bu filmde çok çarpıcı bir şekilde fark ettim. Belki de Trier onun sınırlarının dışına taşmasını sağlamış.

Üzerine seyrettiğim ikinci film Sandra Bullock ile Nicole Kidman’ın cadılar üzerine bir komedisi. Öyle kötü geldi ki anlatamam. Adını bile hatırlamıyorum. Halbuki başka bir gün seyretseydim kesinlikle beğenip eğleneceğim bir film olabilirdi. Zira her iki oyuncuyu da çok severim.

Bu arada Trier’ın filminde kız kardeşlerin annesini oynayan Charlotte Rampling çok az rolü olmasına rağmen akıllardan gitmeyecek bir karakter canlandırmış. Kız kardeşlerin babasını oynayan Danimarka’lı tiyatro oyuncusu ve bir çok filmde rol almış Jesper Christensen’i de unutmamak lazım. Ekleyeceğim bir şey daha var; filmin adı sadece dünyaya çarpmakta olan gezegene değil aynı zamanda Dunst’un kronik hastalığı Melankoli’ye de gönderme yapıyor.

Neyse asıl konu external hard disc meselesiydi oturdum film anlattım. Ne olduysa olmuş içindeki tüm filmler ve fotoğraflar silinmiş. Dahası bilgisayar hiç bir şekilde tanımıyor ve bunun biçimi yok biçimlendireyim mi diye soru soruyor. Eh, kuzum onu biçimlendirirsen içindekileri bir daha hiç geri alamam. Onca anı havaya uçtu. Çok üzülüyorum çok. Melankoli.

Bunu derecelendir:

3/101 – Yalnız Bir Avcıdır Yürek Hakkında

10 Cuma Haz 2011

Posted by Qunegond in 101 Kitap, filmlerim, Günlük, okuduklarım

≈ Yorum bırakın

Etiketler

101 Kitap, Carson McCullers, John Singer, Mitch, Parit bitti herkes eve dağılsın, Yalnız Bir Avcıdır Yürek

Dinle… Başkasını, kendini, dünyayı dinle… Nereye kadar?

Beş farklı yalnız kişinin bakış açısından anlatılan (Tanrı anlatıcı) bütünsel bir roman. Tümevarım. Burada duralım. Çünkü aniden  bu kelimenin anlamını internette aramak gibi bir eylem yapmak aklıma düştü. Karşıma çıkan sitelerden birincisine tıkladım ve aşağıdaki tanımı buldum:

Tekil ve tikelden tümeli, özelden geneli çıkaran uslamlama yöntemi…

Gülmekten gözlerimden yaşlar geldi. Hadi tekili anladım ama tikel ve tümel ne demek? Sonra uslamlama… Ne demeği de geçtim o ne şiirsel bir tanımlamadır, şiirsel derken üzerine basarak her 2 anlamda da söylemek istiyorum. Tabii bu yazdıklarım tamamıyla şahsi görüşümdür. Şiir benim için hem melodik (1) hem de anlaşılmaz (2) bir bilmece gibidir.

Dip not: Tikel parça demek. Tümel bütün.

Hafta sonunda kasaptan bonfile aldım. Genelde bütün bırakılsın isterim ama bu sefer kasaptan parçalara ayırmasını rica ettim. Şöyle bir konuşma geçseydi aramızda:

O tümeli tikellere ayırır mısınız?

Tamam abla.

Yalnız tikelleri dövmeyin. Bir tümelden kaç tikel çıkar?

Kaç tikel istiyorsan tümeli ona göre keser ayarlarım. Tikellere yağ ve tuz istiyorsun değil mi?

Evet. Sağ olasın.

Şunu demek istiyorum McCullers bireysel öykülerden yola çıkarak hayatın anlamı ya da anlamsızlığı üzerine evrensel bir sonuca varmış ya da varmamış. Farklı bakış açılarından değerlendirmeye uğraşınca karar vermek eylemi ne kadar yersiz kalıyor.

Yapısal olarak roman, kendinin de belirttiği gibi 3 bölümden oluşuyor. Birinci bölümde 5 kişinin bir araya gelme biçimlerini ve dolayısıyla karakterlerini ayrı ayrı inceliyor ve öğreniyoruz. Ortak özelliği içsel yalnızlıkları olan bu beş kişi öyle ya da böyle kendilerini ifade edebilmenin yollarını arıyor.

İkinci bölümse kendilerini özgürce ifade edebilme özgürlüklerinin toplumsal gerçekliklerle çatışması var. Dahası hayatlarına giren, kitabın en önemli kişilerinden biri, Singer ile bir yakınlaşma sonucu okuyucuda bir umut uyanıyor. Acaba her şey yoluna girecek mi? Ancak toplum baskısı bireysellikleri ezme yolunda hızla ilerliyor. Tüm yan karakterler bu amaca hizmet ediyor.

Üçüncü bölümse… Her bir kahraman başlangıçta olduğu noktanın çok daha altında ve kapana kısılmış olarak bitiriyor. Aslında kurtuluş yolunu bulan da yok değil hani… John Singer ve Spiros Antonapoulos adında iki sağır dilsiz arkadaşın beraberliğinden yola çıkarak başlayan öykü yine aynı kişilerle sonlanıyor bana kalırsa. Üçüncü bölüm ki, çok kısa yaklaşık 20 sayfa, biraz da kıssadan hisse geri kalanlara ne oldu çerçevesinde…

Okurken bir nehir izlenimi edindim. Öyle ki akıp giderken içinde birçok şeyi de sürüklüyor. Sonra bir bakıyorsun ki bir yaprak parçası ya da başka bir şey bu sürüklenen takıma eklenmiş, bir müddet birlikte yol alıyorlar. Dolayısıyla her birinin sürünün içindeki konumu da yeni gelenin hacmiyle değişiyor. Tam denize doğru düzen içinde yol alırlarken bir girdap, çağlayan ya da devrilmiş bir kütük, ne olursa artık sürünün içinden çekip alıyor bir tanesini. Akışın bozulan ahengini yakalayabilmek için her şey yeniden başlamak zorunda.  Bu akış esnasında denizin varlığını sorgulayanlar da var tabii…

Bir kitabın konusundan ve içinde sakladığı sürprizlerden bahsetmeden bir şeyler anlatabilmek, paylaşabilmek zorlu iş. Belki de yazdıklarımın okumuş ya da okumamış olanlar için hiçbir anlamı olmayacak. Belki kendim de ileride bu satırlara bakıp amma saçmalamışsın yahu diye düşüneceğim…

Kendime en yakın hissettiğim sıcak karakterlerden biri yaklaşık 15 yaşındaki genç kız Mitch. Bakış açısı çocuksu, anlatımı coşkulu, evde parti düzenleyip sonra da canı sıkılınca herkesi “haydi parti bitti herkes evlerine dağılsın” şeklinde kovalaması beni kopardı. Küçük kardeşi Bubble’a yaptığı şaka içimi acıttı ne diyeyim. Meraklı, kararlı ve istediğini bilmesi hem egoist hem iyi kalpli olmasının yarattığı çelişkiler romanın bir solukta okunmasını sağlayan unsurlardan bir kaçı.

Singer’ın sakinliği aslında oldukça tüyler ürpertici. O sakinliğin ve bilgeliğin altında yatan hüzün McCullers’ın kelimeleriyle okuyucuya başarılı bir şekilde geçiyor. Konuşacak kimse bulamadığında sokaklarda tek başına gezerken ellerinin istem dışı hareketlerle konuşmaya başlaması. Bir sağır dilsizin kendi kendine konuşmasını ellerinin hareketiyle çizmiş McCullers. Bilmem doğru mudur, etkileyici olduğu aşikar.

Gezgin işçi Jake bol keseden atıp tutan biri ve Karl Marx yanlısı. Zenci Doktor her daim kızgın, çocuklarından birinin adı Karl Marx, gelin görün ki Jake’le bir türlü anlamıyorlar. Doktor’un ayakları yere basıyor, basmasa da bastırıyorlar zaten, diğeriyse hayaller peşinde. Hadi herkesi toplayıp bu düzenin bozukluğunu anlatalım. Bir kişi 10 kişiye anlatsa, o 10 kişi 10’ar kişiye anlatsa çok yakında herkes bilir ve bu kurulu bizi sömüren düzeni kolayca yok ederiz şeklinde…

Yapacağımız tek şey; dolaşıp durmak ve gerçeği anlatmak. Ve bilmeyenler yeteri kadar öğrenince bunları, o zaman dövüşmeye gerek kalmayacak. Gerekli tek şey. Ama nasıl? Hıh!

Lokanta sahibi Biff ise allak bullak, karmaşık bir tip, düşünceli, sürekli soru soran… Tek hobisi kendini bildi bileli günlük gazetelerin haber kupürlerini kesip yapıştırıp saklamak. Hiçbir gazeteyi atmamış. Koskoca bir arşiv odası var.

Romanda bana ilginç gelen şey, birçok ortak özelliği olan bu beş kişinin asla bir araya gelememesi. Bir kere bir arada oluyorlar ve neredeyse sessizlik içinde oturuyorlar. Yalnızların kaderi midir bu, sadece ikili ilişkilerde başarılı olmak.

Bu beş karakter dışında daha başka birçok karakter var. Hepsi de önemli. Kitap hakkında yazmadan önce dün akşam Yalnız Bir Avcıdır Yürek kitabından uyarlanmış aynı adlı 1968 yılı yapımı filmi seyrettim. Nasıl pişmanım. Ne karakterler, ne mekân, ne de öykü zihnimin içinde görselleştirdiğim gibi çıkmadı.

Zaten çoğu uyarlamada böyle olmaz mı diyecekler için yok olmaz aslında. Ayrı bir film olarak başarılı bulduklarım da oldukça çoktur. Yalnız bu sefer kitap öylesine etkilemiş ki beni karşılaştırma yapmaktan kendimi alamadım. Ne diyeyim Fransız Teğmenin Kadını’nı okuduktan hemen sonra filmini seyretmiştim. Her ikisi de ayrı güzel gelmişti. Bu seferkinde sadeleştirme kaygısıyla yapılmış bir takım çarpıklıklar var ki bunlar da ana temaya yakından bağlı yan ve alt anlamlarda değişiklik yaratmış.

İlk defa 1940 yılında yayınlanmış bu romanda bugün bile hala değişmeyen bir gerçek şu ki;

[…] Herkese ihtiyacı kadar! Hepimiz gerçek bir ihtiyacın ne olduğunu çok iyi biliriz. Büyük bir adaletsizliktir bu. Ama bundan da acı bir adaletsizlik var… insanın yeteneğine göre çalışma hakkından yoksun edilmesi.

Üzerinde pek bahsetmediğim Kuzey Güney, Zenci Beyaz, Faşizm Komünizm, zengin fakir, birey toplum, vs gibi bir çok karşıt tezlerin kaosu içerinde nehir yine de her şeye rağmen akmaya devam ediyor. Kalan sağlar bizimdir şeklinde…

101 kitap projesinde ilerledikçe kendime göre bir sıralama yapmaya karar verdim. Şimdilik :

1- Fransız Teğmen

2- Çavdar Tarlası

3- Yalnız Avcı

Bunu derecelendir:

Mavi Bebek, Gece, Hırsızın Günlüğü

02 Perşembe Haz 2011

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük, okuduklarım

≈ 6 Yorum

Etiketler

Bilge Karasu, bir korku romanı, Gece, Hırsızın Günlüğü, Jean Genet, John Hopkins, Mavi Bebek Kalp Ameliyatı, Sizin dünyanız

Dün akşam bir şeyler yiyeyim bari deyip bilgisayarı kapattıktan sonra televizyondaki filme takılıp kaldım. Meğersem gerçek bir öyküyü anlatırmış. John Hopkins Hastanesinde yapılan ilk Mavi Bebek Kalp Ameliyatı olarak tanınan şimdilerde bizim Fallot tetrolojisi olarak bildiğimiz açık kalp operasyonu.

Film ameliyatın öyküsünü anlatmakla kalmayıp, o zamanda, o devrin çıkarlara dayalı insan ilişkilerini, zenci-beyaz farklarını da anlatıyor.

Filmin güncelliğini sağlayan başka bir konu ise eğitimin her şey olmadığı. Bugünkü toplumlarda bile şu an bunu anlamış değiliz. Diploman var mı kardeşim, varsa gel. Hatta diploman şu, şu, şu okullardan değilse ve sen şu, şu, şu üyeliklere sahip değilsen hiç boşuna yorulma. Bak sana göre, aşağıları gösteren bir el hareketi, işte şu işler var. Bir zahmet cv’ni oralara yollamanı rica ediciim. Yani buradan şu anlaşılıyor ki bazılarımız her daim zenci kalmaya mahkum.

Filmin özeti aslında  şu; kardiyolog doktorumuz Alfred Blalock laboratuar teknisyeni olarak işe aldığı ancak bordrosunda bile servis elemanı olarak çok düşük bir ücretle gösterilebilen zenci Vivien Thomas’ın yardımı olmadan bu ameliyatı becerebilecek durumda değildir. Buna rağmen Thomas’ı yönetime kabul ettirmekte zorlanır. Bazı durumlarda kılını bile kıpırdatmaz. Gerçi sonradan ölümüne yakın pişmanlık duyacaktır ya… Thomas’ın tıp konusunda bilgisi oldukça çoktur, işini severek ve coşkuyla yapmaktadır ancak diploması yoktur. Diploma için dışarıdan sınava gireyim dediğindeyse ona, olmaz taa en başından başlamalısın derler. Tabii seneler sonra devir değişir ve John Hopkins doktorluk ünvanını verir. Bu senelerin nasıl geçtiği önemli. Film de onlar üzerine zaten. Seyrettiğime memnum olduklarımdan biri. Digitürk’ü işte bu yüzden seviyorum.

Bu filmin bana Fransa’yı hatırlattığına şaşmamak lazım. Nedenine gelince Fransa tecrübeyi diplomaya sayan nadir ülkelerden bir tanesi. Zamanında çıraklıktan yetişme kadın doğumcular bile varmış. Bunlardan hala pratik yapanları da bulmak mümkün.

Diyelim liseden sonra bir şirkette odacı olarak başladınız. Kendinizi gösterdiniz, memur oldunuz. Sonra bir takım yerlere yükseldiniz. Diploma eksikliğinden daha ileriye gidemiyorsunuz. Ancak Master başvurusu yapıp bir sınavla deneyimlerinizi üniversite diploması yerine saydırabilirsiniz. Bu bir çok alan için hala geçerli. Master derecesini alınca da önünüz açılıyor. Gerisini size soran olmuyor. Yani ıncık cıncık ilk okul diploman hangi okuldan, ilk dadın kimdi bakayım senin tarzında kriterler yok. Tabii ki aranırsa durumun bu şekilde olduğu yerler yine bulunur ama genel durum bizdeki kadar abartılı değil.

Çenem düştü aslında son zamanlarda araya sıkıştırarak gizli gizli okuduğum kitaplardan bahsetmek istiyordum. Gizli diyorum çünkü şu 101 kitap projesi var ya hani… Ona da devam ediyorum. Hem de kendimle çok gurur duyuyorum. Nedense?

İlk kitap Bilge Karasu’dan Gece. Metis’in yerinden indirimli almıştım. Karasu’yu ilk defa elime alıyorum. Bütün kitapları arasından, her birini şöyle bir karıştırmıştım, bana en ilginç gözükeni bu olduğu için ilk tercihimi ona yaptım.

Gece’yi belki de bir deneme sınıflandırmasına sokmak lazım. Başta belirli bir öyküsü yokmuş zannettiydim. Yanılmışım. Var. Hem de çok hoş. Bazen elle tutulur, bazen deniz anası misali kayıp giden. Korkunun, öfkenin, baskının ve ihanetlerin kitabı bu…

Öfke, korku, baskı, kolaylıkla biribirine dönüşür, biribirinin kılığına girer; dışarıdan geleni içten, içten geleni dışarıdan gelirmiş gibi gözükür. benin, benliğin altta kaldığı duygusunun, birer görünümüdür üçü de. Gecenin işçileri, hep altta kaldığı duygusuyla bunalmış insanlardan mı derlendi?

Oldukça samimi bir dille yazılmış, hatta kusulmuş diyebilirim. Öylesine sıcak, pis kokulu, mide bulandırıcı ve karışık. Bir kere çıkarıldı mı rahatlatan cinsten. Ne diyeyim aldığıma memnunum. Diğer, görünüşte daha sıradan duran öyküleri bu kitabın üstesinden gelebilir mi bilmiyorum. Dilindeki Karasu’ya özgü kelimeler çok hoş. Kitabın büyüsünden kurtulup not edebildiklerim şunlar:

Kanağan – saf anlamında kanmak fiilinden.

Bu yüzden de çocuktan bile kanağan olurlar […]

Hiçolum – adı üstünde

N. ise, sürekli bir hiçolum içinde göründü bana.

Yazanak – tutanak

Onu izlemekle görevli olanlar, birbirlerinden habersiz, ama hepsi doğrudan doğruya bana bağlı; getirdikleri bilgileri, yazanakları, yukarıya ileten, benim.

Son bir alıntı, alıntılar genelde kafamı hali hazırda kurcalayan konular, daha :

Geçmiş, diyorum […] geçmişin içinden rastgele seçilmiş bir takım ögelerin, ama özellikle beğendiğimiz -ya da beğenmediğimiz- ögelerin yan yana getirilmesiyle kurduğumuz, gerçeklikten uzak bir yapıntıdır.

Ayrıntı Yayınları Yeraltı Edebiyatından bir baş yapıt daha. Jean Genet Hırsızın Günlüğü. Yazar olduktan sonra kendi hırsızlık anılarını anlattığı bir günlük. Topluma karşı bir başkaldırı mahiyetinde. Genet net olarak bunu günlüğünde belirtmekten çekinmiyor. “Sizin dünyanız” sözü kitabın leitmotivi. Sürekli bir mide bulantısı. Tabii midesi hassas azınlık için.

[…] Hırsızlığım beni hırsızlık mesleğinin özgünlüğüne inandırıyordu. […] Hırsızlığımın ne kadar yaygın olduğunu fark ettiğimde çok şaşırdım. Bayağılığın içine dalmıştım.

Kimsesiz olan Genet sefil bir hayat sürer ve bunu da severek yapar. İşte bu kitapta bunu anlatıyor: nedenleri, nasılları, en içten duyguları, yaşam biçimi, aşkları, “bizim dünyamız”la yaptığı karşılaştırmalar, tüm bunların arasında kendi aksi. Hapse girdiğinde ilk kitabı Çiçeklerin Meryem Anası’nı yazarak dikkati çeker.

Jean Paul Sartre’ın Hırsızın Günlüğü’nden esinlenerek yazdıklarından sonra 0kunmalı derim. Farklı bir bakış açısı isteyenler için.

Her isteyen Narkissos olamaz. Suya eğilen bir çok kişi orada yalnızca belli belirsiz bir insan görüntüsü görür. Genet ise kendini her yerde görmektedir; en donuk yüzeyler ona kendi imgesini yansıtırlar; başkalarının en derin gizlerini bile hemen sezip ortaya çıkarırı Genet. O kaygı verici ikizlik temasına, imgeye, tıpatıp benzemeye, düşman kardeşe tüm yapıtlarında rastlanır. Bu yapıtların her birinin kendisi olmak, kendisinin yansıması olmak gibi tuhaf bir özelliği vardır. Kafamızı karıştıran, bizi esriten ve Genet’nin bakışı altında Genet’ye dönüşen uğultulu, yoğun bir kalabalığı gözümüzün önüne getirir Genet. […] Ama yine de bitişme yerinde, kuşatan miti kuşatılmış mitten ayıran o ince çizgiyi görmeyi biliyorsanız, gerçeği keşfedersiniz, o korkunç gerçeği.

Evet, Sartre’ın da belirttiği gibi o korkunç gerçek Hırsızın Günlüğü’nün son satırlarında kazılı.

İki kitap daha var bahsetmek istediğim ancak yazının oldukça uzun olduğu kaygısıyla yarına bırakıyorum. Sesim çıkmadığı zamanlarda boş oturmamışım yine de değil mi? Filmleri saymıyorum bile…

Bunu derecelendir:

İki Film Birden Devamlı

17 Pazar Nis 2011

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

güzel ve çirkin, internet bağlantısı gitti, inşaat kolonları, kablolar, pan

Sabahtan bu yana internet bağlantım yoktu. Dün akşam aniden gidiverdiydi. Öyle miydi böyle miydi derken sonunda kablolarda kopukluk olduğu anlaşıldı. Akşam üstüne doğru ancak hazır oldu. Arada söylemeden edemeyeceğim bizim apartman şöyle 25-30 senelik yarı antika tabir edilen orta çağdan kalma bir şey. Hani planlarını, inşaatını vs arsa sahibinin üstlenerek yaptığı sonra da etrafta erine gerine öyle sağlamdır ki kendi ellerimle dizdim tuğlalarını diye anlattığı cinsten. Bu tür inşaatlardan ne kadar kaldı ki… Sağlam olmasına belki sağlamlar ama gelin görünkü iç mekanların tasarımı yerleşimi biraz fantastik film mekanları gibi. Bir kere pek düz duvar yoktur. Haddinden fazla sayıdaki destek kolonları bir türlü bir kalıbına uydurulamamış öyle ortalarda kalmıştır. Yekpare duvar olmadığından çeşitli boydaki nişlere özel dolaplar, büfeler, kütüphaneler yaptırmak gerekir. Yok siz elinizdeki eşyalarla idare etmek zorundaysanız. Duvara dayanan eşyaların arkasında yine çeşitli hacimlerde boşluklar kalır.

Sonra prizler, radyatörler, telefon giriş hatları akla hayale gelmeyecek yerlere yerleştirilmiştir ya da bizimkinde olduğu gibi tamamıyla unutulup sonradan eklenmiştir. Mesela evdeki tek telefon prizi mutfaktadır. Dolayısıyla telefon çalınca biz de kalkıp mutfağa gitmek durumundayız. Elektrik ve antenler binanın dışından delinerek girmek suretiyle içeri alınmıştır vs… Tabii bu durumda uzatma kabloları en can dostumuz oldu. Uzatma kablolarının dıştan görünmemesinin tek yöntemi onları kapı pencere pervazlarının, süpürgeliklerin içine saklayarak dolanmaktır. Kablo yerden gider sonra bir çıkar kapıyı dolanır sonra yine yere iner. Ve bunu tüm odalar için yapar. Yani altı üstü düzden gidildiğinde 1 metre bile tutmayacak yere 7 metre kablo döşenir. Sonra kablolardan birinde bir arıza çıktığında neredeyse tüm ev sökülür ve o kablo değiştirilir. Anlaşılacağı büyük iştir.

Biz de o arada film seyrettik.  Ton balıklı Basri sandviçleri ve portakallı cevizli kek ile idare ettik. Ardı ardına seyredilen filmler bana çocukluğumun pazar günlerini hatırlattı.

İlki Mme de Beaumont’un yazdığı Güzel ve Çirkin masalından 1991 yılındaki Disney uyarlaması. Şarkılarıyla, çizgileriyle bir harika. Zaten müzik kategorisinde 2 oscar almış.  Masalın aslını Gabrielle Suzanne Barbot de Villeneuve yazmış. Fakat çok uzunmuş. Beaumont öyle güzel kısaltmış ki ünü tüm dünyaya yayılmış ve öykünün yazarı olarak kalmış.

Filmdeki konuşan eşyalara çok bittim. Mum, çaydanlık ve fincan ve saat…  Bu arada Belle ile evlenmek isteyen  Gaston ile Lefou arasındaki şu konuşmaya bakın:

Gaston: Lefou, korkarım demin düşünüyordum.
Lefou: Çok tehlikeli bir hobi değil mi?
Gaston: Biliyorum.

Filmin yapımında görev alan kişilerin listesini görünce (www.imdb.com) inanamadım. Saymaya kalkmadım ama 100’ün üstünde… Sadece senaryo ekibi 12 kişi.  Üstelik hali hazırda öyküsü belli bir masal bu.

İkinci film Pan’ın Labirenti. O da bir masal. Fantastik ve harika. 3 oscarlı. En iyi görüntü, en iyi sanat yönetmeni ve en iyi makyaj. Filmi seyretmemiş olanlar için şimdiden söyleyeyim öyküsünü anlatacak değilim ama yine bir replik ilgimi çekti: İspanya’da Franco zamanı geçen bir hikaye. Zorba bir yüzbaşı var. Bir de doktor. Doktor cumhuriyetçilere yardım ediyor. Bu direnişçi cumhuriyetçilerden birini yakalayıp işkence ediyorlar yine de çok konuşmuyor, zaten kekeme ağzından cımbızla laf almak lazım ama adam per perişan. Yüzbaşı doktoru çağırıyor biraz ilgilen diye. İşkence gören zavallı doktora rica ediyor ne olur  öldür beni. Doktor da iğne yaparak işi hallediyor. Yüzbaşı geliyor. Sinirden köpürmüş.

Emirlerime uymalıydın diye bağırıyor. Doktorsun cevabıysa şöyle:

Fakat yüzbaşım, emirlere öylesine sorgu sual etmeden sadece uymak için uymak… bu ancak sizin gibi insanların yapabileceği bir şey.

Sonra da yüzbaşının şaşkınlığından yararlanarak çantasını topluyor ve bulundukları ahırdan dışarıya çıkıyor. Kendine gelen yüzbaşı da arkasından tabii. Sonrasını söylemem. Zaten filmin asıl konusu başka. Hem heyecanlı hem de rüya gibi. İyi bir pazardı.

Bunu derecelendir:

Who’s Afraid of Virginia Woolf

01 Cuma Nis 2011

Posted by Qunegond in edebiyat, filmlerim, Günlük, yazarlar

≈ 2 Yorum

Etiketler

Edward Albee, Elisabeth Taylor, Hain Kurttan Kim Korkar, Richard Burton

Geçen sene ekim ayında Virginia Woolf üzerine internette araştırma yaparken bu başlığa rastladım. Tabii ilgimi çekti. Bir de baktım ki Elisabeth Taylor ile Richard Burton’un oynadıkları 1966 yapımı siyah beyaz bir film. Of, dedim siyah beyazmış şimdi hiç çekilmez. Remake vs var mı diye baktım. Yok. Bir yandan da nasıl merak ediyorum. Sonuçta ön yargılı olmayı bırakarak şansımı denemeye karar verdim, en nihayetinde çok sıkılırsam yarıda bırakırdım.

Hatırlıyorum, bunu düşündüğümde benim diz üstüyle birlikte mutfaktaydım. Filme başladım ve bir türlü mutfaktan  çıkamadım, müthiş sardı. Ayrıca filmin siyah beyaz olması nasıl desem kesin avantaj olmuş. Yerimden kıpırdamadan, heyecan ve merak içerisinde bir solukta seyrettim. Öylesine güzel bir film. Oyuncuların mükemmel olması dışında kurgu da mükemmel. Öylesine ki, bu kurguyu yazanın kim olduğunu merak edip araştırınca filmin aslında Edward Albee’nin kapalı gişe oynayan çok başarılı bir tiyatro oyunundan uyarlama olduğunu öğrendim. Sonra oyunu da buldum ve onu da okudum. Özellikle absurd tiyatro akımını sevenler için birebir. Albee, Beckett, Ionescou ve hatta Genet ile çapraz okumalara konu olan bir yazar.

Oyun, biri yaşlı (Taylor-Burton) diğeri genç (George Segal-Sandy Dennis) iki çiftin, Taylor’ın üniversitede dekan olan babasının zorlamasıyla, birlikte geçirdikleri bir gece boyunca geçiyor. Bir üniversite şehri. Burton o üniversitede tarih profesörü ancak bir türlü kürsü başkanı olamamış. Segal ise biyoloji kürsüsünde. Gelecek vaadediyor. Yeni evli ve eşiyle birlikte başka bir şehirden gelip yerleşmişler. Taylor’ın babası bir tanışma daveti veriyor. Davetin bitiminde kızından yeni gelenlere ilgilenmesini istiyor. Taylor’da sarhoş kafayla onları eve davet ediyor. Ancak saat hali hazırda çok geç. Burton yatıp uyumak istiyor ama yine de kabul ediyor. Zaten Taylor ona itiraz etme şansı bırakmıyor. İşte bu 4 kişi arasında sabahın ilk saatlerine kadar geçen zaman sürecinde, içtikleri alkolün de etkisiyle ortaya ne sırlar çıkmıyor ki…

Taylor’ın ve Dennis’in sarhoş oyunları bir harika. Her ikisine de 1967 yılında oscar getirmiş. Taylor; en iyi kadın oyuncu, Dennis ise; en iyi yardımcı kadın oyuncu. Sarhoş kahkahaları mükemmel. Filmin aşağıdaki tanıtım görüntülerinde bu kahkahayı duymak mümkün. Filmin en başından yaşlı çiftin aralarında bir çok sorun olduğu ortada. Bir de bir oğul var ki anne ve baba aralarında bir türlü anlaşamıyorlar. Genç çiftse görünürde mutlu.

Filmdeki çiftlerden  Honey ve Nick, Martha ve George’un daha genç görüntüleri olarak kendi yalanlarını, fantezilerini geliştirmeye daha yeni başlamışlar, halbuki diğerleri oldukça kaşarlanmış. Bir birlerinin ruhunu biliyorlar. Tüm çiftler, ne kadar ideal gözükürlerse gözüksünler, hepsinin sorunları ve iletişim eksiklikleri mevcuttur dedirten bir kurgu. Fazla detaya girmeyeyim tadı kaçmasın diyorum. Gerçek bir sürpriz. Ayrıca filmin bir sürü pik noktası var. Çiftler arasında bir çok güç çatışması var. Martha gücünü babasının konumundan ve ayrıca kendi güzelliği ve seksapelinden alıyor. George’un canını yakmak için ikisini de kullanmaktan hiç kaçınmıyor. George’un ise Martha’ya acı çektirme yöntemleri çok daha ilginç. Honey’nin çığlığı mükemmel. Aşağıdaki kısa tanıtım filminde mevcut.

Kim Korkar Virginia Woolf’tan ismine gelince, bu sarhoş akademisyenlerin çok eğlendikleri bir şarkıdan başka bir şey değil. Filmde bahsi bile geçmiyor. Kim Korkar Hain Kurt’tan isimli bir çocuk tekerlemesinin nameleriyle söylenen ve sarhoş sarhoş bu eğitim yuvasının değerli üyelerini güldüren bir espri mahiyetinde. Ortam gerildikçe denize düşen yılana sarılır misali çiftler de bu şarkıya baş vuruyorlar. Öyle ki, filmin akışı içerisinde bir leitmotiv gibi sürekli geliyor . Trailer’da bu şarkı da var.

Aslında Kim Korkar Virginia Woolf’tan tekerlemesinde şöyle de bir ironi var. Herkesçe bilindiği gibi Woolf’u okumak hiç kolay değil. Akademisyenler çevresindeyse bu konu neredeyse bir tabu. Woolf’u çözümleyip anlayamamak kimsenin kendine yediremediği dolayısıyla da konuya girmekten kaçındığı utanç teşkil eden bir olgu. Filmin akışı ve teması açısından önemli. Bana sorarsanız ölmeden önce seyredilecekler listesinde bir film. Özellikle de metinde sırların adım adım çözülmesi açısından harika bir kurgu.

 

Bunu derecelendir:

I Shot The Sheriff

29 Salı Mar 2011

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

başarılı ingiliz aksanı, damlaya damlaya göl olur, new york kumbarası

Tarihe geçecek günlerden biri. Sabah kalktığımda gördüğüm rüyayı hatırlayamadım. Saatin çaldığı anda rüyanın tam ortasında olduğumu çok iyi biliyorum. Çünkü gözlerimi yarım açtım, alarmı susturdum ve kaldığım yerden devam etmek üzere yeniden kapadım. Yarım saat sonra panik içerisinde uyandım. Kiki hazırlanmış, bari kahvaltı yapsın diyerekten fırladım. Dün sabah servisi kıl payı kaçırdı. Gerisin geri yattı. Bu sabah da aynı şey olmasın korkusundan, evde yalnız kalma işine bayılıyorum özellikle de işim çoksa, hem tost yapıyorum hem de mutfak penceresinin camına yapışmış servisin sokak başına gelişini gözlüyorum. Bir yandan da beynimin içinde Bob Marley’in “I shot the Sheriff” şarkısı çalıyor.

Servis gelip Kiki okula yollanıp ben de  kahvemi alıp bilgisayarımın başına otururken kulaklarımda hala Marley’in nameleri çınlıyordu. İçimde bastırılamaz bir yazma isteği.

Bazen teknolojiden mi artık yoksa kendimden mi ama kesin bir şeylerden nefret ediyorum. Lap topu önüme çekip oturduğumda posta kutuma ne gelmiş, bloglarda neler yayınlanmış vs, okumaya dalmadan yazmaya başlasaydım belki de rüyamı sıcağı sıcağına hatırlama imkanım olurdu. Bir yazı diğerine sürükledi derken bir baktım saat neredeyse sekize geliyor.

Elimdeki ip uçlarından yola çıkarsak dün gece nerede ne yapmış olabilirim?

I shot the Sheriff’den başka elimde ne var? Bir düşüneyim bakayım. Başımı koltuğun arkalığına yasladım. Gözlerimi kapattım. İçimden şarkıyı mırıldandım. Kafamın içi beyaz. Bembeyaz. Biraz bekledim. Düşüncelerim sıyrılıp uzaklaşmaya başladı. Baktım rüyayı hatırlamak adına iyice kendimden geçeceğim, yenilgiyi kabul edip yeniden gözlerimi açtım. Zira bugüne yapılacak çok işim var. Ayrıca Beyoğlu’na gidip geleceğim.

Dün akşam dayanamadık hafta sonunda göremediğimiz Adam Sandler ile Jennifer Aniston’ın Just Go With It – Hayatım Yalan filmine gittik.

Sandler’ın çok fazla fanı değilim ama Aniston’a Friends dizisinden bir hayranlığım var. Phoebe’den sonra en fazla güldüğüm karakter. Bu film de oldukça komik. Eğlenceli 2 saat geçirmek isteyenler için ideal. Biz de çok güldük. Annem bir ara krize girdi. Sonra dördümüz birden krize girdik. Ben arada kendimi tuttum. Yine salonda en fazla gürültü çıkaranlar bizdik. Artık korkuyorum CKM’nin kapısına her an Kunegond ve aile eşrafı giremez levhası asılabilir.

Filmin iki tane de çok hoş sürprizi var. Bir tanesi Aniston’ın nefret ettiği arkadaşı Devlin Adams karakterini canlandıran Nicole Kidman. Çok başarılı bir tipleme yapmış. Ve genelde canlandırdığı karakterlerden oldukça farklıydı. Kidman’ı zaten severim ama iyi oyuncu olduğundan bir kere daha emin oldum.

Diğer sürpriz, Aniston’ın çocuklarından birini oynayan Maggie rolündeki Bailee Madison. Harika bir ufaklık. 10 yaşında falan. Film icabı oyuncu olmak istiyor. Dolayısıyla sürekli aksan çalışıyor. Bir ingiliz aksanı taklidi var, sırf bu yüzden filmi gidip görmeye değer. Hepimiz bayıldık. Henüz küçük olmasına rağmen oldukça film ve televizyon dizilerinde kısa da olsa rol almış.

Böyle küçücükkenden takip etmeye başladığım ve kariyerlerini başarıyla sürdürerek yükseldiklerinde anlaşılmaz zevk aldığım oyuncular var. Garip bir duygu bu. Bunlardan bir tanesi La Boum filmiyle keşfettiğim Sophie Marceau, diğeri de Charlotte Gainsburg. Vekaleten yaşamak bu olsa gerek. Yine de zevkli. Her şeyi de insan kendisi yapamaz ki canım.

Kıssadan hisse rüyamı hala hatırlayamadım. Şarkıya bakılırsa yine Amerika’ya gitmiş olabilirim. Bir de gerçek hayatta gitsem. Aslında her gün kenara 1 lira koysam. Uçak bileti ne kadar? 900 dolar desek. 1350 günde bir uçak bileti parası biriktiririm. Bu da bana 45 ay yapar. 12’ye bölersek 3,75 sene. Kimse gülmesin. Bu işe 4 sene önce başlamış olsaydım bugün New York’a uçuyor olabilirdim. Wow.

Bugünden tezi yok bu işi deniyorum. Günde 1 lira nedir ki? Düşürmüş gibi yapsam bile olur. Kendime bir kutu bulayım yalnız. Bakalım damlaya damlaya göl olacak mı? Her halükarda kaybedecek bir şey yok. NY hesabı şu anda çöl zaten.

NB. Filmlerle ilgili görseller http://www.imdb.com’dan alınmıştır.

Bunu derecelendir:

Filmler Cumartesisi

27 Pazar Mar 2011

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ Yorum bırakın

Etiketler

chairman chairs, hayat zor mu geliyor, muhasebeci, suç ve ceza toplumu

Cumartesileri film günü olmaya devam ediyor. İki gündür dışarı çıkmadan yatıp uyuma triplerini dün öğleden sonra bitirdim. Yine de çok fazla uzağa gittim sayılmaz. On dakika mesafedeki CKM’deydim.

Parantez içinde Leylak Dalı‘nın rüyalarını yaz ve kitaplaştır önerisi kafamı kurcaladı. Her sabah film gibi rüyalarla uyanıyorum. Yazmadığım sabah rüya görmedim anlamında değil yani. Rüyalar Blogu açsam olur, her güne bir rüya yazabilirim. Bazı öğleden sonralarının siestasını da sayarsak  günde iki gönderi bile olur. Merak ettiğim şey acaba ben bunları yazsam, her biri birbirinden ayrı görünmekle birlikte ardı ardına sıralandıklarında içlerinden ortak bir payda çıkar mı? Belki de kendi kimliğimi bulur, hayatın benim için anlamını çözerim. Bu konu üzerinde biraz daha düşünmeliyim. Ancak bu kadar yazı beni kasabilir. Üşengeçliğim ve tembelliğimi de göz önüne almalıyım. Daha 101 kitap ve daha nicelerini okuyacağım. Ayrıca, unuttum sanılmasın bekleyen bir röportajlar projesi var.

Filmlerden ilki Nicolas Cage’in baş rolünde oynadığı Drive Angry 3D. O saatte görmediğimiz başka film olmadığından diğer seçenek, ki o da Jennifer Aniston ile Adam Sandler’ın Hayatım Yalan-Just Go With İt filmi, için 40 dakika beklemek istemediğimizden ve ayrıca kız kardeş Nicolas Cage tutkunu olduğundan ve ayrıca 3D film seyretmeye bayıldığından seçimde pek zorluk yaşamadık. Filme bilet almadan önce kız kardeş binlerce kere 3D şeklinde konuştu. Buna rağmen salona girip da gözlükler elimize gelince acayip şaşırdım. Gözlüklü film seyretmeyi hiç sevmem. Neyse konuyu uzatmadan film hepimize acayip uzun ve sıkıcı geldi. Sonlarına doğru biraz hareketlenir gibi olduysa da karanlıkta saate bakar durumda filmi bitirdik.

Cage’ı yakından tanıyan kız kardeş bu filmi kesin araba kullanmak için kabul etmiştir dedi. Ben Cage’i daha çok National Treasure ve Adaptation filmlerinde sevmiştim. Bu arada Cage’in Francis Ford Coppola’nın erkek kardeşi karşılaştırmalı edebiyat profesörü August Coppola ile meşhur dansçı koreograf Joy Vogelsang’ın oğlu olduğunu biliyor muydunuz? Kariyerinin çok erken dönemlerinde tamamıyla kendine ait bir ün yapabilmek amacıyla ismini değiştirmiş. Bilmiyordum. Başarılı da olmuş. Takdir ettim.

Film aslında bir parça Kader Ajanlarını ve daha nice benzerlerini çağrıştırmıyor değil. Chairman benzeri Accountant – Muhasebeci rolü William Fichtner tarafından çok başarılı çizilmiş. Fichtner aynı zamanda Prison Break dizisinde de benzer bir rolü üstlenmiş. Hapishaneden kaçanları yakalayıp buluyor. Bence filmin tek başarılı oyuncusu. O kadar beğendim ki Prison Break’leri seyretmeye karar verdim. Bu filmdeki Muhasebecinin görevi Chairman’in aksine cehennemden kaçanları yakalayıp geri götürmek.

Oyundaki soğukluğu, tepkisizliği, mizah duygusu, ifadesiz yüzündeki değişiklikler, kokularla olan ilişkisi, belli belirsiz mimikleri… bana kalırsa underestimated-underrated (değerinden aşağıda görülen, önemsenmeyen) aktörlerden bir tanesi.

Kafamı kurcalayan başka bir sorun da gerek filmlerde gerekse romanlarda son yüzyılda ortaya çıkmış olan biz insanların birilerinin elindeki oyuncaklar olduğumuz fikri. Çok tanrılı dinlere karşı bir özlem mi var nedir? O dönemdeki beni en çok şaşırtan şey ne yaparsan yap daima bir tanrının elinde oyuncak olmuşsundur ve senin bir kabahatin yoktur. Aşık mı oldun Eros’un işi. Başka bir ülkeye mi saldırdın Mars emretti. Birinin ırzına mı geçtin Zeus bu. Suç ve ceza toplumuna karşı bir başkaldırı mı bu…

Günün ikinci filmi uzun zamandır evdeki medyatekte duran başrollerini Meryl Streep ve Alec Baldwin’in paylaştıkları İt’s Complicated filmi. Konu oldukça sıradan: birbirini severek evlenmiş çift üç çocuktan sonra boşanıyor. Aradan 10 sene geçmiş. Adam başka bir kızla evlenmiş. Çocuklardan birinin mezuniyeti vesilesiyle yeniden bir araya gelen bir aile. Acaba barışacaklar mı barışmayacaklar mı?

Oyuncuların her ikisi de harika. Oyunlarını izlemek keyifli. Steve Martin de fena değil. Hakkını yemeyeyim. Little  Ceasers’tan söylenen bir büyük pizzanın yanında iyi gitti. Filmin alt yazılarını çeviren arada zor gelen konuşmaları orjinal dilinde bırakmış. Bu da bir fikir tabii… Belki de uydurup kaydırıp anlamını değiştirmektense… mesela filmin bir yerinde Streep telefonda konuşurken Baldwin’e “look, now I’m lying” diyor. Bak işte senin yüzünden yalan söylemeye de başladım anlamında. Alt yazı ise şöyle “bak, şimdi uzanıyorum” bu konuşmayı da orjinal haliyle bıraksa çevirmen olurmuş. Gülüp geçtik o kadar.  Film çevirilerine verilen ücret oldukça düşük. Öyle olunca akıldan şu bile geçiyor. Bir tomar kart alsam ve mesela sokak çocukları yararına gelen geçene satsam ya da tükenmez kalem, selpak neyin satsam günlük harçlığımı çok daha fazla çıkarmaz mıyım?

Her şeye rağmen, özellikle de geçen haftanın süper filmlerinden sonra bu iki film kesmeyince daha iyi bir şeylerle geceyi kapatmak adına Almodovar’ın Broken Embraces’ına başladık. Sonunu getirebilen oldu mu bilmiyorum. Ben rüyalar alemindeydim. Bu sefer Altunizade taraflarında dolaştım. Oralarda bir cafeler sokağı vardır, yeşillikler içerisinde ve tahta iskemleleriyle meşhur… bilmem hiç bahsetmiş miydim? Sık sık giderim. Geceleri tabii… Tavsiye ederim.

Bunu derecelendir:

Bir de Baktın ki Küpün İçindesin

21 Pazartesi Mar 2011

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 2 Yorum

Etiketler

cube, kafkavari filmlerden

Akşam yatağına yatıyorsun, sabah gözlerini açtığında en fazla 3 metre karelik tank benzeri bir küp oda içerisinde yerde uyanıyorsun. Eni, boyu, yüksekliği 3 metre. İçeride senden başka hiç bir şey yok. Ne canlı ne de cansız. Hatta sen kendin bile varlığından emin olamıyorsun. Rüya mı gerçek mi ayırt edemiyorsun.

Ya da en son buzdolabını açıp kendine yemek çıkarttığını hatırlıyorsun, gerisi tamamıyla simsiyah. Kendine geldiğinde sen de bir evvelkinin benzeri başka bir küp tank içerisindesin. Ve sen de tek başınasın. Küplerin 6 yüzeyinin tam ortasında kasa gibi çevrilerek açılan yine küp biçiminde birer kapı var. Açıyorsun olduğun küpün benzeri başka bir küp. Bazen değişik renklerde bazen de bubi tuzaklarıyla dolu. Hangi kapıyı çevirip açsan hep aynı manzara. Bir müddet sonra dev boyutlardaki bir küpün içindeki bu üçer metrelik küçük küplere sıkışıp kalmış 7 kişi olduğunuzu anlıyorsun. Her biriniz farklı etnik köken ve mesleklerden seçilmişsiniz. Farklı yaşlardasınız. Farklı  özellikler desiniz. Daha önce hiç tanışmamışsınız. İki kadın ve gerisi erkek. Tek ortak özelliğiniz hiç birinizin küpün içine nasıl girdiğini hatırlamaması ve dışarıya çıkamaması. Ayrıca içeride ne yemek var ne de su.

Vincenzo Natali’nin yönetmiş olduğu film 1977 Kanada yapımı. Yönetmeni tanımıyorum. Baktığım bilgilere göre Paris Je t’aime filminde “Quartier de la Madeleine” başlığını çekmiş. Gecenin geç saatlerinde karanlıkta yürüyen bir genç aniden bir ses duyar, sonra parlak kırmızı bir kan gölüne basar. Kanı takip ettiğinde bir vampirin yaşlı bir adamı yere yatırmış ısırdığını görür. Vampir de bunu görür, yakalar ve tam ısıracakken vaz geçerek çeker gider. Çünkü vampir kadındır ve buna aşık olmuştur. Aslında genç adam da vampire aşık olmuştur. Güzel vampirin kendisini ısırmasını umutsuzca arzu etmektedir. Sokakta bir şişe bulur, kırar ve bileklerini keser. Kanını vampire sunar. Vampir kadın reddeder fakat genç adam kan kaybından ölmek üzeredir, vs… hatırladınız mı? Öylesine garip bir öykü işte. Sonunda vampir kadın kendi kanını vererek genç adamı kurtarır. Genç adam da bundan böyle vampir olmuştur. Dişleri uzar ve ilk iş vampir kadını ısırır. Öykü, bu güzel çifti bir kalp içine sıkıştırarak biter.  Bu filmdeki en iyi öykü değil belki ama yönetmenin Cube filmi bir harika. Oyuncular muhteşem. Seyretmeye değer. DVD’si D&R’da  9,5 lira. 21 liralık değme filmlere taş çıkartır.

Daha sonra 2002 yılında Andrzej Sekula’nın yönetmenliğinde amerikan remake’i yapılmış. Cube2: Hypercube. Farklı bir senaryo ancak temel kurgu aynı. Bu sefer sekiz kişiler. Yalnız eleştirmenlerden ilki kadar iyi not alamamış. Bu yönetmeni de tanımıyorum malesef. Fakat filmi buldum. İlk fırsatta onu da seyredeceğim.

Bu arada ilk filmden aklımda kalan ve çok güldüğüm bir konuşmayı aktarayım.

Quentin: Tanrı aşkına Worth, ne için yaşıyorsun?Eşin, kız arkadaşın ya da bir şeyin var mı?

Worth: Yok. Oldukça iyi bir porno koleksiyonum var.

Worth filmde en cool karakter olarak adamım oldu. Her birinin birer sırrı olduğu gibi Worth’ün de bir sırrı var. Küpün içinde çıkışı umutsuzca ararlarken her birininki ortaya çıkacak. Yavaş yavaş.

Kader Ajanları ile birlikte hafta sonunda 2 tane kafkavari film seyretmek büyük bir keyif oldu. Neredeyse iyi ki hava kötü oldu da adaya gidemedik diyeceğim. Labirentleri, gizemli olayları sevenler için kaçırılmayacak bir film. Ayrıca pek bir anlamı da  yok diyebilirim. Hatta filmin anlamı anlamsızlığı… Duyduğuma göre en düşük bütçeyle gerçekleştirilen filmlerden.

Trailer seyretmek isteyenler için işte bağlantı:

Bunu derecelendir:

Adjustment Bureau – Kader Ajanları

19 Cumartesi Mar 2011

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 5 Yorum

Etiketler

bilim kurgu, Chairman, Philip K. Dick

Havanın kötü olması bir işe yaradı. Tüm programları iptal edip sinemaya gitmeye karar verdik. Eve en yakın Caddebostan Kültür Merkezi Budak Afm var. Kız kardeş oynayan filmlere baktı. İki kadın Bir erkek, gördük. Black Swan gördük. Kral’ın Speech’i onu da gördük. Geriye kalanlar arasında romantik komediler var, hiç canımız çekmiyor. Türk filmleri var. Üff, hiç birimizin hevesi yok. Bir de onun dışında bilim kurgu, romantik, macera gibi duran Kayıp Ajanlar ve bir bilim kurgu felaket cinsi Los Angeles’ın uzaylılar tarafından istilası gibi bir şey.

Benim için hiç farketmez dedim kızkardeşe, sen seç. Ya ajanlar ya L.A. Saatlerine bakalım diye cevapladı. İkimiz de seçim yapmak konusunda biraz kararsız tipleriz. Aslında ben seçerim ama kibarlık yapıyorum. Tiran’da sinema yok. Biliyorum çok özlüyor. O zaman o seçsin diyorum. Ama o da kibarlık yapıyor. Düşüncesi şu; ikimizin de seveceği bir film olsun. Zira öyle her filme tahammül edemem biliyor. Dolayısıyla saatler bizim yapmamız gereken seçimi yapacak.

Gelin görün ki filmlerden bir tanesi 16:20 diğeri 16:30. Seçim işi yine başa düştü. Konuyu enine boyuna tarttık ve ajanlı, maceralı hareketli bir şey olsun diyerekten The Adjustment Bureau’yu seçtik. İyi ki de seçmişiz.

Film gayet sıradan bir şekilde başladı. Senatör adayı, seçim kampanyası, favori aday Matt Damon seçim gününden bir gün evvel tüm gazetelere kıçıyla manşet oluyor. Mezuniyet balosunda pantolonunu indirmiş. Muzur gazeteci de bunu fotograflayıp basmış. Tabii seçimi kaybediyor. Esas kızla tanışıyor vs… Olağan bir şekilde devam eden film 15. dakikaya geldiğinde 360 derecelik bir dönüş yaparak inanılmaz bir maceraya adım atıyor yanı sıra modern Kafkavari bir havaya bürünüyor. Ve bana kalırsa sonuna kadar da nefes nefese devam ediyor.

İkinci güzellik Mad Men’de reklam ajansının ortağı çapkın Roger Sterling rolündeki John Slattery’nin harika bir oyun çıkarması. Öykü bilim kurgu olduğu kadar komik ve mizah dolu. Gülmekten kırıldık. Gerçi salondaki tek gülenler bizdik diyebilirim.

Filmi çok anlatmak istemiyorum ve muhakkak görülmeli diyorum. Öykü çok sağlam. O kadar sağlam ki özgün senaryo olamaz dedim kendi kendime ve bekledim bakalım bu senaryonun altından hangi kitap çıkacak diye.

Ne çıktı dersiniz? Blade Runner, Total Recall ve Minority Report film senaryolarının best-seller kitaplarından uyarlandığı bir numaralı bilim kurgu yazarı  Philip K. Dick. The Adjustment Team adlı kısa öyküsünden çok başarılı bir uyarlama.

Kaçırılmayacaklardan.

Bunu derecelendir:

>Harry Potter Kampı – I

23 Salı Kas 2010

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ Yorum bırakın

>

Günlüğümü çok ihmal ettim. Hatta daha önemlisi bu aralar yazmayı toptan boşladım. Biraz suçluluk duygusu, biraz dolup taşma raddelerine gelmekten dolayı oturdum yazıyorum. Bu blogu açma nedenlerimden biri de beynimi boşaltmaktı. İlk iki sene oldukça iyi başardım. Bu sene biraz ite kaka gitmesine rağmen vazgeçmeye gönlüm varmıyor. Bir de şunu fark ettim. Birileri bana yaz dedikçe tam tersine geri çekiliyorum. Sanki o birileri yazma özgürlüğümü elimden almış, beni zincirle bir bilgisayarın önüne bağlamış. Bir zamanlar yazabilmek özgürlüğümü simgelerken şimdi aklıma altın kafesler geliyor. Tembele iş buyur sana bahane üretsin demenin daha felsefi bir yolu.

Neyse, çok uzatmadan asıl konuya geleyim: Bayram tatili bu sefer uzundu ya… hani biz de bir yerlere gitmedik ve İstanbul’da kaldık ya… işte tam o sıralar Harry Potter efsanesindeki son kitabın ilk bölümünün sinemaya uyarlaması nedeniyle bir kamp düzenleme fikri gelişti.

Biz ailecek Harry Potter’ı çok severiz. Sizden iyi olmasın. Hane halkının yarısı hem kitaplarını kaçar defalar yutmuştur hem filmlerini yine kaçar defalar seyretmiştir. Ben ne yalan söyleyeyim kitapları okumayı çok istesem de bir türlü fırsat yaratamadım. Hep bir bahane işte. Filmleri her seferinde sinemada seyrettim. Sonra birer kere de eve DVD’ler gelince… Son kitabın birinci bölümü Ölüm Yadigarları geçen hafta vizyona girecek olunca aslında hikayenin bütününü pek hatırlamadığımı hele de son filmi hiç mi hiç hatırlamadığımı farkettim. Öylesine ki Dumbledore’un öldüğünü bile unutmuşum. Olacak şey mi? Dolayısıyla bu kamp fikrine gözü kapalı atladım. Kiki zaten dünden hazır. Baş organizatör ve fikir babası [anası mı desem?] olarak işe koyuldu. Kuralları belirledi. Programı yaptı:

Cuma akşamından başlanacak Pazar sabahına kadar tüm DVD’ler toplu bir şekilde hiç kıpırdanmadan ve mızıldanmadan izlenecek.  Pazar sabahı ilk matineye sinema biletleri alınacak ve sondan ikinci bölüm sıcağı sıcağına görülecek. Bu kamp esnasında tüm yatak yorgan salona taşınacak. Pijamalar ve pofuduk çoraplar giyilecek. Salon büyük bir yatakhane, yemekhane, gusülhane, vs gibisinden ne kadar hane varsa ona dönüşecek. Kimse izinsiz salonu terk etmeyecek. Hatta izinli bile terk etmeyecek. Tüm cep telefonları kapanacak. Kapılar açılmayacak. Sadece acıkma durumlarında yiyecek, içecek, vs gibi hayatta kalmayı sağlayan malzemelerin dışarıdan temini için telefon kullanılacak. Tüm bunların dışında pazar sabahı ilk matineye kadar dış dünyayla her türlü irtibat kesilmiş durumda. Körlük filmini seyretmiş olanlar için, atmosferde onun gibi bir durum var diyebilirim. Tek fark, hepimizin gözü görüyor. Göz göre göre uygulanan bir kamp bu.

Cuma akşamı saat 7:30 sularında girdik. Kamp öncesi bayramdı, doğum günüydü, gezmeydi gibisinden muhabbetler çok olunca pek bir hazırlığımız olamadı. Buzdolabında kıymalı karnıbahar vardı ki, hane halkı oy birliğiyle salonda kurulmuş olan ambiansa uymayacağından yemeği reddetti. Halbuki gönül isterdi ki, mercimek köfteler, kısırlar, dolmalar, börekler, köfte patlıcan kızartmalar, un helvalar olsun, masalara dizilsin. Onun  yerine bilumum cips, kuru yemiş, pizza, ekmek arası, çikolata, şeker, vs… cinsinden ne bulunabildiyse onlar yendi.  Cuma gecesi kim nereyi boş bulduysa orada uyudu. Cumartesi sabahı yüzler bile yıkanmadan gecenin ikisine kadar devam edildi. Üstler açık yatılınca uyuya kalma ve filmi kaçırma kabusları görüldü. Her şeye rağmen pazar sabahı erkenden kalkılıp duşlar alındı ve ilk matineye zor yetişildi. Filmler öylesine uzunmuş. Bu arada sinemada sabah matineleri en keyif aldığım zamanlardır. Türkiye henüz uyanmadığından en izdiham olacağı düşünülen filmlere bile yer bulunur. Salon hınca hınç dolu değildir. Hatta çoğu film, özel gösterim havasında geçer.

Ölüm Yadigarlarını nefes nefese seyrettim. İkinci kısmı için hazirana kadar beklemek çok sıkıcı. Filmde bir ara Üç Erkek Kardeş Öyküsü için bir animasyon yapılmış işte onu çok beğendim. Film öncesi böylesi bir kampa girmenin sakıncaları da yok değil tabii; dünden beri kendime gelmekte, gerçek dünyaya ayak uydurmakta zorluk çekiyorum. Patronum büyüsü, Leviosa, Stupefix, Accio en sevdiklerimden. Birine mi kızdın Stupefix diyorsun sersemliyor, bir şeyini mi kaybettin Accio diyorsun ortaya çıkıyor. İş yerinde, okulda, oturduğun apartmanda, mahallede kanını, ruhunu emenler mi var Patronum diyorsun senden uzak duruyorlar. Avada Kedavra en kötü ve ölümcül büyü. İlgili  bakanlıkça uygulanması yasak. İyiyle kötüyü birbirinden ayıran tek büyü. Bu arada iyi ile kötü arasındaki tek fark, Sirius Black’in dördüncü filmde Harry’e söylediği gibi: hepimizin içinde hem iyiden hem de kötüden bulunur önemli olan davranışlarında hangisini seçtiğindir. Çelişkilerle var olan insan misali son kitapta öğreniyorsun ki ölümsüzlük elde etmek için bu yasak büyüyü 7 kere kullanman lazım. Yani ölümsüzlük için öldürmelisin. Bu bana “Irk” savaşlarının özünü hatırlattı. Potter efsanesindeki ana fikir şu; bir ırkın ebediyeti ancak ve ancak diğer ırkı yok ettiğinde sağlanır, melezlere yer yok vs, gibi sapık ve hiç insanca olmayan bir düşünce. Zaten Harry Potter bilindiği gibi tamamıyla bir hayal ürünü. Gerçek dışı.

Kampın bana bir faydası da şu oldu: elimdeki kitabı bitirir bitirmez Rowling’in ciltlerine başlıyorum. Melez Prens DVD’sinde Rowling ile yazı sürecine ilişkin bir röportaj var. İlginç. Bu sagayı yazması tam 17 yılını almış. Ve Rowling, gerçekte başından hiç hoş olmayan tecrübelerin geçtiğini, sürekli depresyonda olduğunu altını çizerek belirtiyor. Böyle depresyona girmeye can kurban dedim. Çıkmayı istemek delilik. Sonuçta dev bir eser üreteceksem ne gereği var. Kuyunun en dibinde karanlıkta bağdaş kurup oturabilirim.  Bu arada son cildi otel odasında yazmış bitirmiş. Yani kapalı olmak… tek başına olmak… ekmek elden su gölden yaşamak…bilmem yeterince açık oldu mu? Röportajda bir ara yeni eşinin söyledikleri de şuna geliyor; Rowling hayali iletişim kapılarını bir kere kapadı mı bir daha kendisine ulaşılamaz. Yine aklımda kalan bir nokta daha var. Klipte Rowling eskiden, sonrasında kaybettiği kız kardeşiyle birlikte gittikleri kiliseyi gezdirirken, orada duran kayıt defterini karıştırıyor. Kız kardeşi ve kendi isimlerini gösteriyor. Yanlarına not düşülmüş 10 ve 12 yaşında. Sonra aniden pat kapatıveriyor defteri; yüzünde muzip bir gülümseme. Harry Potter’daki karakterlerden birinin ismini nereden uydurduğumu şimdi hatırladım diyor. Sırrım ortaya döküldü.

Kıssadan hisse ben, biz bu kamp işini çok tuttuk. Haziran’da Harry Potter’ın son filmi piyasaya çıkacak. Ondan önce yine ikinci bir Potter kampına gireceğiz. Bu sefer hazırlık yapılacak. Hani şu dolmalar, mercimek köfteler, börekler, helvalar… Bu arada ben kitapları da okumuş olarak tam bir Potter uzmanı kesilmeye ant içtim. Gerçi evde hali hazırda bir tane var. Hiç abartmıyorum filmleri seyrederken tüm replikleri ezbere biliyor, önceden söylüyor. Kitaplarda bir çok sayfalar post-it’lerle işaretlenmiş. Bu arada haftada 3 saat İngilizce ile nasıl lisan öğrenilir sorusuna hiç tereddüt etmeden cevap veriyorum. HARRY POTTER izleyerek. Dolayısıyla asıl profesör doktor uzman var, ben uzman yardımcısı olacağım. Hazirana kadar kampsız nasıl beklenecek gibisinden bir soru gelmesin akıllara en kısa zamanda Friends kampı düzenlenmesine oy birliğiyle karar verildi.

Bunu derecelendir:

>Filme Bulandım

18 Pazartesi Oca 2010

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 2 Yorum

>Bir kere başladım mı duramıyorum. Hemen hemen her konuda böyleyim. Sabahları ne kadar erken kahvaltı edersem gün boyu da o derecede çok yerim. Elimi bir kere yemişe sürdüm mü tüm çerez stoğunu bitirmeden rahat edemem. Kitap okumaya başlayınca sonunu görmeden kesmek zul gelir. Biri bitince, dur durak vermeden hemen bir diğerine geçerim. Bir yazdım mı, ardı arkası kesilmez. Rüya gördüm mü, günlerce peşinden sürüklenir giderim. Tabii kuraldışı durumlar da var. Yemek, temizlik ve çeviri. İşi tam ortasında bırakıp başka şeylere el atmadığım zaman ve mekan yoktur.

Fotograflardaki üç filmi ardı arkasına seyrettim. Daha da hızımı alamamıştım ama evden eh yeter artık dediler. Cumartesi akşamı taksim ya da haliç’teki kültür şenliklerine katılamama durumu ortaya çıkınca bari CKM’ye gidelim dedik. Hem eve yakın, hem de herkes sokak şenliklerinde, sinema sakin olur gibi de bir alt düşüncem vardı.
5 kişiyiz. 5’imizin de zevkleri ayrı. Avatar’ı görmek isteyenler çoğunlukta, ben de istiyorum ama çok da şart değil. Almodovar’ın Kırık Kucaklaşmalar’ını öneriyorum. Bir itiraz, bir itiraz. Gerçi sonradan isminden dolayı türk filmi öneriyorum zannedildiğini öğrendim ya, neyse. Sherlock Holmes isteyen var. Kimbilir kaç bininci Sherlock Holmes kitabı ya da filmi. Bu seferkinin değişik nesi varmış acaba diye düşünüyorum ama yine de görmek istiyorum. Sonraki bir Woody Allen’ın filmi. Kiki, okul seyahatinde dvd’sini görmüş, tam alacakmış geri bırakmış. Bense filmin vizyona girdiğinden bile haberdar değilim, hemen hevesle tamam diyorum. Ya da George Clooney’nin Aklı Havada’sı teklif ediliyor. Yönetmen Jason Reitman. Severek seyrettiğim Juno filminin yönetmeni. O arada Fatih Akın’ın Soul Kitchen afişleri dikkatimi çekiyor. Tam, iyi bir filmmiş diyeceğim, laf ağzıma tıkılıyor. Anlaşılan hep birlikte film seyredeceğiz ama karar meşakkatli olacak, her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Sonunda CKM’nin sokağına sapıyoruz. Otopark ardına kadar dolu, ve civar sokaklarda gıdım yer yok gözüküyor. Anlaşılan herkes film seyretmeye gelmiş.
İki kişi seçip, kızkardeş ve Kiki, gişeye yolluyoruz. Neye bilet alırlarsa onu seyredeceğiz. Geri kalanlar park yeri bulmaya uğraşıyoruz. İçimden nasıl olsa kolay karar veremeyecekler vakit var diyorum. Halbuki karar çok çabuk çıkmış. 19 senslarının hiç birine yer yok. 22 seanslarındaysa sadece Woddy Allen filmi müsait. Boşa geçen onca tartışmanın yorgunluğunun bir anda üstüme çökmesine rağmen sorun, nerede ve ne yiyeceğize dönüşüyor. İki kişi yarı tok, iki kişi çok aç, bir kişi yarı aç. Ve zaten ortada yok. Bu sefer yağmur altında, karar daha hızlı çıkıyor. En yakındaki Sahan restorana gidilecek.
Önümüzde kebapçıda geçirilecek 4 saat gibi kısacık bir süre var. Bir kebapçıda otursan otursan ne kadar süreyle oturabilirsin ki. Rakı sofrası muhabbeti yapmamıza rağmen 2,5 saatte işimiz bitiyor. Filmin başlamasına daha çok var. Önümüzdeki masa bomboş, beyaz örtüyü seyrediyoruz. Hadi kalkalım diyorlar. Nereye gideceğiz ki dışarıda yağmur yağıyor. Böyle oturulmaz ki, kağıt mı oynayacağız. Kahve söyleyelim o zaman diyorum. Kahveyi neden burada içelim ki diyorlar. Çünkü dışarıda yağmur yağıyor da ondan. Olsun şeker değiliz ya. Eh, o zaman nereye gidelim nerede içelim sorunu gündeme geliyor. Hadi dön yine en başa.
Dondurmacılar Mado diyorlar. Kahve deyince Mado önerisi, gelse gelse ancak bizimkilerden gelir zaten. Starbucks’a burun kıvrılıyor, Gloria Jeans, Kahve Dünyası çok uzak, Tchibo çok ayak üstü derken CKM’deki Hayal Kahvesi bizi kurtarıyor. Hem orada dondurma da var. Yanıbaşıysa D&R.
Amacım filmlerden bahsetmekken yine sürüklendim neler anlattım. Woddy Allen’ın filmi bir harika. Salonda üç beş kişi biz varız. Rahat rahat seyrediyoruz. Kahkahadan kırılıyoruz. Bir kere baş karakter film çevirdiğinin farkında. Hatta doğrudan bize konuşmakla başlıyor işe. Ancak diğer karakterler, biz seyircileri malesef göremediklerinden, baş karaktere çatlak muamelesi yapıyorlar. Halbuki çok zeki bir quantum fizikçisi olduğunu unutuyorlar.

Diğer filmlerden Gad Elmaleh ile Audrey Tatou’nun Hors de Prix’si muhteşem. Gad Elmaleh’in, Cem Yılmaz tarzı tek kişilik şovlarından defalarca herkeslere bahsettim. En sevdiğim komiklerden biri. Çok yetenekli. Esprileri kuvvetli. Yüz ifadeleri, beden dili müthiş. Bu filmde de bana kalırsa mükemmel oyunculuk sergiliyor. Audrey Tatou’da aynı şekilde. Sadece başrol oyuncularını bile seyretmek çok hoş. Özellikle de filmin başında Gad Elmaleh’e içim acıdı. Ekran başında eridim bittim. Hemen hemen hiç konuşmadan, sadece bakışlarla, film icabı insan duygularını o kadar iyi seyirciye geçirebilen az sayıda oyuncu vardır sanırım. Elmaleh’de bunlardan biri. Konu klasik aşk hikayesi. Hizmet sektörü:) falan filan…
He’s just not that into you. Biraz daha sıradan ama yine de kendini seyrettiren bir film. Başlarda oldukça sıkılmama rağmen, sonlara doğru iyice açıldım. Akşam akşam televizyon karşısında uyuyup kalmadığıma göre yine de o kadar kötü sayılmaz. Hatta eğlenceli. Ama her kız bu şekilde düşünür ve hareket eder, zannedilmesin derim. Sonuçta film icabı yani…

Bunu derecelendir:

>Sabah Keyfi Düşünceleri

05 Salı Oca 2010

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ Yorum bırakın

>İstanbul’da hayat tam hızıyla devam ediyor. Dün akşam kendimi ayağımın tozuyla film atölyesinde buldum. Rus yönetmen Andrei Zvyagintsev’in Venedik Film Festivali dahil olmak üzere bir çok ödül kazanmış ve bir çoğuna aday gösterilmiş 2003 yapımı Dönüş filmini seyrettik. Türkiye’de 2005 yılında gösterime girmiş. O yıllarda kaçırmış olmam büyük yazık! Farklı kararkterlere sahip iki erkek kardeşin 12 yıldır görmedikleri bir babayla çıktıkları yolculuk sırasında hesaplaşmaları üzerine. Psikolojik olduğu kadar evrensel insanlık tarihine de bir gönderme var. İktidar konusu farklı bir şekilde işlenmiş. Öykü basit ama çarpıcı. Merak unsuru filme baştan sona hakim. Sürükleyici. Hatta bazı kutular açılmadan kalıyor. Sırlar gömülüyor:)

15 gündür unuttuğum metrobüse binmek müthişti. Ben görmeyeli bir çok jeton alma makinesi eklemişler. Akbil doldurma makineleri gelişmiş modellerle değiştirilmiş. Belediyenin hızına yetişmekte zorlanıyorum.

Unuttuğum ikinci şey de İstanbul yaya trafiğinin TERSO’luğu. Danimarka’da yayalarınki de aynı araç trafiği gibi sağdan işliyor. Çocukluğumda da bize böyle belletmişlerdi. Sağdan inip sağdan çıkacaksın. Yılların verdiği bu alışkanlık Londra ve Kıbrıs’ta bulunmadıkça pek sarsılmıyor. Gerçi oralarda da bir müddet sonra alışılıyor. Tecrübeyle sabittir.

Ancak, metrobüslerin İstanbul yaşamına katılmasıyla ülkemizin durumunda biraz değişiklik oldu. TERSO’luk da burada zaten. Metrobüslerde yaya trafiği İstanbul araç trafiğinin aksine soldan işliyor. Gişeler, çıkış turnikeleri, vs. hep o düzende yapılmış. Sun Tzu’nun Savaş Stratejilerinden aklıma Saşırt, Saldır ve Kazan geldi. Bu durumda kime ve neden savaş açıldıysa bilemiyorum tabii? Özellikle de en kalabalık istasyon Mecidiyeköy’ün durumu bu düzenin en hakim olduğu mekanlardan birisi. İş çıkış saatlerinde bu durağın üzerinden helikopterle bir video çekimi yapılmalı. Yok ben kendim tecrübe edeceğim diyenler içinse jetonlar 1,5 ytl.

Bir zamanlar bir kitap okumuştum. Mutluluğun 15 kuralını (uydurmuş olabilirim yaklaşık diyelim) ülke ülke gezerek ve yaşadıklarıyla listelemiş, hastalarını mutlu etme derdinde olan bir psikiyatrın öyküsüydü. Kurallardan biri “Kıyaslamalar Mutsuzluk Getirir” gibi bir şeydi. O zamanlar kendisine çok hak vermiştim. Şimdi ise dolaylı yoldan şu kanıya vardım: “kıyaslamalar edebiyatı körükler, edebiyattan da mutluluk doğar”. Yani yaşasın farklılıklar.

Mutlu olmak için farklılıkların, tezatlıkların, garipliklerin farkında olmak yeterli. Zaten Cennet’i de bu yüzden terketmedik mi? Ama niye hep Cennet’e geri dönmek istiyoruz. Bu da ikinci bir bilmece?

Fotograf : imdb.com

Bunu derecelendir:

>Little Miss Sunshine ve Sunshine Cleaning

09 Çarşamba Ara 2009

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 2 Yorum

> Geçen hafta ailecek seyrettiğimiz bu iki amerikan filmini çok beğendim. Sunshine Cleaning’den daha önce de bahseder gibi olmuştum. Okulun en imrenilen ve en güzel pon pon kızının gerçek hayata geçince “bocalaması” üzerine bir film. Bocalamak tırnak içinde çünkü belirli toplum kuralları içerisinde “loser” etiketi takılan biri. Güzel olmasına rağmen diğer kız arkadaşları gibi iyi bir evlilik yapamamış. Sevdiği çocuğu kendi sınıfından birine kaptırmış ancak yine de onunla evlilik dışı bir çocuk yapacak ve haftada bir iki gün otel odasında buluşmaya devam edecek kadar cesur. Üç kuruşluk servetini başarısız iş girişimleriyle sürekli batıran bir baba. Torununa doğum gününde dünyayı vaad edip, sonunda mahelle bistrosunda bir pastayla kutlayan bir dede. Uçuk ve cool takılan işsiz bir kız kardeş. Temizlik yaparak hayatını kazanmaya çalışan bu sıra dışı annenin yine sıradışı bir işle içinde bulunduğu züğürtlükten sıyrılışı. Meydan okuması. Farklı biri. Hayatı ciddiye almayan, geldiği gibi yaşayan bir genç kadının bir anlamda toplumdan intikamı. Hem de toplum kurallarını ihlal edenlerin bıraktığı pisliği temizleyerek. Gerek cinayetler, gerek intiharlar olsun, her ikisi de insanoğluna yasaklanmış şeyler. Kadın yönetmen Christine Jeffs’den tam bana göre bir film.

Tiplemeler acayip komik. Özellikle baba ve kızkardeş. Çocuk okuldan eve dönüyor. Anne, bana piç diyorlar. Piç ne demek? diye sorduğunda, kızkardeş çok Cool bir şey demek diye cevaplayarak bir de üstüne çocuğa doğum gününde üzerinde ben bir piç’im yazılı bir tişört alıyor (burası yalan olabilir, tişört değilse de ona benzer bir şey).

İkinci film daha da beter. Güzellik yarışmasına katılıp kraliçe seçilme hayalleri kuran küçük bir kızın komik hikayesi ve yine bu doğrultuda toplumun eleştirisi. Küçük kız tombul, gözlüklü ayrıca da hiç bir yeteneği yok. Ne şarkı söyleyebiliyor ne de başka bir yeteneği var. Bütün film boyunca büyük babanın kıza bir dans numarası çalıştırdığını biliyoruz ve gösteriyi ancak filmin sonunda izleyebiliyoruz, anında kopuyoruz ya da yarılıyoruz. Film aslında bir yol filmi. Tüm aile, küçük kızın 8 aydır hiç konuşmayarak eylem yapan manyak abisi, çünkü jet pilotu olmasına izin verilmesini istiyor, amerikanın 1 numalalı Proust uzmanı profesör, sevgilisini rakibine kaptıran homoseksüel, intihar ederek kurtarılan ve hastaneden yeni çıkan bir dayı, tek başına kalmaması tavsiye edildiğinden kız kardeşine taşınıyor, porno meraklısı bir büyük baba, sürekli birbirini iğneleyen ama sevgileri de gözden kaçmayan bir anne ve baba minibüse doluşup amerika’nın bir ucundan diğerine yolculuk yapıyorlar. Amaç Miss Little Sunshine yarışmasına yetişmek. İtalyan komedi filmlerini aratmayacak düzeyde iyi bir film. Jonathon Dayton ve Valeri Faris’in yönetmenliğinde ödül almış.

Sonuç olarak her ikisini de zevkle seyrettik. Senaryolar çok güçlü. Bu ikisi benim filmlerim diyebilirim. Bir de Juno ile Into the Wild var tabii ki. Aslında bir çok film var. Aynı kitaplar gibi, ne seyretsem ne okusam beğeniyorum. Şansıma da pek kötüler yoluma çıkmıyor.

Bunu derecelendir:

>Bir Yudum Sevgi – Atıf Yılmaz

24 Salı Kas 2009

Posted by Qunegond in filmlerim, Günlük

≈ 2 Yorum

> Uzun zamandır bu kadar güldüğüm ve severek seyrettiğim bir Türk filmi hatırlamıyorum. Atıf Yılmaz’ın Bir Yudum Sevgisi 1984 yapımı. O sıralar üniversiteden yeni mezun olmuşum. Akıl bir karış havalarda. Yabancı düşkünlüğü had safhalarda, varsa yoksa batı müziği, amerikan filmleri takılıp giderken bu nacizane filmi atlamışım. Kadir İnanır’ı pek sevmem. Hale Soygazi’ye bayılırım. Ancak bu ikilşi muhteşem olmuş. İnanır’a nasıl dayandığıma ben bile şaşırdım. Hatta filmin sonunda kendisine yoğun bir sempati bile duydum. Senaryo Latife Tekin’in katkılarıyla çok güçlü. İronik bir espri anlayışı hakim. Acayip argo konuşmalarla dolu. O devrin gözde varoş laflarını öğrenmek isteyenler için bulunmaz bir hazine. İnternetten de seyredilebiliyor. Diziport doğru adres olabilir mi?? Karanlıkta not almaya fırsatım olmadı ama ben de ilk fırsatta yeniden seyredip kişisel sözlüğüme bir çok kelime, cümle ekleyeceğim. O kadar zengin. Lombak, Leman, Penguen yanında solda sıfır kalır.

Varoşlarda yaşayan kişilerin içerden bir yaklaşımla, olduğu gibi doğal, günlük halleriyle anlatımı. Aralarında aniden hayatının gidişatını sahiplenen ve bunu da kendi bildiği yollardan yapan bir kadın. Evlilik kurumunun her iki cins açısından da yapılan bir eleştirisi, Kadir İnanır’ın “şimdiye kadar beni düşünen biri hiç olmamıştı” demesiyle ortaya çıkan yalın ama acı gerçek, toplumun kadına ve erkeğe biçtiği rollerin ağırlığı ve buna karşı çıkmanın getirdiği haller. Film her ne kadar gerçekçi bir üslupla çekildiyse de, masalsı bir tarafı var. Görünürde her şey tatlıya bağlanıyor. Ancak filmin sonu kurulu toplumsal düzene büyük bir eleştiri mahiyetinde. Evlilik kurumunun eleştirisi film sonunda yine bir evlilikle sonuçlanan izdivaçla aslında içinde yaşadığımız paradigmalardan dışarıya çıkabilmenin ne kadar zor ve hatta imkansız olduğu gerçeğini vurgulamış.

Mahallenin Güzin ablası Didar, evine kocasının iktidar sorunlarından yakınan genç, yaşlı, açık, kapalı mahallenin tüm kadınlarını toplayıp seks dersi, kadınlık dersi veriyor. Aynı anda hocalar da büyü, muska yönünde çalışmalar yapıyor. Tam bir cümbüş. Scola’nın italyanın varoşlarını anlattığı filmlerine benzettim. Bu film, hiç beklemediğim bir şekilde arşivimdeki baş yapıtlar arasında yerini aldı. Seyrettiğimiz kopyada bir de sansürlenen sahneler olsaydı daha bir süper olacaktı ama bu haliyle bile vurgulanmak istenenler gayet açık ve net.

Fotograf: Wikipedia

Bunu derecelendir:

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • İz Peşinde
  • Kahveyi bıraktım, başıma gelenler
  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri

Çok Okunasılar

  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • Bir Rüya Gibi
  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • >Yaka Düğmelerinden Erkek Karakter Tahlili
  • >Korkuyu Beklerken / UBOR-METENGA
  • >Ağaçlar ve İnsanlar
  • 4/101 Kitap: Solgun Ateş

Instagram

Follow me on Twitter

Tweetlerim

Diğer 850 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? can sıkıntısı Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz iç sıkıntısı Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 850 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Haziran 2019 (1)
  • Nisan 2019 (1)
  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 337.310 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazı beslemesi
  • Yorum beslemesi
  • WordPress.com

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası