• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Category Archives: kişisel gelişim

Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum

22 Salı Oca 2019

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 4 Yorum

Etiketler

alış alış nereye kadar, alışkanlık nasıl oturtulur, alışkanlık nedir, alışkanlığın iyisi kötüsü olmaz aşırısı dikkat ister, alışkanlığını söyle kim olduğunu söyleyeyim, alışmak sevmekten zordur ha tecrübeyle sabit, alıştım sana bir tanem, her işin başı alışkanlık, herkesin alışkanlığı kendine, yiğidin harcı alışkanlıktır

layer mısır foto ceken ben

Zihnimi toparlamaya çalışırken mesajlar, derken apartman görevlisi, derken karnımın acıkması, derken başka şeyler vs… ne yazacağımı, nasıl başlayacağımı unuttum. Dirseklerimi masaya dayadım, kafamı avuçlarımın içine aldım, bakışlar klavyedeki harflere dönük durdum. Bir araya gelseler, ilk cümlem neydi, anlatacağımın geri kalanı neredeydi bir arayıp bulup parmaklarımın ucuna yollasalar bekledim. Baktım olmayacak, Qune, böyle yazdığıma bakılmasın küne okuyorum, konunu belirlemişsin daha ne bekliyorsun hiç mi çala kalem başlamadın.

Alışkanlık konusunu epey irdeledim sonuçta iyi bir şey olduğuna karar verdim. Sorun benim bünyenin iyi ya da kötü alışkanlık tutmamasıydı. Üzerimdeki bu kaygan zemin bugüne kadar bir çok yönden oldukça işime yaramıştı, kuralı bozan tek bir şey var; okuyabileceğimin çok üstünde kitap satın alıp eve stoklamak. Kitaplardan sonra ikinci sırada gelen filmler, diziler bile zaman geliyor geçici olarak tozlu rafa kalkabiliyor, festivaller yağmurluktan akan damlalar şeklinde bedenimi ıslatmadan kayıp gidiyordu. Her keyif vericiyi/alışkanlığı bırakabilirim/bildim.  Keyif vermeyenleriyse zaten hiç rutine sokmuyorum, ev temizleme, yemek pişirme, alışveriş yapma, eski günlerde ders çalışma, örnek orta-lise zamanları birinci yazılı 10, ikinci yazılı 10, üçüncü yazılı 2 geldiği çok olmuştur, vs gibi.

Durum bu olunca alınacak yol biraz meşakkatli olsa da bir baş koydum. Öncelikle benim için hangi alışkanlıkların iyi hangilerinin kötü olduğunu listeledim. Bunu yaparken şunu fark ettim iyi de olsa kötü de olsa bütün alışkanlıklar keyif verici herhangi bir madde gibi özellikler gösteriyor, başlarda iyi olan şey aşırıya kaçınca tüh kaka olabiliyordu. Misal, ben buralarda yok iken, evde bütün kitapları indirdim, hepsini  yerli, yabancı, kurgu, kurgu dışı vs gibi ayırmaksızın yazar ismine göre alfabeye sırasına dizip sayarak düzenledim, yazarı pek tekil ve bilmediğim/bilemeyeceğim bir isimse ve yine misal Mısır ile ilgiliyse M’ye, çok yazarlı bir psikanaliz dergisiyse P’ye, Belgrad’ın tarihi üzerineyse B’ye, çeşitli yazarların Marilyn Monroe biyografileriyse M’ye, Shakespeare’larıysa S’ye, Woolf’larıysa W’ye yerleştirdim, bir çok çift alınmışları, bir daha okumayacaklarımı, yanlışlıkla alıp aslında ben bunu elime bile alacak okuyucu değilim diye düşündüklerimi, kimse duymasın sandığımdan fazla çıktılar, yaş ilerledikçe okuma/seyretme daha seçici oluyor sanki, sahiplendirdim. İyi kötü bir düzen gelince, geriye kalanlar sayıca 3500’e doğru gitmekteydi, evin tüm boş duvarlarını bana farkettirmeden istila etmişlerdi.  Haliyle ev biraz üstüme üstüme gelmeye başladı. İşte o zaman bazı iyi alışkanlıkların akıbeti konusunda hafiften bir şüphe baş gösterdi. Arka odayı çeşitli kitaplıklarla koridor bölmelerle labirent şekline getirebilir, oradaki çalışma masamı Kiki’nin ya da Çekirdek’in artık kırk yılda bir gelip kaldığı odasına koyabilir, tabii orada ufak ve elim bir tembellik sonucu daimi açık duran 2 metrelik çamaşır kurutma ızgarasını salonun ortasına taşıyabilirdim. İtirazlar geldi. Gidiş geliş trafiği biraz zorlanacağından evin içindeki diğer işlerin, en basiti temizlik, kanepeye yemek taşıma, aksaması, göz kirliliği, vs… söz konusuydu. Velhasıl, Amerikanın güney batı sahillerinde dört başı mamur, müstakil bir villam yoktu.

Alışkanlıkları iyi kötü diye sıraladım;

  1. Yazmak, düzenli yazmak, bu iyiydi.
  2. Kitap almak, fikren iyiydi, şu sıralar kötüydü. Ek not: Yıl sonunda 1 kutu kitaba abone oldum, her ay en az 3 tanesi, 8 yıldır devam eden okuma grubunun 1 tanesi, diyalogların seçiminden gelen 1 tanesi, eh bir kitapçının, bahsi geçen Gergedan’dır, önünden geçerken canım çeker, bir yerim şişer aman olmasın diye 1-2 tanesi, Göztepe parkının oralaraki yapı kredi atm’ye para çekmeye giderken, ki muhakkak yolum düşer  YKY’nin yenilerinden 1-2 tanesi, Beyoğlu’ndaki Metis,’ten olmazsa olmazlar, gelecek 1-2 tanesi zaten garanti. Derdim; bari bunlara ek idefix siparişi yapmayayım.
  3. Düzenli yürümek kötüydü, sıkıcıydı bir miktar yapılması elzemdi.
  4. Ev işleri hepten kötüydü, sıkıcıydı minimumda tutulması elzemdi, çözüm bulunmalıydı. Hala aranıyor.
  5. Evde yemek pişmesi kötüydü, sıkıcıydı dışarıdan hazır yiyecek, restoran, vs… seçenekleri hasta ettiğinden elzemdi, acilen çözüm bulunmalıydı. Hala aranıyor.
  6. Ev sadeleştirilmeliydi, kötüydü, sıkıcıydı yapılması gerekliydi, pek çok vakit kazandırma potansiyeline sahipti, bu düşünülmeliydi.

Bu liste daha uzayıp gider… fakat YouTube bilgilerime göre, bu arada mekanda binlerce habit tracker/alışkanlık takip çizelgesi/metodu var, geçtiğimiz haftalarda hepsini seyrederek, kuruluktan göz kapaklarımı kapatamaz hale geldim, olay şu; tek bir maddeyle başlamak, 15 gün devam etmek sonra bir ikincisini sızdırmak ve bu şekil istenilen kıvama gelinceye kadar ilerlemek, böylelikle bünye fark etmezdi. Bu teraneyi her ne kadar yutmasam da, yemeğe çay kaşığının 15’te biri fazla tuz kaçsa fark eden, kahve fincanının içine daha önce şeker karıştırılmış kaşık bir daldırılıp çıkarılsa midesi bulanan bünye nasıl olacak da bunu anlamayacak algılayabilmiş değilim, her neyse, denemeye karar verdim.

Öncelikle kendimce en fazla iyilik getirenden başladım. Sonra aslen kötü olup da dolaylı yollardan iyilik getireceği bir şekil ezelden belletilmiş olanlara geçeceğim.

Burada bir zamanlar kaybedilmiş bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum.

Bunu derecelendir:

Uzun zaman oldu görüşmeyeli…

21 Pazartesi Oca 2019

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim, Mısır, rüyalar

≈ 5 Yorum

Etiketler

anılar, ağızdan çıkanı kulak nasıl duymaz, çağrışımlarla nereye varabiliriz, bir yere varmak gerekli midir, bu kadar etiket yeter, dün iyidir bugün daha iyidir gelecek diye bir şey yoktur, kendini tanı, yesterday, zaten hepimiz bir yerlerde değil miyiz, şimdi bana kaybolan yıllarımı verMeseler, şimdi bana seninle bir ömür vaadetMeseler

DSC_0803.jpg

Son gönderinin tarihine bakınca bu başlığı uygun gördüm. Gerçi görüşmek ne mana? Ben buradan yazıyorum o esnanın biraz ilerisinde, o esnada kullanasım vardı, çünkü bu tabire bayılıyorum, bir anda farkettim ki teknik olarak pek uygun düşmedi, başka birileri başka bir yerlerde okuyor, çünkü elimdeki teleks değil.

Yazının alt başlığı çağrışım. Yazarken plansız biçimde ortaya çıkan teleks kelimesi biraz bu cinsten. Bir zamanlar Antalya’da beş yıldızlı bir otelin ön bürosunda çalışırken teleks başında oturan rezervasyon görevlilerine imrenirdim. Hatta o kadar imrendim ki allem ettim kallem ettim o işi öğrendim, rezervasyondakiler izinliyken ya da ben gece vardiyasındayken başına oturtuyorlardı, bu vardiyaya kalabilmenin koşulu tüm ön büro faaliyetlerine hakim olmaktı, rezervasyon, kasa ve gün kapanışı o zamanlar gün kapanışı kâğıt, mı desem çarşaf mı desem, ve kalemle yapılırdı, merakımdan hepsine bulaştığım için bir müddet sonra gece vardiyası üstüme kaldı, zaten o lanet otelden 1 sene sonra ayrıldım, şöyle oldu, direktör ön büro müdürü pozisyonu için beni odasına çağırdı, bütün özelliklerin uyuyor senden iyi aday yok ama biz, büyük ihtimal yönetim kurulundan bahsediyordu, M’yi (erkek) müdür yapmaya karar verdik çünkü onun çoluğu cocuğu var, ev geçindirmek zorunda, acındırarak kabullendirme stratejisi, üzerinde fazla durmayayım çok zaman geçti, acıma yerine bir takım yönetimlerden nefret etme duygularımı tohumlandırdı, lay lay lom keyifle çalıştığım yer kısa bir müddet sonra zul gelmeye başladı, her şey gözüme battı, başka bir yere geçtim. Parantezi kapatıyorum. Teleks bugünün WhatsApp mantığındaki bir şeydi, anında iletişim yapılırdı, şimdi bazen, bazılarımızın kuruluş amacını saptırmayın, oradan buradan junk haber atmayın, politikaya, dine, futbola girmeyelim bu grup birbirimizle iletişim kurmak içindir, vs… yazdığımız misali teleks, kullanma talimatlarında yazılı olmayan ama çoğunluğun saygı duyup uyduğu sadece otel rezervasyonuna özel bir haberleşme aracıydı, yine de insan her yerde, her zamanda insan olduğundan arada kaçar göçerler olurdu, eğlenceliydi.

Günün ikinci çağrışımı bir arkadaşımın haberleşme grubumuzdan an itibariyle kendi fotosunu paylaşmasıyla meydana geldi. C.İ. ile yeni tanışmışız, C.İ. evli olduğum adam, bir de çocuğum var, Kiki, annemin tabiriyle, Nam-ı diğer Annecik, artık eşek sıpası oldu hatta geçti, hazır aileyi anlatmışken Çekirdek’i de ekleyeyim kendisi kız kardeşim olur. İlk defalar çıkıyoruz falan, baş başa yemekteyiz, pat, yüzüme bakarak bigudin var mı diye sordu. Şaşkınlığımın tahmin edilebilir olduğunu düşünüyorum. Bir müddet sessiz kaldıktan sonra, yok niye sordun cevabını verebildim. Bir an, o da durakladı sonra bigudi takanlardan pek haz etmem gibisinden bir takım kelimeleri ardı ardına dizdi. Şunu diyeceğim kaderlerimizi nasıl da incir çekirdeğini doldurmaz malzemeler belirleyebiliyor. Evet bigudim var deseydim bu an burada, bu masa başında oturup bu satırları yazmayacaktım. Belki gene blog tutardım, belli mi olur, yalnız Qune değil de kim bilir kim olurdum. Kıssadan hisse, anı yazmak, hatırlamak çağrışım işi.

Üçüncü çağrışım, mutfakta iş yaparken bir anda kendimi Beatles’ın yesterday şarkısını mırıldanırken buldum. Azıcık altını kazınca on, onbeş dakika önce beni bir takım külfetlerden kurtarma potansiyeli olan birinin çarşamba ve cuma günü bana, evime geleceğini, hiç ummuyor, beklemiyordum, öğrendim. Dedim bak işte olay buymuş, sevincinden yesterday/dün diyorsun, all my trouble seemed so far away/tüm dertlerim pek çok ırak görüktü, bu kelimeyi bilerek yanlış yazdım, diyorsun işte sana çağrışımın dibi, o kadar dert edindiğin şey halloldu, hepsi yesterday/dün oldu. Bu şarkıyı ve anlamını bilenler tabii ki mantığını kuramadılar. Kendimi tanımasam ben de asla kuramazdım, ne alaka? Çünkü yesterday şarkısı bir düne özlemi belirtir, ah ne güzeldi o günler hiç derdim tasam yoktu şu an hepsi başımda, gitmek bilmiyorlar, bir dönebilsem düne, ah bir dönebilsem, dünlere inanıyorum, hepimiz dünüz, vs gibi sonuna kadar bu şekil kanırtır durur. Şimdi açıklamasını yapıcam: ben şarkıları dinleyerek asla anlamam, aynı şiirler gibi, türkçe olsun, fransızca olsun, Ingilizce olsun, bunlar bildiğim diller, kelimelerini, aşırı lehçeliler dışında, teker teker doğru biçimde dizebilirim, bütünsel anlamını, yazılısını görüp sadece bülbül gibi karaoke babında, zamanında biz bunu banyoda duş ucu mikrofonuyla yapardık, çığırmak yerine ne diyo bu yaw şeklinde hikaye okur gibi dikkatle okumazsam, çıkaramam. Yesterday şarkısı ciddi ciddi yeni yetmeliğimin şarkısıdır, en aklımda kalan satırı da daima ve tek başına, all my trouble seemed so far away, kısmı olmuştur, anladınız hemen, bu şarkı zihnimde, kendisi her ne kadar böyle olmasa da, geleceğe umut dolu bakan bir şarkıdır. Ağzından çıkanı kulağın duysun uyarısına bir güzellemedir.

Hazır anılardan açmışken, zihnime takılan şarkı sözleriyle çağrışımların ilişkisini rahmetli İskender Savaşır sayesinde çözdüm. Fırsatım olup da burada anlatmamış olabilirim, bir kaç sene önce Psikanaliz grubumuz vardı, bize öncelikle 8 hafta kadar psikanaliz nedir, ne değildir, nasıl ve nerede başlamıştır, nerelere kadar gelmiştir, ne işe yarar, kimler yapar, kimlere yapılır, vs gibi şimdi çok da hatırlayamadığım ama benim için hayli eğlenceli, hayli detaylı bir konuya giriş yapmıştı, sonrasında da hepimiz rüyalarımızı getirecektik, üzerinde konuşucak, analiz edecektik. Böylelikle öğrendiklerimizi uygulama fırsatı bulunacaktı. İlk yardım kursu gibi diye düşündüm. Yine ne alaka? Üniversitedeyken bir arkadaşım ilk yardım kursuna katılmış, kan almayı, acil müdahale yapmayı, iğne yapmayı öğrenmişti. Her hafta bana neler yaptığını, nasıl güzel şeyler öğrendiğini, grupta nasıl eğlendiklerini ballandıra ballandıra anlattı. Öyle heveslendim ki ben de bu deneyimi yaşamalıyım diye düşündüm. Tam yazılacağım, bir heves birlikte kızılaya gidiyoruz, o yolda yine anlatıyor, ağzından bal damlıyor vs, bir an bir şeylerden şüphelendim, sordum, cevabımı aldım; teori öğrenildikten sonra uygulama sırasında kullanılacak denekler katılımcıların kendileriydi. Yani arkadaşım damardan kan almıştı ama kendi de alan kişiye kan vermişti. İğne yapmıştı ama iğne de yemişti. Bu cevabın üzerine tahmin edersiniz ki zihnim, hevesim, ayaklarım, bütün bedenim ani ve acı bir frenle duruverdi. İçimden bir yerlerden bir ses, Qune kendine gel, koşarak kaç komutu verdi. Ben de kaçtım. O gün bugündür bu deneyim eksikliğini içimde bir yara gibi taşıdım. Pek melodramatik oldu ama parmaklarımdan bunlar döküldü, yapacak bir şey yok. Bir arkadaşım İskender Savaşır’ın böyle bir grup kuracağını paylaşınca işte kaçmış fırsat önüme geldi dedim. Başlarda bunun kızılay deneyiminin bir paraleli olacağını tam olarak algılayamamış olabilirim. Fakat iş derinleşince evet rüyalar da batıyor, can yakıyor hatta kanının ufak bir kısmını o anda o salonda patdadanak bırakıverebiliyorsun, ama işin güzeli doğru bir analize ulaşınca çok iyi geliyor, özellikle de işin ustasının önündeyseniz. Bu geçen bir buçuk yılda kendim hakkında öğrendiklerimi o yaşta hala algılayamamıştım. Uzatmayayım, bir akşam seansında elinde rüyası olan sundu, gerekli yorumlar yapıldı, konuşuldu, sıra bana geldi, valla dedim rüya falan yok, sık sık sinema filmi gibi senaryo niteliğinde şeyler anlatırken, bu sefer beni es geçin tüm gece boyunca bir şarkının tek bir dizesini tekrarladım durdum, uyudum mu, uyumadım mı bunun bile farkında değilim. Savaşır, o tek dize bile bazen çok şey anlatır sen söyle neymiş o dedi. İngilizce bir şarkıdandı, söyledim. Bu bir veda şarkısı dedi. Afallayarak baktığımı hatırlıyorum. Bir anda kafama dank etti. Sonra üzerinde birlikte çalıştık. Zamanında kime veda edilmişti ve bu dize neden o akşam rüyama düşmüştü. Şimdi neyin ne olduğunu detaylı anlatmak hem çok fazla samimiyet olur hem de bu gönderi blog yazılığından biyografiye evrilebilir. Eh bu yaşa gelince biyografiler biraz uzun olur, kimsenin de ilgisini çekmez.

Madem alt konu başlığı çağrışım dedim, fotolarımı açıp eskilerden ilk gözüme çarpanı alıp görsel yaptım. 28 aralık 2107’de Mısır, Nil vadisi gezisinde Philae Tapınağında çekilmiş. Rehber şöyle sormuştu; sevgili ailem, birlikte olduğu her gruba aile diyordu, sonuçta gezi uzun sürdüğünden, bir geminin içine tıkılı kaldığımızdan olsa gerek, sütun başlıklarında yer alan yüzlere dikkatle bakın gözünüze çarpan bir şey var mı?

IMG_9170.jpg

Bunu derecelendir:

En İyi Senaryo Derken…

25 Salı Ara 2012

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim, Sinema

≈ 7 Yorum

Etiketler

arthur martin, ödüller ve güller, baya kasmi, cevizli biber, en iyi senaryo, faşolar ve fahişeler, fransız filmleri, hop ben gittim, le nom des gens, michel leclerc, ne varsa kabak çekirdeğinde var, piyano, sopadin, the names of love

En iyi senaryo diye konuşurken Kiki’nin tavsiyesi üzerine dün akşam izlediğimiz filmden bahsedeyim dedim. Türkiye’de ve İngilizce baskın ülkelerde “The Names of Love” adıyla gösterilen ama orijinal ismi, İnsanların Adı olarak çevrilebilecek “Le Nom des Gens” olan filmin Michel Leclerc ile Baya Kasmi’nin ortaklaşa yazdıkları senaryosu, 2008 yılında senaristlerin işini değerlendirmek amacıyla 25 senedir çeşitli kategorilerde ödüller düzenleyen Sopadin tarafından birincilikle ödüllendirilmiş. İşin güzel tarafı, Sopadin tarafından ödüle layık görülen senaryoların büyük bir çoğunluğu finansman bularak filme dönüştürülüp çeşitli festivallerde ödüller almaya devam ediyor. Bu siteyi yakından takip etmekte fayda var diyorum. Hele Fransız sinemasını sevenler için vazgeçilmez bir bilgi kaynağı. Umarım geçen akşam ödül törenine bir tesadüf eseri katıldığım bizim En İyi İlk Senaryo yarışması da Sopadin’inki ve muhakkak ki bilmediğim başka benzerlerininki kadar başarılı ve sürdürülebililir bir ömre sahip olur.

Geleyim filme… Konu şöyle ilginç; Baya Benmahmoud gibi rehberde bir eşi daha bulunmayan, zamanında piyano dersleri alırken düzenli cinsel tacize uğramış ki bunu biz daha-dün-annemiz’i bile çalamamasından hemen anlıyoruz, bir isme sahip baş kadın kahraman ile Arthur Martin gibi rehberde en az 200 adet bulunan ve üstüne üstlük herkesin bildiği, tanıdığı mutfak mobilya markası, daha çocukken Nazi kamplarından güçlükle kurtarılmış bir annesi olan baş erkek kahramanın sıra dışı aşk öyküsü.

Baya’nın annesi evsizlere evini ve/veya kucağını açan bir aktivist. Hangi cins, ırk ya da türden olursa olsun ezilenlerin yanında. Babası resme aşırı kabiliyeti olan ve fakat hayat şartları gereği boyacılık yapmak zorunda kalan ve bunu da bir nimet sayan bir Cezayir göçmeni. Haliyle toplu yaşama alışmış ve seven, sevecen, yardımsever bir aile.

Arthur’unkilerse tam tersine neredeyse kendi gölgelerinden şüphe duyan ve kendi halinde olmasa da çekirdek bazında yaşayan bir aile. Öyle ki Arthur kendi anne babasından gayrı hiç bir atasını ya da akrabasını, hısmını bırakın tanımak bahsini bile duymamış. Mühendis babanın tek gururu ve zaman zaman oğlunu götürüp uzaktan hayranlıkla seyrettirdiği kendi inşaatı nükleer santraller.

Arthur  ölü hayvanları inceleyerek ölüm sebeplerini bulan ve kuş gribi, domuz gribi gibi toplumda baş gösteren ilgili korkuları medyanın da yardımıyla, çünkü durmaksızın kendisine referans şeklinde başvurulan önemli bir şahıs, başlatan bir mesleğe ve karaktere sahip.

Baya ise kendi tanımlamasına göre, çocukken uğradığı taciz sonucu psikiyatristlere bakılırsa ya pedofil ya da fahişe meslekleri kendisine biçildiğinden fahişe olmayı seçip, faşistlerle ve sağcılarla yatarak onları solcu yapmayı kendine meslek edinmiş. Hatta sürekli yanında taşıdığı, içinde bugüne kadar topluma kazandırdıklarını sergilediği, manken ya da sanatçıların işlerini göstermek amacıyla kullandıklarına benzer bir “book”u bile var.

Şu an içinde bulunduğumuz zaman ve yakın geçmişle iki kişinin aslında traji komik öyküsünden yola çıkarak daha evrensel bir toplum karmaşasını anlatmayı başarmış cıvıl cıvıl hayat dolu bir film. Bir kaç kere seyredilesi…

Bunun dışında her zamanki gibi günler çok çabuk geçiyor. Üç-dört aylık bir aradan sonra tam zamanlı olmasa bile özlenen yemekleri pişirme açısından yarı zamanlı anne sıfatına geri döndüm. Yemek yapmak bu kadar zul gelirken nasıl oldu da dolduruşa gelip “Cevizli Biber” gibi ufak bir restoranı kurma işine kalkıştım hala şaşıyorum. Bir daha mı asla dediğim mesleklerden biri tabii. Gerçi pişman falan değilim son zamanların en büyük eğlencesi olduydu. Kısa süren her şey iyidir hesabı. Çok şey öğrendim.

Yahu sezon itibariyle midir nedir her iki paragraftan birinin bilanço üzerine olması. Hesap falan kapatmıyoruz henüz. İki haftada bir bu blogu artık kapatayım cinsinden düşünceler aklıma düşse de, şimdi artık biliyorum ki bir dahaki salgın sürecine kadar mutlu mesut yazmaya devam edeceğim. Ayrıca felsefem gereği, hatırlatayım, geçen gün Çekirdek’le AVM’lerden birinde benzer slogan basılı bir tişörte rastladık, “Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum”, her hangi bir düşünce/dürtü saldırısı anında oturup, bu oturma eylemi film seyretme, dergi kitap okuma, sosyal yaşamla gereğinden fazla kaynaşma ya da müze vs gibi daha farklı bir takım kültürel etkinlikleri de içine alarak biraz geniş anlamlı tabii, geçmesini bekliyorum. Herkese de tavsiye ederim. Oldukça etkili bir yöntem. Geçmesini bekleyemediğim tek ya da nadir dürtülerden biri açlık dürtüsü. Aslında ona da bir yöntem buldum. Karatay diyeti yapanlara da tavsiyemdir; kriz anında cam kavanozu kırınız ve içindeki kurutulmuş çiğ kabak çekirdeklerini çıtlatmaya başlayınız.

HOP BEN GİTTİM.

Bunu derecelendir:

Yok-Bilinç Akışı

02 Cuma Mar 2012

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 8 Yorum

Etiketler

Anahtarını bulun, Bir Dudak Çubuğu Ne ile ifade edilir?, Elindekini bilmeyen Suya Ayranla Gider, hazineyi tutun., Yok-Bilinç ve Wok-Bilinç arasındaki fark nedir?

Image

Her şey bir cep telefonu ile başladı.

Telefonun kendisi değil, düzenli aralıklarla baş gösteren kısa süreli yokluğuydu beni düşüncelere daldıran. Kafasına göre bir beliriyor, bir kayboluyordu. Üstelik, bu ortadan yok olma işini ona en ihtiyacım olduğu zamanlarda yapmayı alışkanlık etmişti.

Bundan bir kaç ay önceydi. Oturdum, düşündüm. Ve cep telefonunun bu gizemli yok oluşları dahil tüm sorunlarımın zamanımı iyi ayarlayamamaktan geldiğine kanaat getirdim. Tabii hemen gerekli  önlemleri almak üzere harekete geçtim. Şu meş’um Time Management yazısını yazdım.

Bu yazının neden meş’um olduğuna gelince, tabir ettiğim üzere kötü ya da lanetli olmasından değil, sadece bu kelimeyi kullanmayı sevmemden dolayı… Yine de bir parça uğursuz olabilir çünkü o yazıyı yazdıktan sonra şu zamanımı planlama işinden sıdkım sıyrıldı.

Belki artık cep telefonumu aramıyordum ama bu sefer de başka şeyleri aramakla vakit kaybediyordum. Anlaşılacağı zaman planlaması sorunu kökünden çözmeyip görünür semptomlarda nesne kaymasına yol açmıştı.

Örneğin bu sabah çok erken olmasa da, çünkü iki haftadır tatildeyim, saat 7:30 gibi kalktım. Kahve ve kahvaltı faslından sonra bu saate kadar dudak çubuğunu aramakla çok yoğundum, güne başlayamadım. Dün akşamın kuru yemişinden, şarabından olacak susuzluktan kavrulmuşum. Cep telefonundan sonra en fazla kaybettiğim şey dudak çubuğudur. Aynı kategoride mal değiller ama ortadan bir kaybolup bir görünmede çok mallar. Hatta dudak çubuğu cep telefonunu 3’e 5’e 10’a katlar.

Neden?

Çünkü sudan ucuz ve oldukça erişilebilir olduğundan, marketten bakkala, eczaneden işportacıya, benzinci shop’lardan büfeciye, parfümericiye adımını attığın her yerde karşına çıkar. Dolayısıyla evde, çantada, cepte inanılmaz sayıda renkli renksiz, kokulu kokusuz, parlak mat, yağlı yağsız onlarca dudak çubuğu bulunur. Gelin görün ki bu sabah bir tanesini bile ele geçiremedim. İşte bu yüzden. Cep telefonumsa sadece tek örnektir.

Baktım olacak gibi değil, ya bütün günü aramakla geçireceğim, ya evden çıkıp en yakın yerden yeni bir çubuk daha alıp geleceğim ki zaten evi sadeleştirmeye çalışıyorum ve kesinlikle bu yola başvurmak istemiyorum,  ya da daha iyi bir fikir olarak dudak çubuğunun işlevini başka bir mala kaydıracağım.

Koltuğa gömüldüm, derin derin düşündüm.

Su.

Olmaz. Dıştan ıslatsam tam gaz ısıtılan şu dönem evlerinde dudaklarımın yine kuruması saniye almaz.

Zeytinyağı.

Olmaz. Akar. Hem sabahları zeytin sevmem.

Tereyağı.

I-ıh. Yeni kahvaltı ettim canım reçelli tereyağlı ekmek çeker sonra.

Baktım olmayacak gidip ecza dolabının kapağını açtım.

Vazelin.

Böğğğğ. Tadı çok kötü.

Dolgit Krem.

Olmaz. İçinde analjezik var ya dudaklarım hissizleşirse… Kelimeler ağzımdan anlamsız dökülmeye başlarsa…

Tiger Balm.

O da olmaz. Üşüteni var, yakanı var.

En nihayetinde köşelere sıkışmış bir Bepanthen Plus buldum ve böylelikle bilgisayarın başına oturabildim.

Sonra da aklıma Zaman Yönetimi geldi. Madem ben bu zamanı bir kaybolan bir görünen malların peşinden gitmekle yitiriyordum, o zaman taktik değişimine gitmek daha akıllıca olacaktı.

Bepanthen Krem bana fikir verdi. Bundan böyle olan tüm enerjimi ve yaratıcılığımı, zamanımı yiyen şeylerin en kısa yoldan ikamesini bulmaya harcayacağım.

Bu arada şu dudak çubuğu/krem meselesine takıldığım için gerçekte ne yazacağımı unuttum. Bugünü film günü yapmak istiyordum, halbuki. Akşama büyük ihtimal iki film birden devamlı bir suare var. Çekirdeksiz olmaz şimdi. Gerçek çekirdekten bahsediyorum, ACA’dan değil. Sabahtan su depomu iyice doldurayım bari. Bir de limon suyu içinde havuç ve salatalık çubukları yapayım. Dün geceden aklımda kaldı. Yediğim için değil, yiyemediğim için.

Bugünlerde bir şeyler oluyor. Giderek daha fazla dağılıyorum. Yazıya yansıması da şöyle oluyor; Bilinç Akışı tekniğini geçtim, Yok-Bilinç Akışında çığır açacağım, daldan dala konuyorum. Bir zamanlar okuyana çok alakasız gibi gelse de kendi aklımca sağlam bağlantılarım olurdu. Şimdilerdeyse beyindeki her bir nöron parçacığım kendi başına müstakil dolaşıp duruyor. Acayip şüphedeyim. Bu kadar bencil olmasam, kendimi araştırmacıların eline feda edip bilime katkıda bulunurdum ama sanırım bu şansı ilelebet gömeceğim.

Bunu derecelendir:

Home Sweet Home ya da İşe Neden Gidilir?

08 Salı Mar 2011

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

Neden işe gidilir?

İşte size başlıca 10 sebep:

1. Koca, sevgili, metres bulmak için.

2. Yeni alınan ayakkabıları göstermek için.

3. Anne, baba, babane, anane, dayı, amca, koca, karı, çoluk, çocuk, kardeş, abla, ağabey, vs… baskılarından ve/veya dırdırlarından kurtulmak için.

4. İş icabı bahaneleriyle, restoran, bar, otel, sinema, tiyatro, seyahat, vs.. gibi bilumum yaşamın tadı eğlencelerine gönül rahatlığıyla motivasyon uğruna katılmak için.

5. Kurs, eğitim, seminer, vs gibi kişisel gelişim bahaneleriyle koca, sevgili, metres arayışında radar alanını genişletmek için.

6. Prezantabl olma zorunluluğu ve iş stresini atabilmek bahanesiyle her hafta sonunu alış veriş merkezi ve/veya kuaför, spa gibi yerlerde geçirmek için.

7. Daha geniş çaplı dedikodu yapabilmek için.

8. Yaşamın stresini ve sıkıntısını atmak, monotonluktan kurtulmak için.

9. Günlük yiyecek, içecek, yol, su, elektrik ve sağlık masraflarını kısmak ve/veya kurtulmak için.

10. Fazla mesai, yıl sonu kapanışı, ay kapanışı, hafta kapanışı gibi bahanelerle bazı geceleri ve/veya hafta sonlarını dışarıda geçirebilmek için.

11. Yorgunluk bahanesiyle her türlü ev işinden kurtulmak için.

Bir de üzerine para veriyorlar, neden olmasın?

Yazıya başlarken 10 başlıca sebep dedim ama bir çırpıda 11 tanesini döküverdim. Listeyi daha fazla uzatmamak adına burada duruyorum. Yoksa daha çok neden var.

Asıl belirtmek istediğim, home office çalışanların ki bu ben oluyorum ızdırabını gözler önüne sermek. Yukarıda saydığım avantajların hiç birisinden yararlanmak mümkün değil.

Bir kaç senedir evde o kadar boğuldum ki bilindiği gibi eylül ayında ofisi dışarılara taşıdım. Önce kütüphane dedim. Bir iki gittim geldim olmadı. Sonra Cafe Nero dedim. Dün aniden orasının da olmayacağına karar vererek sevgili evime geri döndüm.

Şu an koltuğa yan yatmış ayaklarımı koluna uzatmış, önümde salonda yemek tepsisi, üzerinde net book’um yanımdaki orta masasında kahve fincanım, fonda müziğim, gerçi henüz açmadım ama birazdan yapacağım, yazıyorum. Bundan alası var mı?

Çok sıkıldığım zamanlar içinse, Kiki’den eski sırt çantasını ödünç aldım, dolduracağım içine alet edevatımı kendimi dışarı atacağım. Bir daha ofis muhabbeti yok. Düzen bana göre değil. Yukarıdaki avantajları atınca geriye bir tek düzen kalıyor da…

Home Sweet Home.

Not: Kedilerim ve hamsterlarım da cabası.

Bunu derecelendir:

>Ekip Ruhu Dediğin Tek Dişi Kalmış Canavar

09 Çarşamba Haz 2010

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

>

Haziran ayı müsamere ayı. Çoluk çocuk herkesçe bilinen bir şey oldu bu. O kadar ki… çocuğu olmayanlar, ununu eleyip eleği duvara asmış olanlar bile bir şekilde, abla, teyze, hala, amca, dede, nine, yakın arkadaş, arkadaşın arkadaşı statüsünden yararlanarak bu aydan nasibini alır oldu.
Herkesin müsameresi olur da bizimkinin olmaz mı? Geçen senelerde de biraz bahsetmiştim Festival Day adı altında. Bu sene okul aile birliğinde değilim. Dolayısıyla büfe, satış, vs işlerinde yer almadım. Yine de karınca kararınca bir katkımız oldu. İspanyol büfesine Gaspacho ve Tortilla de patatas yaptık. Gaspacho soğuk domates çorbasına Tortilla de patatas’da soğanlı patatesli omlete denk geliyor. Kolay işi. Biz bunları yemekten bile saymayız ya neyse. Öyle en az yarım gününü mutfakta geçirmezsen, en makbulü bir gün evvelden başlamaktır, yemek yemek olmaz. Diyeceğim bu sene görevli olmadığımdan tüm şovları seyrettim. Çocuklar ortaokul lise çağına gelince gösteriler müsamere olmaktan çıkıp şov niteliğini kazanıyorlar. En azından bizimkinin okulunda böyle.
En iyi gösteri yine her zamanki gibi tiyatro ekibinin yaptığıydı. Geçen sene muhteşem bir Keşanlı Ali Destanı sahneye koymuşlardı. Bu sene sıra Moliere’in Bilgiç Kadınlar’ındaydı. Bir kere oyun adından da anlaşılacağı üzere çok komik. İkincisi sahneye koyuş, kostümler, saçlar, müzik, her şey mükemmeldi. Keşke elimde fotograf olabilseydi. Oyuncular Rock Opera yapar görünümündeydiler. Ve tüm sahne değişmelerinde, sahnedeki oyuncular dondular. En yüksek dereceden, iç kaynatan bir rock müziğin ezgileri duyuldu. Ve bu ezgilerle birlikte donan oyuncular hareketlenerek kesik kesik yaptıkları danslarla sahne dibindeki yerlerine geçtiler. Müzik kesildiğinde dansları da bitmişti. Bu bir ekip çalışmasıydı. İyi yönetilmişti. Roller, işlevler dengeli dağıtılmıuştı. Bir oyuncu diğerinin silinmesi pahasına ön plana çıkmıyordu.   
Bir de başka gruplarca yapılan dans gösterileri vardı. Yönetilmesine onlar da yönetilmişti ama kişilikler üzerinde pek çalışılmamıştı. Ya da belki özellikle çalışılmıştı. Anlatmaya geçmeden önce ekip ruhu diye bir şeyi benim aklım pek almıyor. Ekip ruhunun sömürücü toplumlarda bilerek ve istenerek ön plana çıkarıldığını da düşünmüyor değilim. Örnek arılar ve karıncalar. Yapılan herşey ana kraliçe için değil midir? Varsa yoksa ana kraliçenin istekleri, arzuları, gereksinimleri değil midir? Zavallı bir arı ya da karınca sadece çalışır ve çalışır. Birini diğerinden ayırmanın imkanı yoktur. Arı Maya gerçek olmaz ve olamaz. Hadi diyelim oldu, o Arı Maya’yı yaşatmazlar ki. Nerde kaldı, maceraları olacak ve biz de seyredeceğiz.
Bir kere, ekip ruhu doğaya aykırı. Göbek bağın kesildiği anda tek başınasındır. Tek başına yaşar ve tek başına ölürsün. Bu durumda öncelikle kendini düşünmen de en doğal tepki. Bencillik doğal. Gene kaydım. Şimdi gelelim dans gösterisine. Aynı anda hareket edilecek, aynı anda zıplanacak vs… Senkronize yapılan hareketlerin etkiyi güçlendirdiği doğru. Her biri başka bir dans etseydi sonuç farklı olurdu. Ama bazı danslarda benim dikkatimi çeken bazı çocuklar oldu. Kendi hareketlerine odaklanmak yerine diğerlerine bakmaktan yeterince iyi dans edemediler. Yeterince iyi derken kendi kapasitelerini gösteremediler diyorum. Yoksa birini diğerine kıyaslamak değil amacım. Olamaz da. Tabii durum böyle olunca, dans ederken sadece müziğin ritmini takip eden, kendini kaybetmiş, etrafla ilgilenmeyen dansçılara göz kaydı. Arka sırada bile dans etseler, ister istemez seyircinin gözünde ön plandaydılar. Şunu düşündüm, bu çocuklardan bazıları neden bu kadar ekip ruhuna önem veriyorlardı? Ve neden bunu kimse görmemişti. Sonuçta bir hareketin başlangıcını ve sonucunu bildiren müziğin ritmiydi ve başkalarına bakmaya gerek yoktu. Ayrıca iki türden bakış gördüm: Birincisi kendinden emin olmadığından diğerlerini takip etme amacıyla yapılandı, ikincisiyse kendinden emin olup diğerlerinin yapıp yapmadığını kontrol eden yapmıyorsa bir göz kırpışıyla uyarıda bulunan bakışlardı.
Bu sabah aklıma Tanju Çolak geldi. Avrupa Gol Şampiyonu olduğunda tüm takım, tüm taraftarları ve hatta tüm Türkiye bayram yapmıştı. Tanju Çolak’ın performansının iyi olduğuna şüphe yok ancak o sene maçta tüm oyuncular topu onun ayağına göndermek için canla başla çalıştılar. Bugün akılda kalansa sadece Tanju Çolak’ın ismi. Diğer oyuncular ancak torunlarına şöyle diyebilirler: “Biliyormusun Tanju’nun Tanju olmasına katkıda bulunanlardan biri de bendim.” Bunu işiten torun da gider, gururla en yakın arkadaşına biliyor musun benim büyük babam zamanında ayağına gelen topları Tanju’ya pas etmiş. Arkadaşından gelen cevapsa git işine olur.
Bir gazetenin İnsan Kaynakları eki geçti geçen gün elime. Şöyle bir baktım. Ne olur ne olmaz. Takipte olmakta fayda var. Ekip Ruhuna sahip… Takım oyuncusu, vs gibi kelimelerin geçtiği tüm ilanlarda asistan ve yardımcı aradıklarını gördüm. Sorumluluk devredilecek ilanlardaysa başka sıfatlar, kelimeler geçiyordu. Ekip kelimesi varsa o da ekip yönetebilecek niteliklere sahip olarak belirtiliyordu. Bir anda kafama dank etti. Ya ekip üyesi olursun ya da ekip başı. Ekip üyeliğinden, ekip başlığına getirilmiş kişileri nadiren gördüm. Gelmişse de o ekip üyeliği danışıklı döğüşüklü bir ekip üyeliğidir. Hiç mi başınıza gelmedi yükselme beklerken, benim hakkım derken tepenize başka birini indirdikleri? Bahaneler de hazırdır. Sen daha olmadın. Git biraz daha kendini geliştir bakiim.
Kıssadan hisse herkes kendini kurtarsın. Ekip ruhu falan yok. Yalan, uydurmaca bunlar. Ekip ruhu yazan ilanlardan da bucak bucak kaçın. Bu şöyle demek; sen ekip olacaksın benim dediklerimi uygulayacaksın.
Devam edecek…

Bunu derecelendir:

>Yaşamınızda Feng Shui

05 Cuma Şub 2010

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 8 Yorum

>

Feng Shui’ci arkadaşımın bizim evde ve yaşamımda yapmış olduğu iyileştirmeler sonucu dağınıklıktan kurtuldum ve ev işlerinden neredeyse zevk almaya başladım desem inanılır mı? Bence inanılır. Yine de kendime bir kaç hafta süre veriyorum. Bakalım bu zen durumu ne kadar sürecek. Feng Shui’nin ilk etabı öncelikle dağınıklıkla başa çıkmak. Tabii bu sadece yaşam alanı için geçerli değil, tüm yaşantıdaki dağınıklığa el atmak gerekiyor. Benim için evden başlamak olmazsa olmaz bir şeydi.

Bundan böyle her bir eşyanın yeri var ve ben dahil herkes biliyor. Çünkü her bir ıvır zıvırı tasnifledik, cicili bicili kutularıma yerleştirdik ve üzerlerini etiketledik. Dolapların içinde, giysi çekmecelerinde de aynı şeyi yaptık. Ayrıca genel sınıflandırmalar oluşturduk. Örneğin elektronik ve teknoloji şeklinde. Böylelikle elime geçen yeni bir hesap makinesi, şarj aleti ya da kulaklık, her birini nereye koyacağımı biliyorum. Kullanılmış piller, yeni piller, el fenerleri, ampuller, tornavidalar, kurşun kalemler, tükenmez kalemler, cetveller, makaslar her birinin yerini elimle koymuş gibi bulurum. İnsanın eşyalarına ve evine hakim olması ne güven verici bir duyguymuş anlatamam. Ayrıca temizliği ve toparlaması da kolay. Zaten her sabah saat 5’te kalkıyorum. Yarım saat içinde hop, evi gıcır haline getiriyorum. Darısı bilgisayarımın başına diyerek Feng Shui’ci arkadaşımın bana getirmiş olduğu Karen Kingston’ın kitabını okumaya başladım. Kitap, Kuraldışı yayınevinden basılmış. Başlıklarına bir bakın. Sizin de benim gibi dağınıklık derdiniz varsa hiç durmayın alın. Üç gündür vakit bolluğundan ne yapacağımı, nereye saldıracağımı bilemedim. Yapacak ütü bile yok.

Feng Shui’ci arkadaşımla bu akşam üstü çay içtik kek yedik ve dedi ki bu böyle omaz. Evi toplarken arka balkonda bir zımpara makinesi bulmuştuk. Şimdi yeni hedef, salondaki masa ve sandalyelerin ve kütüphane ya da büfe gibimsi şeylerin simsiyah boyalarını söküp şöyle iç açıcı toz pembeye ya da toz maviye boyamak. Bu arada ben de yazılar yazmaya devam edeceğim.

Kitabın bir fikir verebimesi için işte aradan seçtiğim çeşitli konu başlıkları:

Dağınıklık Tıkalı Enerjidir: Ah bilmez miyim, dağınıklığı toplamasam bile her an aklıma takıldığından başka hiç bir şeye konsantre olamıyordum. Enerjimi sıfırlıyordu sanki. Evde kaldığım zamanlar ya bilgisayarın başındaydım ya da kanepede kestiriyordum.

Tıkalı Enerji Son Derece Yapışkandır: Ah onu da bilmez miyim. Bir çeviri metni elimde ne kadar sürünüyordu hiç söylemeyeyim daha iyi.

Bu giriş bölümünden sonra, “Tam Olarak Nedir Dağınıklık”, demiş Kingston.

Kullanmadığınız ya da Sevmediğiniz Nesneler: İnanılmayacak kadar fazlaydı. Taaa, üniversite yıllarında bana hediye edilen ve hediye edilen şey atılmaz, satılmaz, başkasına verilmez diye saklamak zorunda hissettiğim binlerce ıvır zıvır. Ya da kendi çok para verip aldıklarım ve beğenmediklerim ya da olmayanlar ya da bir nedenden dolayı kullanmadıklarım.

Dağınık ya da Düzensiz Nesneler: Düzenlisi var mıydı acaba bizde. Yine de hakkımı yemeyelim, yedek tuvalet kağıtları süper düzenli duruyorlardı. Bir tek onların yerine dokunmadık.

Çok Küçük Bir Alanda Çok Fazla Eşya: Şu Karen Kingston İngiliz olup Bali’de oturmasa bu kitabı yazmadan önce özellikle bize gelip incelemiş olduğuna inanacağım. 90 metre karelik evde adım atacak yer yok. Bir de irili ufaklı sürüsüne bereket nesnelerle bezenmiş her yer. 2 büyük yetişkin, 1 ergenlik çağı insan, 3 kedi ve 5 hamster ve milyarlarca görünmeyen toz böcekleri yaşamaya çalışıyoruz işte.

Tamamlanmadan Bırakılmış Her Şey: Hangi birini sayayım bilmem ki, yatak örtüleri, kaneviçe tablolar, örgü kazaklar, maketler, öyküler, roman taslakları, yağlı boya tablolar, yarısı seyredilmiş filmler, 3-5 sayfa okunup bırakılmış kitaplar, tamir edilmek için sökülüp sonra toplanmamış elektronik aletler, bozuk telefon, bozuk fotograf makinesi, bozuk mp3 playerlar, bozuk ütü, vs…

Kitabın en önemli kısmı ise bu dağınıklığın kişiyi nasıl etkilediğinde.

Dağınıklık Kendinizi Yorgun ve Uyuşuk Hissetmenize Neden Olur. Çok doğru. Ben de çareyi boşuna vitamin haplarında arıyormuşum. Dağınıklık gideli beri gece yarılarına kadar ütü bile yapıyorum.

Dağınıklık Sizi Geçmişe Bağlar. Evet, bu da doğru. Habire geçmişi hatırlayıp, bir anılar kitabı yazmayı tasarlıyordum.

Dağınıklık Bedeninizde Tıkanıklıklara Yol Açar. Evet. Çok sevdiğim yürüyüşlerime süresiz ara vermiştim, yeniden başladım. 1 haftadır şen şakrakım.

Dağınıklık Kilonuzu Etkiler. Valla buna da bir diyeceğim yok. Giderek kilo aldığım gün gibi aşikar. Tartılara çıkamaz, giysi mağazalarının önünden geçemez oldum. Ev toplandığından beri akşam yemeklerini kestim. Hem de kendiliğinden.

Dağınıklık Karmaşa Yaratır. Bu da doğru. Son senelerde ne istediğimi bilemeden bir o dala bir dala koşturup duruyorum. Peki şimdi biliyor musun diyeceksiniz. Daha net düşünüp konsantre olabiliyorum. Ama zaten epi topu 1 hafta oldu dağınıklığa son vereli.

Dağınıklık İnsanların Size Karşı Tavrını Etkiler. İşte bunu bilemem. Ama, en azından Feng Shui’ci arkadaşımın dayanamayıp dizginleri eline aldığını biliyorum. Yaşasın.

Dağınıklık Ertelemeye Yol Açar. Ah, ah, sen bu erteleme işini kime diyon acaba?

Dağınıklık Uyumsuzluğa Yol Açar. Giderek kimselerle anlaşamamam bu yüzden mi ki acep? Bense yaratıcı zekama bağlamıştım.

Dağınıklık Yaşamınızı Askıya Alır. Yaşımı da askıya alsa ya. İşte o zaman seve seve dağınık yaşarım.

Dağınıklık Yılgınlık Yaratır. Evet, yataktan sürüne sürüne kalkıyordum. Bir kaç gündür alarmdan önce uyanıyorum. Ve hep böyle devam etmesi için parmaklarımı çapraz yapıyorum.

Dağınıklık Bagaj Fazlası Yaratır. Bunu hiç düşünmemiştim. Ama Danimarka’ya giderken nasıl lüzümsuz ve fazladan şeyler götürdüğümü siz de biliyorsunuz, değil mi?

Dağınıklık Duyarlılığınızı ve Yaşam Sevincinizi Köreltir. İnanırım. Son zamanlarda Godot’yu Bekler gibiydim.

Dağınıklık Fazladan Temizliğe Neden Olur. Tabii yapılırsa, yapılmazsa benim gibi pis evde oturulur. Son zamanlarda temizlik yapıldığı günün akşamı bile kenarda köşede tozlar belirmeye başlamıştı.

Dağınıklık Sizi Düzensiz Yapar. Evet, yapar.

Dağınıklık Hastalık ve Yangın Riski Oluşturabilir. Neyseki o dereceye gelmedik.

Dağınıklık İstenmeyen Bir Semboloji Yaratır. Bu konu biraz derin. Kitabı tam olarak okumadan fikir yürütemeyeceğim.

Dağınıklığa Ödediğiniz Bedel Parasaldır. Eh, öyledir.

Dağınıklık Dikkatinizi Önemli Şeylere Verememenize Neden Olur. Evet. Tecrübeyle sabittir.

Bir sonraki bölüm “Peki Neden Dağınık Yaşar İnsanlar?” İşte bu da beni bana tanıtan başka bir konu başlığı. Oldukça nedeni var. En sonunda gelip Obsesif Kompülsif Davranış Bozukluğuna dayanıyor. Yaşasın, ben tam zamanında yırtmışım. Yani yırttığımı sanıyorum. Yine de takibe devam. Dağınıklığa son.

Bunu derecelendir:

>Etkinliğin Böylesi

05 Perşembe Kas 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 4 Yorum

>Pazartesi günü 1. İşletmeci Kuaförler Zirvesinde görevliydim. İki fransız katılımcının konuşmalarını türkçeye çevirdim. Siyahlar içerisinde sahnenin bir köşesinde elimde mikrofon önce onlar konuştu, ardından ben konuştum. Simultane yapabilir miydim? Belki de, ama konsantrasyon süremin oldukça kısıtlı olduğunu göz önüne alırsak pek uzun ömürlü olmazdı sanırım. Her halukarda teknik donanım simültaneye uygun değildi. Gene de zaman zaman az da olsa “gek gük” dememi engellemedi. Bu gibi durumlarda önemli olan serin kanlılığı elden bırakmamak ve anında toparlanıp kesintisiz devam etmek. Anlamlı bir bütün oluşturabilmek. Ben de elimden geleni yapıyorum.

Hem çalıştım hem de aynı zamanda üzerinde konuşmaya değer bir gün yaşadım. Yandaki kitaplar bunun ilk elle tutulur ürünü. Bir çok konuşmacıdan üçünün hediye etmiş oldukları. Kısa günün diyemeyeceğim ama uzun bir günün en büyük karı işte bunlar. Rauf Ateş’i Capital dergisinden zaten tanıyordum. Kitabından haberim yoktu. Sunumu ise kayda değerdi. Konjonktürün hem genel hem sektörel bir değerlendirmesini yaptı. Ayrıca farklı sektörlerde neler geçtiğinden örnekler verdi. “Teşekkürü Bir Borç Bilirim” kitabında ise bugün toplumda başarılı olarak gösterilen iş adamlarının bu başarıya ulaşırken onlara bir şekilde yol açmış olan kişiler hakkında anlattıkları öyküler var. Kendisininki de dahil olmak üzere. İlginç ve kimler var. Cem Kozlu, Güler Sabancı, Hamit Belli, isimlerden bazıları. Doğru ki hayatta herkesin elinden tutmuş birileri vardır ya da sözledği tek bir sözle hayatımızın akışını değiştiren.

İkincisi Mümin Sekman’ın “Her Şey Seninle Başlar” isimli kitabı, kabahati başkalarında arama önce dön de bir kendine ya da aynaya bak demenin bir başka yolu. Başarı için gerekli. Gerçi başarının tanımı herkes için farklı ve subjektif. Daha önceden bahsetmiştim. Ancak bazı kurallar evrensel.

Diğer bir çesidi de şu: başkaları ve başka şeyler için kullanılan sıfatlar aslında kendimize aittir. Bu sıfatları kullanırız çünkü ardındaki duyguları iyi biliriz ve başkalarında kolaylıkla tanırız. Bu şu demeye geliyor.

Birine “Amma palavracısın ha…” dediğimde aslında ne dediğimi çok iyi biliyorumdur ve şunu söylüyorumdur.

“Palavra sıkıyorsun ama benden kaçmaz, hemen anlarım. Çünkü ben palavranın alasını sıkarım.”

Neyse burada keseyim. Çünkü bu parantezin Mümin Sekman’ın sunumuyla bir alakası yok. Bir de bu sıfat mekanizmasının çalışmadığı durumlarda var bence… Gerçi bu bakış açısı bana kendi davranış ve düşüncelerimi incelemekte çok faydalı oluyor. Ayrıca çok eğleniyorum.

Mümin Sekman’dan öğrendiğim ve çok hoşuma giden bir şey de şu oldu. Çinlilerin bir deyişi varmış bu konuyla ilgili. İşaret parmağını uzatıp birini suçlarken, kıvırdığın diğer üç parmak gerçekte seni göstermektedir. Karar sizin. Çin ataları bilge mi değil mi? Ben çok güldüm.

Üçüncü kitap, yaptığı sunumun çevirisini üstlendiğim Gérard Glémain’den. Hem de adıma imzalı. İnanılmaz bir hayat hikayesi var. Kitapta da biraz ondan bahsediyor. Kendisi kuaför, kitabın ismiyse ustalıklı bir kelime oyunuyla saçları bozan bir başarı olarak da algılanabileceği gibi, şapka çıkartan bir başarı anlamına geliyor. Bugün bir kozmetik fabrikası sahibi. Sıfırdan var ettiği ve sahibi olduğu 572 kuaför salonundan oluşan Saint Algue markasını sattıktan sonra deniz yosunundan oluşan güzellik malzemelerine yönelmiş. Ben de hayranlık uyandıran ve birazcık da kendimden bir şeyler bulduğum, onun bitmek tükenmez enerjisi, hayal gücü, kendine inancı, azmi ve cesareti oldu. Kendime benzettiğim kısmı hayal gücü ve çok farklı işleri denemiş olması. Başarılı bir kuaförken, 40-45 yaşları arasında belki de tüm insanların yaptığını yaparak kendini sorgulamaya başlamış. Ben ne yapıyorum böyle? İstediğim bu mudur? Ot gibi devam ederek hayatın yanından geçip gidiyor muyum? Bana sorarsanız pek de ot gibi değil ama. Ne otlar var çünkü… Ve her şeyi bırakmış.Yaklaşık 3 sene gibi bir zaman içerisinde bakın neler yapmış? Neden üç sene diye sordular. Çünkü eşine söz vermiş. Pazarlıkları böyleymiş. Bu seneler zarfında 3 restoran, 1 huzurevi, 60 lojmanlık bir emlak işi ve biri 800 metre kare ve diğeri 1200 metre kare olmak üzere o zamanların en büyük iki diskosunu açmış. Kiminde çok başarılı olmuş, (huzurevi), kimini kendi dediğine göre yüzüne gözüne bulaştırmış (restoran) ancak 3 senenin sonunda hepsini satarken toplamda epeyce para kazanmış. Çok eğlendim ve karıma desteği için teşekkürü borç bilirim diyor.

Bana ilginç gelen hayatının bu yönleri dışında sürekli tekrar ettiği bir de şu sözü var ki örneklerini de çok sık görüyoruz . “Önemli olan yöntem sahibi olmak ve çok çalışmaktır. Mesleğinde en iyi olmayabilirsin ancak belirli bir iş modelin ve kuralların varsa ve üstüne de çok çalışıyorsan başarılı olmaman için hiç bir engel yoktur.” Bu, biraz da bana Mc Donalds’ları hatırlatıyor. Yakından inceleyince çok da lezzetli değiller ancak işmodelleri muhteşem. Her şey kağıtlara dökülmüş, net ve belirli. Dolayısıyla kim olsa yapar. Önemli olan iyi işleyen bir iş modeli çıkarabilmek. Gérard Gléman’da aynısı yapmış. Bütün enerjisini en baştan iş modeline vermiş ve durmaksızın iyileştirmeler yapmış.

Diğer konuşmacılar arasında Migros kart örneği çok mükemmeldi. Ünlü dağcımız Tunç Fındık 14×8000 projesinde Himayalarda’ki bir tırmanışı ekip ruhunu ve başarıya doğru adım adım ilerlemeyi göstermek üzere fotograflarla belgeledi. Katmandu, Nepal ve tırmanış ve zirve görüntüleri muhteşemdi. Şu da ilginçti. En zirveye çıkmak, geriye doğru gidip gelmelerle dolu. Mehter takımı gibi yani. Yavaş ama emin bir şekilde. Bunu da öğrenmiş oldum. Ekipten iki kişiyi kaybetmişler. Bu da işin en acı tarafı olsa gerek.

En son olarak da, seyircilerden seçilen 130 kişi (tabii hemen ben de fırladım sahneye) darbukalar ve teflerle birlikte aynı ritmi aynı anda yaparak büyük ses çıkarmayı öğrendik. Ve kısıtlı bir süre içinde ekip ruhu kurduk. Anlatılacak daha çok şey var. Gerçekten yoğun ve güzel bir gündü. Çok yorucu da olsa böyle çalışmaya can kurban.

Bunu derecelendir:

>Proaktif Olmak Nedir Biliyor musunuz?

30 Perşembe Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 2 Yorum

>Bu yazıya fotograf bulmakta biraz zorluk çektiğim için böyle alakasız ama grafik olduğu için hoşuma giden bir su parkı oyuncağının bir parçasını yerleştirdim. Su parkına hiç gitmemiş olanlar için… tepe ortada görünen delikten hızla kayarak çıkan kişi içine girdiği huni gibi bir şeyin etrafında bir kaç tur attıktan sonra yine bu huninin ortasında bulunan ve fotografta malesef gözükmeyen bir delikten (huninin ağzı kabul edilebilir) havuza balıklama düşmektedir. İlk kez deneyenler için sırt üstü ve tepe taklak düşmek vaciptir. Daha sonra kişisel becerilerin derecelerine göre düşme anında kendini toparlayıp çivileme atlama tarzı ile düşmek kaydırağın keyfini çıkarmak açısından daha uygundur. Bunca senedir yaptığım gözlemler doğrultusunda bu oyuncakta bu düşme tarzını en çabuk kapan kişiler 7-12 yaş grubudur. Ben halen sırt üstü ve tepe taklak düşüyorum…

Şimdi anlatacağım çok başka bir şey. Proaktifliğin tanımı ile ilk defa, Stephen Covey’nin meşhur kitabı Etkili İnsanların 7 Alışkanlığını okuduğumda tanıştım. Öngörülü ol. Olacakları önceden tahmin et, önlemini al. Gibi bir şey. Gerçekte her insanın iç güdüsel olarak, gerek ön yargıların işlevi ile, gerek sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yer tabiri gereği bilinç altında yapmış olduğu ama bugüne kadar proaktiflik olarak adlandırmadığı bir şey. Altıncı hissi kuvvetli olmak bile denebilir. Ancak bu terim bazı şeyleri önceden bilebilmenin yanısıra önlem almak üzere harekete geçebilmeyi de ima eder.
Kiki 5-6 yaşlarında falandı. Ben o zamanlar iyi bir şirkette stres altında çok yoğun çalışıyordum. Hafta içinde Kiki’yi çok az süre hatta bazen hiç görememe durumları söz konusuydu. Zaman zaman hafta sonu mesailer yaptığım da oluyordu. Dolayısıyla bana kalan hafta sonlarını Kiki ile beraber değerlendirmek benim için çok önemliydi. Hep planlı programlıydım. Dakikası dakikasına. Anı değil, geleceği yaşardım. Geleceği düzgün planlayabilmek, tıkır tıkır gerçekleşmesini sağlayabilmek için o kadar zaman ve emek harcardım ki, o an geldiğinde yorgunluktan tadını çıkaramazdım. Dolayısıyla da her daim sinirliydim.
Şimdi ismini hatırlamıyorum. Bir çizgi filme gidilecek, planlamışım. Sinemayı hiç unutmam Suadiye Movieplex. Öncelikle belirteyim gideceğimiz film hedef kitlesi tarafından heyecanla beklenen bir film. Cuma günü vizyona girmiş. Biz de gişe önü kuyruklarında vakit kaybetmeden Cumartesi gününün ikinci seansına yer bulmak istiyoruz. Filmi çıktığı hafta sonu görebilmek çok önemli. Çünkü okuldaki herkes öyle yapıyor. Pazartesi okula gidildiğinde film hakkında görüş bildirmek, gidemeyenlere hava atabilmek prestij açısından önemli. Ondan daha da önemlisi Kiki çizgi film çok seviyor ve çok heyecanlı. Hemen gidip göremezse yerinde duramıyor. Planlı programlı bir anne olarak ben sabah erkenden telefon ile rezervasyon yaptırıyorum. O zamanlar henüz internetten bilet satışı başlamış değil. Film başlamadan yarım saat önce bileti satın almak lazım. Yoksa otomatik olarak rezervasyon iptal ediliyor.
Filmin başlamasına 45 dakika kala Kiki ile gişenin önündeyiz. Gişeci kız malesef yerleriniz iptal olmuş diyor. Bozuluyorum. Ama önemli değil, insanlık hali diye düşünerek, öyleyse başka bir yerden bilet alalım lütfen diyorum. Malesef hanımefendi hiç yerimiz kalmadı diyor, gişeci kız.
“Nasıl olur” diyorum.
“Rezervasyon iptal saatinden 15 dakika önce geldim. Rezervasyonunuz malesef iptal edilmiş ve başka da yer yok diyorsunuz. Bakın ekranda henüz satılmamış bir sürü yer var.”
“Ama onlar rezervasyonlu birazdan gelir alırlar, size veremem. Siz kenarda biraz bekleyin gelmeyen olursa alırsınız.”
İyice sinirleniyorum, betim benzim atıyor. Ancak adil bir çözüm bulmaya ve kendi haklarımı korumaya niyetliyim. Kiki yanımda sesini çıkarmadan bekliyor. Merakla konuşmaları dinliyor. Ama benim onun yüzüne bakacak halim yok. Bir anda ter boşanmış.
“Bakın, bir sürü rezervasyon varken neden sadece benimki iptal edilmiş anlamıyorum. Madem bir hata yapılmış. Bunun en adil çözümü şudur. Bana oradaki diğer rezervasyonlu yerlerden verirsiniz. Çünkü en erken ben geldim. Ve en son gelene malesef rezervasyonunuz iptal edilmiş dersiniz. Ya da o arada rezervasyon yaptırıp almaya gelmeyenlerden açılan yerler olursa ona da o yerleri satarsınız.”
“Böyle bir şeyi yapamam, haksızlık olur”
“Peki, bana yaptığınız haksızlık değil mi? Neden ben?”
Hiç ses yok. Bu arada arkada inanılmaz kuyruk birikmiş. Toplum psikolojisi beni kabahatli bulmuş. Konuyu anlamadan dinlemeden yüksek sesle ve türk kültürüne uygun bir davranışla bana hitaben değil ortaya ileri geri konuşup, bilmedikleri bir olay hakkında fikir beyan ediyorlar.
“Lütfen müdürü çağırabilir misiniz?” diyorum.
“Malesef siz kendiniz çağıracaksınız, benim işim var, arkanızda bir sürü kişi bekliyor”
“Bakın, ben müdür nerede bilemem. Ayrıca kuyruğun en önünde ben olduğuma göre öncelikle benim işimi yapmanız gerekir.”
“Müdürün odası şu ilerideki kapı, ama yerinde yoktur.”
“Peki nerede o zaman?”
“Bilmiyorum, içeridedir. Arayıp bulmanız lazım”
“Ben buradan ayrılırsam, rezervasyonumuz olduğu halde biz bu filmi bu seansta göremeyiz. Lütfen müdürü siz çağırır mısınız?”
Bu konuşma böyle ne kadar devam etti bilmiyorum. Her yolu denediğime yemin edebilirim. Bir müddet sonra, arkadan yükselen sesler iyice fazlalaştı. Bense sinirden pancar gibi olmuşum. Kendimi çaresiz hissediyorum. Ne yapacağımı, gişeci kızı bir an evvel bana biletleri vermesi için nasıl ikna edeceğimi bilemiyorum. Düşünemiyorum. Müdür daha aklı başındadır sorunu bir şekilde halleder, bir gelebilse diyorum. Görünürde kimse yok. Zaten 2 dk. daha geçse linç edilecek durumdayım. Etrafım sarılı. İşte o an kendimi kaybedercesine var gücümle bağırıyorum. Çığlığım yeri göğü inletiyor. Bir anda etrafım boşalıyor. Ve karşımda nereden çıktığı belli olmayan panik halinde elinde anahtarlar, cep telefonu Müdür bey beliriyor. Onu gördükten sonra o hızla kendimi durduramadığımdan bir kaç saniye daha çığlığıma devam ediyor ve sonra susuyorum. Her yerim titriyor. İçim sarsılıyor.
“Sorun nedir?” diyor müdür bey.
“Rezervasyon yaptırdığım ve vaktinden 15 dk erken geldiğim halde biletlerimin iptal olduğunu ve yer olmadığını söylüyorlar” diyorum.
Müdür bey gişeci kıza dönüp sert bir ifade ile
“Hanımefendiye biletlerini hemen verin.” diyor.
Biletleri alıyor ve anında gişe önünden uzaklaşıyoruz. O an gözüm Kiki’nin suratına takılıyor. O korku ifadesini unutmam mümkün değil. Beni daha önce hiç böyle görmemiş. Uzun süre kendine gelemiyor. Nasıl üzgünüm kelimelerle anlatamam. Şu an bile düşündüğümde o anda biletleri elde etmek için o davranışı yapmaktan başka çarem olmadığını hissediyorum. O anda yapılacak iki şey vardı. Birisi benim yukarıda size anlattığımı yapmak ve biletleri elde etmek. Kiki’yi dehşete düşürmek. İkincisi yenilgiyi kabul etmek, ertesi güne bilet satın almak ve hafta sonu programını tamamiyle değiştirmek ya da filmi görmeyi bir sonraki hafta sonuna ertelemek. Kiki’yi başka bir aktivite ile mutlu etmek.
O zamanki ruh halimle ikinci seçenek söz konusu değildi. Benim bu ruh halim uzun süre devam etti. Bu ruh hali derken planlarımın ve programlarımın bozulmasına tahammül edememeyi kastediyorum. Halbuki hayat öyle tesadüfi ki, beklenmedik şeyler her an her yerde karşına çıkabiliyor. Başka konularda, özellikle de iş dünyasında bir A planım, B planım hep olur. Ya da bazı şeylerden kolaylıkla vazgeçer onun yerine daha bile iyi sonuçlanan başka çözümler bulabilirim. Ancak hafta içinde yoğun çalışma saatlerinin yükü altında Kiki ile yeterince ilgilenememenin vermiş olduğu suçluluk duygusunun sanırım bu olayda parmağı büyük.
Sonuç olarak ne oldu? Ben yine, taa ki işten ayrılana kadar evdeki herkesin hayatını ve faaliyetlerini planlamaya ve programlamaya devam ettim. Hatta Kiki bana “polis” lakabını takmıştı. Ancak bu maceradan sonra film biletlerini hiç üşenmeden bir gece evvelden gidip gişeden bizzat satın aldım. Sonra bir gün farkına vardım ki, bu hayat benim istediğim hayat değil. İşte o zamandan bu yana evden çalışıyorum. Azla yetiniyorum. Ama daha huzurlu bir yaşantım var. Bundan böyle kimse de bana polis demiyor.

Bunu derecelendir:

>Zaman Yönetimi

28 Pazar Haz 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

>Bir zamanlar şu sevdiğim şirketlerimden birinde çalışırken bir Zaman Yönetimi eğitimi almıştım. Uzun zaman oldu. Hatırladığım kadarıyla bu eğitimdem önce hepimizi ayrı ayrı ziyaret edip, konuşmuşlar ve iki hafta boyunca dakikası dakikasına tüm yaptıklarımızı bir kağıda yazmamızı istemişlerdi. Bunun amacı da tabii ki, günlük 8 saatlik çalışma zamanını ne şekilde kullandığımızı görmek ve gerekli düzenlemeleri yaparak en etkili bir şekilde zamanımızı yönetebilmekti. İtiraf ediyorum ki, aramızdan ben dahil çekimser kalanlar olnuştu. Ancak yönetim bu işi samimiyetle yapmamız gerektiğine ve sonucunda her hangi bir olumsuz düşünceye maruz kalmayacağımıza bizi inandırdığından sonuç olarak güzel bir ekip çalışması ortaya çıktı. Ya da bana kalan izlenim böyle diyelim. Bu işlemin ikinci bir işlevi de şirkette benzer işlerle uğraşanları saptamak ve onların zamanını yönetmede mümkünse firma içi farklı süreçler geliştirebilmekti. Bu kısmı şu an beni ilgilendirmediğinden bahsetmiyorum. En nihayetinde evde çalışan ekip yok. BİR TEK BEN VARIM…

2 haftalık ödevimizi yaptıktan sonra, eğitim firması bizi farklı çalışma gruplarına ayırdı. Öyleki farklı departmanlardan kişiler bir araya geldik. Güzel de bir kaynaşma oldu aramızda. Bu eğitimde aklımda kalan en önemli şey, vücut saati ile yapmak zorunda olduğum işlerin cinsinin birbirine uyumu söz konusu olduğunda performansımın ikiye ya da üçe katlayabilme imkanıydı. Şöyleki her bireye göre değişmekle birlikte, büyük bir genelin biyolojik saati ele alındığında sabahın erken saatlerinin beyin çalışması için ideal olduğu görülmüş. Dolayısıyla beyin fırtınası gerektiren, beyin gücüyle yapılacak ya da ilk defa yapılacak ve dikkat isteyen tüm işler, bu zamanda yapılmalı. Sizi bilmem ama benim için çok doğru. Hatta o zamanlar şunu farketmiştim. Bu süreç benim için saat 6,30’da servise bindiğim anda başlıyordu. O halde, elime bir kağıt kalem alarak serviste düşünmeye ve aklıma gelenleri çiziktirmeye başlamıştım. Şu anda bile çeviri yazacağım, ya da öykü kurgulayacağım zamanları en verimli saatlerim olan sabahın herkes uyurkenki anlarına denk getirmeye çalışıyorum.

Öğleye doğru bir parça verim düşer, demişlerdi. Mide boşaldıkça, esneme ve yorgunluk başlar. O saatlerde mümkünse günlük ve sıradan işler. Hatta ben bir kahve molası verirdim. Evde de aynen uyguluyorum. Saat 10,30-10,45 arası. Onbeş dakika. Sonrasında ise yemek saatine kadar neredeyse ezbere bilinen, hata yapma olasılığı az olan işlerle uğraşmalı.

Yaşasın öğlen yemeği. Bir anda nasıl da enerji dolar insanın içine değil mi? Ya da bana öyle. Süreli salıverilme. Göreceli kurtuluş.

Öğleden sonra bir rehavet çöker. Hele bir de ayran içilmişse eyvah… Sıradan günlük telefon konuşmaları için ideal. Hem sohbet zihni de açar. Belki bir iki organizasyon işi. Düzenleme falan. Saat 15’e doğru zihin yeniden enerjisini toplar. Sabahki kadar olmasa bile bir takım önemli toplantılar, yazılması gereken yazılar, tutanaklar, raporlar bu bir iki saate konabilir. Saat 17’den sonra ise beyin enerjisi tamamen tükenmiş olup, çıkışa doğru vücut enerjisi artar. Son işleri toparlayıp, gerekli dosyalama işlerini yapıp, ertesi günün iş planını çıkardıktan sonra o enerjiyle şirketten dışarı fırlayıp spora gitmenin tam zamanı. Ya da dansa… Aktivite zamanı.

Şimdi ben bu zaman yönetimini neden hatırladım? Şöyle ki yürüyüş yapmak istiyorum. Ve sabahları yürünür diye bir kavram yerleşmiş zihnime neden bilmem. Çok denedim bir türlü beceremedim. Neden? Bir kere sabah erkenden yürüyüşe çıktığımda zihnim inanılmaz derecede üretiyor. Fikir üzerine fikir doluyor ve eğer ben yürüyüşteysem bunları yazamadığımdan hepsi uçup gidiyor. Hiç birisini hatırlayamıyorum. İkincisi vücut enerjim akşamın erken saatlerindeki gibi fazla olmadığından, normalde 1-1,5 saatte yürüyebileceğim bir mesafeyi ancak 2-2,5 saatte alıyorum. Eve dönüp duş alıp, çalışmaya oturduğumda ise neredeyse öğlen oluyor. Ve ben bilgisayar başında geveliyorum.

İşte kıssadan hisse, yürüyüşler bundan böyle akşam üstü yapılacak. Yazı işleri sabahtan. Öğleden sonra ise sıkıcı ve dikkat gerektirmeyen ev işleri. Bu da benim kişisel gelişimim olsun.

Bunu derecelendir:

>Yorumsuz

24 Çarşamba Haz 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim, video

≈ 2 Yorum

>[blip.tv http://blip.tv/play/AYGK+DSYnEA%5D

Bunu derecelendir:

>Gülme Üzerine

23 Salı Haz 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

>Kızıma aldığım bir dergi var. İsmi “Muze”. Esin Perisi olarak türkçeye çevrilebilir. Aylık edebiyat, kültür ve biraz da felsefe konularına eğilen bir dergi. Gençlere yönelik. Bizimki ne kadarını okuyor bilmiyorum ama ben zaman buldukça sayfalarını çevirmekten hoşlanıyorum. En azından Fransa’da edebiyat dünyasında nelerin olup bittiğini ana hatları ile basitleştirilmiş bir şekilde öğreniyorum. Derine inmek istersem, bana kalmış. Bu dergi en azından bir ön tad veriyor. Ağıza bal çalmak misali.

Bu ayki dergide Komik olmayan şeylere neden güleriz? başlıklı bir dosya vardı. Durup durup gülme krizine yakalanan, gözlerinden yaşlar gelen, gülmekten karnına kramplar giren benim gibi birisi için ilginç geldi. Eskiden beri en çok güldüğüm şey kendi sakarlıklarımdır. Hem kendiminkilere gülerim, hem de başkalarınınkine… Ünlü düşünürlerde bunun nedenleri üzerine kafa yormuşlar.

Antik yunan zamanında bir gün Hipokrat’ın kapısı telaş içinde çalınmış. Halk eşiğin önünde yardım dilenirmiş.

“Aman Hipokrat, canım Hipokrat, koş gel bak bu bizim Demokrat’a bir haller oldu. Kendi kendine gülüp durur” demişler.

Zamanın ünlü doktoru anında fırlamış dışarıya. O zamanlar gecelik ya da evlik ayrı, sokaklık ayrı giysi kavramı var mıydı bilmiyorum. Koşmuş limana. Uzaktan görmüş Demokrat’ı, hem yürürmüş limanda hem de katıla katıla gülermiş. Krize girermiş. Halk, uzunca bir zamandır limandaki bu yürüyüşlerini yapan Demokrat’ın akıl sağlığından şüphe edermiş, endişe duyarmış.

Uzun lafın kısası, Hipokrat varmış Demokrat’ın yanına. Halk da uzaktan izlermiş. Üç beş konuştuktan sonra gelmiş gerisin geriye. Endişelenmeyin demiş, Demokrat sebebsiz gülmüyor. Akıl sağlığı gayet yerindedir. O halde, Demokrat, çağdaşlarının sıradan günlük olaylar kabul ettiği ancak ona müthiş derecede salaklık görünen bir takım insani hareketlere gülermiş. Tabii Hipokrat bunu açıkladı mı, açıklamadı mı, o kadarı bilinmiyor. Bence hasta sırrı olarak saklamıştır.

15-16 yaşındayım. Sekiz kişilik bir grubumuz var. 4 kız 4 erkek. Nişantaşı’nda geziyoruz. Nasıl gülüyoruz. Vara, yoğa. Derken bir kaç basamakla kaldırım seviyesinin altına inen bir dükkanın önünden geçerken beni içeri doğru itiyorlar. Kollarım ve bacaklarım yana açık, aslan postu gibi dükkanın ortasına seriliyorum. Yeri öpmeme ramak kalmış. Kafamı kaldırınca tezgahın arkasında duran bayanla göz göze geliyoruz. Dükkana girişim muhteşem olmuş. Tezgahtar bayan, yüzünde korku, endişe ifadesi, ne yapacağını bilemez bir halde donmuş bana bakıyor. Ben yerde, bizimkilerin diğer yedisi kapıya sıkış tıkış doluşmuş kahkahadan kırılıyoruz.

Komik olmayan şeye neden gülüyoruz? Aslında komik ama diğerleri bunu bilmiyor.

Freud şunu demiş: Kişi güldüğü zaman bilincinin bastırdığı tepkileri ifade eder, açığa çıkarır. Üst benliğin bilince karşı bir zaferidir.

Henri Bergson ise şöyle demiş: Acımanın olmadığı yerde güleriz. Gülündüğü zaman kalp anestezi altındadır.

Thomas Hobbes’a gelince: Gülme tutkusu, diğerlerinin zayıflıklarına ya da kendi geçmiş zayıflıklarımıza nazaran oluşan ani bir üstünlük duygusunun bilincine varmak ve bir zafer kazanmış gibi katıla katıla gülmektir diye açıklamış.

Platon’da benzer şeyler söylemiş, ama bir kat daha derinine inmiş: Dostlarımızın zayıflıklarına gülmek katışıksız bir keyiftir. Çünkü bu keyfe, bir de kendimize yediremediğimiz bir arzulama, kıskançlık duygusu da karışır ki, işte bu duygu bizi başkalarının düştüğü ve aslında olumsuz duygulara sahip olmamamız gereken durumlara gülmeye iter.

Bunu derecelendir:

>Kurumsal Sosyal Sorumluluk – Philip Kotler / Nancy Lee

18 Pazartesi May 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim, okuduklarım

≈ 1 Yorum

> Çevirisini üstlendiğim dördüncü kitap Philip Kotler ve Nancy Lee’nin ortaklaşa yazdıkları Kurumsal Sosyal Sorumluluk. Bu kitabı da diğerleri gibi keyifle çevirdim. Gerek sonradan okunması olsun gerek düzeltmeler olsun yine eşimin katkıları çok büyük.

Kotler ve Lee burada hayır işleme konusunun kurumsal ortamda ne şekilde ele alınabileceğini, hem toplum hem kurum açısından hangi girişimlerin kazan-kazan durumu yaratabileceğini, bu faaliyetlerin en etkin bir şekilde nasıl yürütülebileceğini ve konu ilgili akla hayale gelmeyecek daha bir çok şeyi anlatmış. Örnekler fazlasıyla var. Konu kolay gibi gözükmekle birlikte, örneğin büyük kurumların hemen hemen her gün sosyal projelerine finansman arayan toplum kuruluşları tarafından istilaya uğradıkları da bir gerçek. Bu kadar fazla projenin içerisinden her iki taraf içinde en etkin ortaklığı yaratabilecek bir faaliyeti seçmek gerçekten zor. Yaratıcı olmanın da günün koşulu olduğunu unutmamak lazım.

Bu kitap gerçekten de tüm bu sorunlara ve daha nicelerine benim kanımca çok güzel cevaplar sunuyor. Örneklerin ve uygulamaların bolluğu aydınlatıcı. Tüm dünyada yapılan ya da bugüne kadar yapılmış uygulamaların analizi gerçekçi. Ayrıca ülkemizde olmayan farklı uygulamaları görmek ve bilmek açısından da yararlı.

Örneğin, kitapta belirtilen bir proje var ki, Türkiye’de uygulanmasını gönülden desteklerdim. Ve bunu uygulayan bir şirkette çalışabilmeyi arzu ederdim. Şöyle ki, şirket toplumsal projelerde gönüllü olarak fiilen katkıda bulunmak isteyen çalışanlarına ücretli izin veriyor. Her şirket ayırabildiği kadar. Haftada 1 gün ayıran var. Haftada yarım gün ayıran var. On beş günde 1 gün ayıran var. Her gün 2 saat ayıran var. Senede toptan 1 hafta ya da 15 gün ayıran var. Senelik izin dışında tabii ki. Sonra çalışanlar kendi ilgi alanlarına göre istedikleri sivil toplum örgütünü ya da projeyi seçebilirler. İster sokak çocukları ile çalışın, ister toplum gönüllüleri ile, ister hayvanları koruma derneği ile… Çalışan özgür bırakılmış. Tabii, yine de işin suyu çıkmasın diye her şey şirket İnsan Kaynakları’nın kontrolü altında. Böyle bir uygulama şirket çalışanlarına da motivasyon sağlamaz mı? Ne dersiniz?

Bunu derecelendir:

>Beyaz Tavşan’ın açtığı bir konu üzerine…

14 Perşembe May 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 11 Yorum

>Beyaz Tavşan son gönderisinde bir okuyucusundan gelen mektubu yayınlamış. Burası . Ben de bu mektuba yönelik burada bir şeyler yazmak istedim. Kısaca mektup, dünyanın başarılılar ve başarısızlar olarak ikiye ayrıldığından dert yanan, kendisini başarısız hisseden ve bunu da kadere bağlayan bir kişiden geliyor. Beyaz Tavşan ise benzer tecrübeler geçirmiş kişilerden paylaşım talep etmiş. Mektubun ve Beyaz Tavşan’ın samimiyeti beni çok etkilediğinden bu konu hakkındaki düşüncelerimi ifade etmek istedim.

Hangi konuda olursa olsun başarısız olma korkusu insanın en temel korkularından biri, herkes için geçerli ve daima beynimizin içinde bir yerlerde mevcut. Bu korkuyu biz her an yaşarız. Kendimize kıyafet alırken bile. Ya yanlış alırsak, ya bize yakışmazsa, ya para boşa giderse, ya kaliteli değilse, ya aldatılırsak. Yemek yaparken. Ya beceremezsek, ya yakarsak. Bir yere giderken. Ya yolu bulamazsak. Ya birine sormak zorunda kalırsak. (Daha çok erkekler için). Bir teklif yaparken. Ya kabul etmezse. İş ararken. Ya bulamazsak.

Daha sonra başarı üzerine bilinmesi gereken bir kaç temel kavram var. Bunlardan birincisi başarının tanımı nedir? Başarı kelimesinin sözlükte anlamına baktım. “Bir işi istenilen biçimde sonuçlandırmak eylemi ile elde edilen şey.” Dolayısıyla başarı çok kişisel bir kavram. Bir kere istediğinizin ne olduğuna bağlı. Yani bir kişi için başarı olan şey diğer kişi için başarı olmayabilir. Örneğin ben küçüklüğümden beri yazmak istiyordum. Hatta hayalim bir yazar olmaktı. Şu an bloglar sayesinde bu isteğimi bir anlamda başardım. Evet, para kazanmıyorum. Hatta blog’umu okuyabilmek için kimse köşe kapmaca oynamıyor. Ama bu blog’a her gün bir gönderi yazabilmek benim için bir savaştı. Ve ben bunu başardım. Sadece kendim için yaptım. Üstelik ben bu blogla uğraşırken etrafımdakilerin çoğu da, ya beni vazgeçirmeye çalıştı ya da yapmak istediğimi küçümsedi. Bana bir getirisi olmazmış. Yaratıcı olup, konu bulamamış mıyım vs… Ama bir kaç kişi de gönülden destek verdi. Ve ben bugün çok gururluyum. Kimse okumasa da yazmaya devam edeceğimi biliyorum. En azından ileride torunlarım olursa onların merakla okuyacağını biliyorum. Çünkü benim annemden, babamdan ya da ananem, babanem ya da dedemden bu tarz günlük defterler kalsaydı ben zevkle okurdum. Sonra bir de “Kimse Okumazsa Ben Okurum.” Ve inanın okuyorum da zaten. Kıssadan hisse herkes önce kendini tanımalı ve kendi başarısının tanımını yapmalı.

İkinci olarak toplumda başarının anlamı malesef para ve zenginliğe denk geliyor. Bana kalırsa bu hem yanıltıcı hem de kişileri biraz kaderciliğe iten bir bakış açısı. Bu zenginlik konusu o kadar abartılmış ki, geçen gün gözlerime inanamadım. Bağdat Caddesinde genç bir bayan lüks mağazaların markalı kağıt torbalarını yere yaymış. Fotograf çekecek zannettim. Meraktan biraz bekledim. Tanesi 1 TL’den sattığını gördüm. Bu torbalar işportaya düşüp, tanesi 1 TL’den satılabildiğine göre varın siz düşünün zenginliğin toplumda ne kadar arzulanır bir şey olduğunu. Ve zengin göstermenin ne derece popüler ve önemli olduğunu. Cebimde beş kuruş olmadıktan sonra ben kendimi zengin göstersem ne olacak? Bu mağazalardan alış veriş yapabiliyor durumum var desem herkese ne olacak? Caddede dolaşırken elimde torba bana hayran kalsınlar kendimi başarılı hissedeyim peki eve girip kapıyı kapatınca ne olacak?

Kendini başarılı hissetmenin en birinci yolu para derdine düşmeden kendine bir uğraş bulmaktır. Üretim yapmadan olmaz. Bkz. Pretty Woman örneği. Julia Roberts Richard Gere’a peki sen ne üretiyorsun o zaman diye sorduğunda… Bugün eserlerini dinlediğimiz, seyrettiğimiz, okuduğumuz başarılı sanatçılar zamanlarında parasızlık ve yoksulluk içinde hiç bıkmadan tutkuyla üretmiş insanlardır. Ve bugün biz onları başarılı olarak tanımlıyoruz. Bu durum başarı ve para eşitliği diye bir şey olmadığını gösterir. 18. yüzyılda Voltaire de Candide’i yazarken bu konulara ilişkin bir sürü mesaj vermiştir. Yani bu başarı, can sıkıntısı, mutluluk konuları insanlık tarihi kadar eskidir. Bkz. İlk filozoflar, düşünürler. Farklı ve klasik kitaplar okumak kişiyi geliştirir. Odaklandığı noktadan ayırıp bakış açısını genişletir. Örneğin Voltaire’in Candide’i hayatı öğrenmekte olan saf bir kişinin başına gelen kısa ve akıl almaz hikayelerden oluşmuş bir bütündür. Okuması da çok eğlencelidir. Bir çok kişi bunu başucu kitabı olarak kabul eder.

Yazı biraz uzun oldu ama, üçüncü önemli bir nokta daha var. Karşılaştırmalar yapmak sadece ve sadece mutsuzluk getirir. Ayrıca kişinin kendisini bir başka kişiyle karşılaştırması mantıken elma ile armutun karşılaştırılması kadar saçmadır. Şöyle ki her birimiz eşsiz yaratılmışızdır. Evet insan sınıfına giriyoruz. Hepimiz aynı gibi görünmekle beraber her birimiz kendine özgü ve eşi olmayan insanlarız. Her birimizin yeteneği, kapasitesi, ilgi alanı ve daha bir sürü özelliği çok farklıdır. Parmak izimiz tek, DNA’larımız tek, göz rengi, ruhumuz, bedenimiz, beyin hücrelerimiz her bir özelliğimiz tekdir. Bazı zevklerimiz ve tercihlerimiz kabaca gruplandırılabilir ancak bir arkadaş sohbetinde iyice detaya inildiğinde onların da aslında belirli noktalarda farklı olduğunu hissederiz. Dolayısıyla yapılabilecek tek karşılaştırma insanın kendi kendisi ile yapılan bir karşılaştırmadır. Geçen sene Ocak ayında ben ne durumdaydım bu sene Ocak ayındaki durumum nedir? Memnun muyum? İlerleme kaydetmiş miyim? Neler yapabilirim ya da yapmayabilirim? Ayşe çok başarılı ben niye değilim gerçekte anlamı olmayan bir cümledir.

Uzun seneler hep başkalarının bana önerdiği işleri yaptım. Ama bir süredir istediğim ve kendimde yetenek göremediğim için asla bulaşmaya cesaret edemediğim işlere döndüm. Bunlar yazı yazmak, fotograf çekmek ve resim yapmak. Her birinde de ayrı ayrı gördüm ki ne kadar çok okur ve yazarsanız o derecede iyi yazmaya başlıyorsunuz, ne kadar çok resimlere bakar ve yaparsanız o kadar daha iyi resmetmeye başlıyorsunuz, ne kadar çok fotograf inceler ve çekerseniz o kadar daha iyi çekmeye başlıyorsunuz. Yani bir işte başarılı olmak için, önce o işi keyifle ve tutkuyla yapmalı ve devam ettirmelisiniz. Yetenek herkese belirli miktarlarda dağıtılmış. Ama sorun onu geliştirebilmekte. Bunun yolu da çalışmak ve deneyim kazanmak. Para kazanmak asla kendi başına bir hedef olamaz. Ancak hedeflerinizi gerçekleştirmek için bir araç olabilir. Sonuç odaklı olmak her zaman iyi değildir. Süreç çok önemlidir. Biz insanlar hemen sonucu görürüz ama süreçlerin sancılı geçtiğinden kimse söz etmez. Bunlar zaten benim söylediğim sözler değil ancak gözlemlerimle doğruluğunu kendime ispat etmiş olduğum gerçeklerdir.

Hiç unutmadığım bir şey var. Orhan Pamuk bir röportajında ilk kitabı olan Cevdet Bey ve Ailesi’ni yazmanın 10 sene sürdüğünü söylemişti. 10 sene bir proje üstünde çalışmak ne demek? Dile kolay. Ve kendisi o kitabı yazmaya başladığında eminim bu başarıyı ve Nobel ödülünü almayı düşünmemişti. Belki, içinde çok derinlerde bir yerlerde arzulamıştı. Onun için başarı 10 sene üzerinde çalıştığı bir projeyi sonuçlandırabilmekti. Basılacağından bile emin değildi belki de… Severek yapabileceğiniz bir iş bulun. Sizin için hobi gibi olsun. Canla başla hiç bıkmadan çalışın. Başarı kendiliğinden gelir.

Yine benim için önemli iki söz daha var ve karşılaştığım her durumda bunları aklımdan çıkarmamaya çalışıyorum.

“Değiştiremeyeceğiniz şeylere zaman ve emek harcamayın.”
“Ancak ve ancak kendinizi değiştirebilirsiniz, başkaları ya da başka şeyler üzerinde hükmünüz yoktur.”

Yazı çok uzun oldu. Ben bile yazarken sıkıldım. Bir de 1o sene yazmaktan bahsediyorum:))

Bunu derecelendir:

>Hayır diyebilmek…

08 Cuma May 2009

Posted by Qunegond in denemeler, Günlük, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

>Geçenlerde sıradan bir Amerikan filmi seyrettim. Komedi tarzı. Adını bile hatırlamıyorum. Ne de sonunda ne olduğunu. Ama aklımda kalan öyle bir sahne var ki…Önce filmi biraz anlatayım:

Orta halli, genç evli bir amerikan ailesi. Bir de bebekleri var. Hem kadın, hem adam çalışıyorlar. Kasabanın birinde tek katlı, bahçe içinde küçük bir evde oturuyorlar. Malum kriz, adam işten atılıyor. Bebeğin bakıcısını ödemek, aile için bir anda lüzumsuz ve külfet haline dönüşüyor. Ve tahmin edebileceğiniz gibi bakıcıya yol veriliyor. Genç adam eşi işteyken kendi bebeğine bakmayı üstleniyor.

O kadar gerçekçi bir durum ki. Bu tip babalardan Fransa’da da çok vardı. Hatta bizim apartmandaki karşı komşu. Bebekleri, benim kızımdan üç ay sonra doğmuştu. Lyon’daki en büyük ve güzel parka 5 dakikalık yürüme mesafesindeydik. Her ikimizde bütün günü parkta geçirdiğimizden, çoğunlukla da karşılaşır bir iki kelime laf ederdik. Bu filmde de öyle bir durum söz konusu. Zaten sıradan amerikan kasabalarını biliyorsunuz, her yer park, yeşillik. Alabildiğine geniş düzlükler.
Gelelim filme. Adamcağızın bebekle ilk günü. Atıyor kendini parka. Parkta, ailecek de görüştüklerini anladığımız, çocuk yetiştirme konusunda deneyim sahibi bir kadın arkadaşa rastlıyor. Üç, beş konuşuyorlar. Bebek pusette kendi halinde. Sonra ağlamaya başlıyor. Anlaşılan altına yapmış. Değiştirmek gerekli. Adam ilk defa yapacak bu işi. Bir paniktir başlıyor. Can simidi olarak yanındaki kadın arkadaşından medet umuyor.
“Bana yardım eder misin?” diyor.
Kadın gayet sakin gülerek şu cevabı veriyor.
“Hayır, olmaz.” ve sonra da “Görüşürüz” deyip çekip gidiyor.
İşte bu sahne beni çok etkiledi. Kendimi o kadının yerine koydum. Benden bir şey rica edildiği böylesine bir durumda, ben de onun gibi davranmayı içten istemekle beraber, o anda “hayır” diyemeyip kesinlikle o bebeğin altını değiştirirdim.
Bugüne kadar başıma ne geldiyse “hayır” demeyi bilemediğimden gelmiştir. Sonradan bu konu üzerinde çok düşündüm. Biraz da araştırma yaptım ve yalnız olmadığımı gördüm. Hayır demek aslında öğrenilmesi gereken bir beceri. Ve biz bu beceriyi ne okulda, ne de aile içinde öğreniyoruz. Canları istemediğinde en kolay hayır diyebilenler aslında küçükler. Ama biz evde olsun okulda olsun, onlara aynı bize öğretildiği gibi herkese ve her şeye “evet” denmesi gerektiğini, uysal olmak gerektiğini, “hayır” demenin kibar olmadığını öğretiyoruz. Hayır kelimesine negatif bir anlam yüklüyoruz. Genel olarak buna inanmışız, böyle biliyoruz.
Sonra da, yapılan istatistiklerde, çeşitli ülkelere göre % 50’den % 80’lere kadar varan bir oranda yaptıkları işten, bulundukları konumdan memnun olmayan insanların varolduğunu okuduğumuzda hem üzülüyor, hem de şaşırıyoruz.
Ben neden “evet” diyorum. Karşımdaki insanın benim kötü karakterli biri olduğumu düşünmesini istemiyorum. Hele bir de sevdiğim biri ise “hayır” demekle ona değer vermediğimi, onu sevmediğimi düşüneceğinden korkuyorum. Çünkü küçüklüğümden beri böyle öğrendim. Hatta yemek yemek istemediğim zamanlarda bile bana “Bak, yemezsen, sonra arkandan ağlar” dendi. Sanki o lokmanın bir canı varmış gibi. Ya da daha da kötüsü “Bak, yemezsen ağlarım ama.” Bundan daha büyük bir duygusal baskı olabilir mi? Ama hepimiz farkında olmadan yaptık ya da maruz kaldık.
Bu, sürekli başkalarını mutlu etme üzerine kurulmuş bir hayat felsefesi: Başkalarını mutlu et, onların mutluluğu seni de mutlu eder. Öyleyse babanın seçtiği okulda oku, zorladığı mesleği seç, annenin önerdiği tarzda giyin, eşinin istediği yemekleri pişir, arkadaşının isteği filmi gör, çocuğun anlamadığı için yapamadığı ödevi sen yap, hatta yapmazsan okuldan azar işit, bir de kabahat senin üzerine kalsın. Çocuğuyla ilgilenmeyen ebeveyn sıfatı eklensin. Madem ben çalıştıracağım çocuğu, o zaman senin ne işin var o okulda? Değil mi ama. Ancak öyle bir alışmışız ki bu duruma. Bir de başkalarını memnun edemediğimiz de üzülüp, kahroluyoruz.
Bence durum tam tersine olmalı. Yani, asıl önemli olan içten dışa memnuniyet söz konusu. Kişi öncelikle kendini tanımalı, kendini memnun etmeli. Ne kadar kendi ile barışık olursa etrafındakileri de o kadar mutlu eder. Etrafına mutluluk saçar. Senin mutluluğun etrafndakilere geçip onları mutlu etmiyorsa eğer, acı bir durum ama, etrafında seni sadece sömürmeye ve kullanmaya yarayan yanlış kişiler var demektir. Yol yakınken bir an evvel kurtul.
Bana kalırsa gereken durumlarda “hayır diyebilmeyi öğrenmek çok önemli. Karşılığında da “hayır” sözünü işittiğimizde saygıyla kabullenebilmek, bu öğrenim sürecinin diğer bir yüzü. Eğer ben gerektiğinde “hayır” diyebilme hakkını elde etmek istiyorsam, “hayır” lafını duymaya da alışmalı ve saygı göstermeliyim. “Evet” ya da “Hayır” demek, büyük küçük her bireyin özgürce ve maddi, manevi hiç bir baskı altında kalmadan kullanabileceği en temel hakkı olmalı.
Sıradan bir film, aldı beni nerelere kadar sürükledi. Bugün de böyle olsun.

Bunu derecelendir:

>Işıl Özgentürk ile Senaryo Atölyesi

03 Pazar May 2009

Posted by Qunegond in Günlük, ilk ziyaretçiler için, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

>Uzun zamandır bahsetmek istediğim ve hayatımda önemli bir yer işgal eden bir başka faaliyetim daha var. Işıl Özgentürk ile Senaryo Atölyesi. Kadıköy Belediyesinin girişimleri ile Şaşkınbakkal Ana Çocuk Sağlığı lokalinde Cumartesi ve Pazar günleri hem de uzun süredir yapılan bir atölye. Işıl hanım’ın eski öğrencilerinden film yapmış olanlar bile var. Bizim grubumuz en genç olanı. Yani bu işte demek istiyorum. Ama hepimiz bıkmadan usanmadan, canla başla geliyoruz. Haftada bir gün ve 2 saat olması, ayrıca hepimizin türlü türlü başka işleri olması dolayısıyla pek hızlı ilerlediğimiz söylenemez ama Işıl hanım sayesinde çok yol aldık. En azından bir filmin okumasını farklı bir gözle yapmayı öğrendik. Tabii herkesin film zevki tartışmasız kendine göre. Ancak güçlü bir senaryo nedir? Nasıl olur? Doğru casting nasıl yapılır? Kamera ile duygular nasıl gösterilir? Ve daha bir çoklarını öğrendik.

Öğrendiğimiz başka bir şey ise, bu mesleğin gecesi ve gündüzünün olmadığı. Bazı durumlarda başarı elde edebilmek için sabır ve amelelik gerektiği. Kerametin SADELİK ve BÜTÜNLÜKTE olduğu. Ayrıca Işıl hanım’ın bize tavsiye etmiş olduğu filmler de bu sanata bakış açımızı oldukça değiştirdi. Bu filmlerden bir tanesi de Ettore Scola’nın Çirkinler, Pisler ve Kötüler olarak çevrilebilecek Brutti, Sporchi e Cattivi isimli olanı. Scola’yı biz Sophia Loren ve Marcello Mastroiani’nin oynadığı Özel Bir Gün filminden tanıyoruz.

Bunların dışında bizim de çam sakızı çoban armağını misali başlamış olduğumuz bir kaç senaryo ve belgesel projemiz var. Yukarıdaki ve yandaki fotograflarda gördükleriniz, üzerinde çalıştığımız iki belgesel film olacak. Sene içinde gidip bir sürü fotograf çektik. Geçtiğimiz haftalarda ayırma, eleme kısmını yaptık. Şimdi tabiri caiz ise bunların masa üzerinde birleştirmesini yapıyoruz. Bir anlamda basit bir montaj hikayesi. Daha sonra özel bir yazılım sayesinde belgesel film haline getireceğiz. Işıl hanımın bize yardımı ve yönlendirmesi çok büyük. Ve, gariptir ki, işin en zor tarafının fotografların ayrılması ve elenmesinde olduğunu anladık. Öyle ki, çok başarısız olanları bir çırpıda yırtıp atıyorsunuz. O fazla önemli değil. Ama öyle fotograflar var ki, tek başlarını mükemmeller. Fakat yaptığınız konsepte uygun değiller. Bir yandan bunun farkındasınız. Ama bir yandan da gönül bu, vurulmuş bir kere, uydurup, kaydırıp o fotografı da montaja dahil etme çabasına giriyorsunuz. İşte o anda Işıl hanım devreye giriyor ve fotografı cart cart yırtıp atıyor. Yoksa bize kalsa işin içinden çıkamayacağız. Tabii, biz de yavaş yavaş öğreniyoruz yırtmasını. Işıl hanım diyor ki burada marifet içiniz yanmadan yırtıp atabilmekte… Sevdiğinden o proje bazında ayrılabilmekte…

Bunu derecelendir:

>Satışın Kutsal Kitabı – Jeffrey Gitomer

14 Salı Nis 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim, okuduklarım

≈ 1 Yorum

> Hazır bu iki hafta boyunca evden dışarı çıkamıyorum. Malum yetiştirmem gereken çeviri var, bari eldeki olanaklarımı zorlayayım dedim. Aklıma öncelikle çevirdiğim kitapları bir bir tanıtmak geldi. Kafadan bir beş gün kazandım.

Şu yanda gördüğünüz Jeffrey Gitomer’in yazmış olduğu Satışın Kutsal Kitabı ilk göz ağrım. Aslında sahiplenmek yerine tüm aileyi de katarak ilk göz ağrımız demek daha yerinde olur. İlk büyük çapta çevirim olduğundan eşim başta olmak üzere, kız kardeşim, annem,… tüm aileyi seferber ettim. Öyle ki, ben odaya kapanıp çeviriyorum, çevirdiklerimi bastırıp dağıtıyorum onlar da düzeltmelerini yapıyorlar. Bu arada anlaşılmayan konular varsa onların da tekrardan üzerinden geçiyorum. Bir müddet sektör içinde yaşadıktan sonra sektör dışından kişilerin bilmeyebileceği bazı jargon tabir edilen kelimelerin varlığını atlamam mümkün. Sonuçta herkesi hedef kitle olarak alan bir kitap. Di mi ama?

Herkes derken, gerçekten satış işinde olmayanların da okumasında fayda var. Bir kere kesinlikle teknik bir kitap değil. Hatta bazı satış stratejileri yazarın kendisinin de söylediği üzere bizim farkında olmadan 4-5 yaşından itibaren kullandığımız teknikler. Mesela bakkala girince anneye sakız aldırmadan dükkandan çıkarmamak gibi. Herkes hatırladı değil mi? İkincisi, kişiye düzenli ve planlı programlı olmanın getirdiği başarıyı gösteriyor. Nereye gittiğini, ne yaptığını bileceksin. Karşındakine geçmeden önce kendini tanıyıp hatim edeceksin. Zaten işin en zoru da burada bence. Sonra da kendini başka birinin kafası içine sokup, olayları onun bakış açısından görmeye zorlayacaksın. Bunun da teknikleri var tabii. Bence Gitomer’in göstermiş olduğu yöntemler, vermiş olduğu ipuçları sadece satış değil her türlü duruma ve ilişkiye uyarlanabilir. Geliştirmiş olduğumuz tüm ilişkilerimizde ki bunlar eşimizle, annemizle, babamızla ya da amirimizle ya da çocuğumuzla olsun, bir şekilde bir şeyler satmaya uğraşıyoruz aslında. Bu zaman zaman kabul ettirmeye çalıştığımız fikirlerimiz, ya da isteklerimiz olabiliyor. Ya da izin taleplerimiz!!

Örneğin benim bir kız arkadaşım var. Kocası ile film seyredememekten şikayetçi. Her birinin zevki ayrı. Bu sorun size de tanıdık geldi değil mi? Bana da. İşte kocanızı ya da kız arkadaşınızı ikna etmenin yolu bu kitabın 39,5 kuralını okuyup kendinize bir çizgi belirlemekten geçiyor olabilir. Ayrıca Gitomer’in dili ve anlatımı çok akıcı ve sempatik. Şiddetle tavsiye ederim. Ben çevirdim diye söylemiyorum haaaaa, sakın yanlış anlaşılmasın.

Bunu derecelendir:

>Kişiliğimiz

07 Salı Nis 2009

Posted by Qunegond in Günlük, ilk ziyaretçiler için, kişisel gelişim, okuduklarım

≈ 3 Yorum

>

Kendimi bildim bileli etrafımdakileri gözlemlerim. Başkalarının bazı olaylar karşısındaki davranışları, tepkileri ilgimi çeker. Kendimle karşılaştırırım. Ben olsaydım ne yapardım derim. Ya da asla aklıma gelmezdi bu şekilde tepki vermek derim. Bazı tepkileri beğenirim, bazılarını beğenmem. Ama insanları yargılamak pek yoktur tarzımda. Hatta en manyak katillerin bile düşünce sistemlerini merak ederim. Dale Carnegie’nin ilk baskısı 1936’da yapılan ilk kitabı Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatında bahsettiği gibi kimse kendisini gerçekte kabahatli bulmaz en azılı katiller bile. Bence doğru, daha çok kimselerin bizi anlamadığından, anlayamadığından dert yanarız. Hatta Carnegie bu duruma örnekleme bile yapmaktadır. Amerikayı kasıp kavuran, polisler de dahil olmak üzere bir çok kişiyi öldüren Crowley en sonunda ölü ele geçtiğinde üstünden şu sözler çıkmış. “Ceketimin altında yorgun ama çok nazik bir kalp var.” Ama bunu siz göremediniz anlamında heralde:))
Okumamış olan varsa bu kitabı gerçekten tavsiye ederim. Kitabın ismine aldanıp benim zaten yeterince dostum var, başka dosta ihtiyacım yok şeklinde bir düşünce geliştirilebilir. İçerik daha farklı.
Kişiler ile ilgilenmeye başlayınca, ister istemez kişilik tipleri ile de ilgileniyor insan. Yani ben. Daha iyi iletişim kurabilmek, ya da kendini koruyabilmek amacıyla. Başlıca 4 yön belirlemişler. Özellikle de Jung bu konularda çok fazla materyel sağlamış bize. Bu dört yönü ise yine 4 temel gözleme dayandırarak yapmışlar.
1- Enerjimizi nereden sağlıyoruz
2- Bilgiyi toplama yöntemimiz
3- Karar alma yöntemimiz
4- Günlük yaşamda dış dünya ile ilişki tarzımız
Şimdi başlıca 4 kişilik yönüne gelirsek kişiler genellikle
1- İçedönük veya dışadönük
Aynı anda içe dönük ya da dışa dönük de olunabilir. Kendi motivasyonumuzu kendimiz mi sağlıyoruz yoksa dış kaynaklardan mı motive oluyoruz?
2- Duyusal veya Sezgisel
Beş duyumuzla topladığımız bilgilere mi güveniyoruz yoksa daha çok sezgisel, iç güdüsel mi davranıyoruz?
3- Mantıksal ya da Hissi
Kararlarımızı mantığımıza mı dayandırıyoruz yoksa hislerimize mi kapılıyoruz?
4- Yargısal ya da Algısal
Günlük yaşamda dış dünya ile lişkimizde yargılar mı ön planda, yoksa algılar mı. Yani günlük yaşamımızda planlı programlı, düzenli miyiz (yargısal) yoksa dağınık, esnek, rahat mıyız (algısal)?
Tüm bu temel sınıflamalara istinaden benim kişiliğim Hafif İçedönük, Sezgisel, Hissi ve Algısal. Hepsi birleşince ortaya Prenses Diana ya da J.K. Rowling çıkıyor. Kıssadan hisse testlere çok inanmayın ama testsiz de kalmayın. Testi yapmak isteyenler için işte burası.

Bunu derecelendir:

>Neydim, Ne oluyorum, Ne olmak istiyorum, Ne olacağım?

26 Perşembe Mar 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 1 Yorum

>

Bu sene başından beri Murat Gülsoy’un düzenlediği Yaratıcı Yazarlık kurslarına katıldığımdan daha önce de bahsetmiştim. Dün akşam ilk 3 aylık dönemi, yani temel eğitimi, son dersini de yaparak bitirdik. Bilmem biz katılımcıların tesadüfi buluşmasından mı, yoksa Murat bey’in sınıfta ki mükemmel yaklaşımından dolayı mıdır, sanırım ikisinden de var, bu dönem içerisinde her birimiz çok özel bir grup olduğumuzu hissettik. Ve kurs biterken hem sevinçli hem de biraz üzgündük. Umarım bu şekilde başlayan tanışıklığımız ileride iyi arkadaşlıklara dönüşür.

Gerçekte bu iş burada bitmiyor. Önümüzde ikinci bir 3 aylık dönem daha var. Asıl gelişme kaydedebileceğimiz, ilk dönemde öğrendiklerimizi uygulayabileceğimiz bir atölye olacak. Malesef tam kadro devam edemiyoruz. Kimizin işleri çok yoğun, kimimizin önünde başka engeller var. Ama şu kesin ki, hepimiz çok şey öğrendik, yazma cesareti kazandık ve yazmaya da devam edeceğiz.
Benim öğrendiğim en önemli şeylerden bir tanesi okur yazarlık konusunda ne kadar cahil olduğum oldu. Kendimi iyi okur olarak konumlarken, çok kitap okuduğumu düşünürken bir anda gerçekte ne kadar yetersiz ve bilgisiz olduğumu keşfettim. Öğrenme süreci tam bir çelişki ve gerçekte hiç bitmiyor. Bir türlü tamam oldu bu iş, bitti artık, her şeyi öğrendim, denmiyor. Öğrendikçe daha ne kadar cahil ve miniskül bir yaratık olduğunu iyice idrak ediyor insan, yani ben. Bu öyle bir şey ki, siz de bilirsiniz, bir konuya ilgi duyar ve derinine inmeye başladığınızda aslında işin orada bitmediğini görürsünüz. Sizin gözünüze çarpan, kendinize ben bu işi yapabilirim dedirten, aysberg’in yüzeyde görünen küçücük bir parçasıdır. Sizi çeker, büyüler. İşte biz Murat Gülsoy ile bu büyüyü usulünce bozmayı öğrendik.
Bir de şunu öğrendim ki, bir işi becermek için iki şey gerekli. Bunlardan birincisi sermaye. Benim örneğimde sermaye kültürel, deneyimsel, zihinsel her türlü birikime denk geliyor. İkincisi de emek. Yani bıkmadan, sıkılmadan, umutsuzluğa kapılmadan yazmak, yazmak, yazmak ve yine yazmak. Sanatkar olmadan önce Zanaatkar olmak.

Bunu derecelendir:

>Sona mı saklasak, baştan mı yesek??

10 Salı Mar 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

>Yemek yerken en sevdiğiniz lokmayı sona saklayanlardan mısınız, yoksa ilk önce yiyip bitirenlerden misiniz?

Sona saklayanlardansanız Benjamin Button örneği, yaşama tersten başlamak tam sizin harcınız. Ama benim gibi en sevdiğiniz yerini, bir-an-evvel-mideye-indireyim-de-ne olur-ne-olmaz-ya-yiyemezsem düşüncesi ile öncelikle yiyorsanız, o zaman hiç hayal kurmayın derim. Benjamin Button’ı çok fazla beğenmememin sebebi de bu olsa gerek.

Aslında uzun müddet, en sevdiğim lokmayı sona saklayanlardandım. İlkokulu yatılı okudum. Tüm yemeklerin ne kadar leziz olduğunu anlatmama gerek yok sanırım. Haftanın 6 günü -o zamanlar Cumartesi günü de okul vardı, ben ilkokuldan mezun olurken kaldırıldı- sabah, öğlen, akşam aynı leziz yemeği yemenin mutluluğunu bir düşünün. Aman ne olucak canım öğlen aç kalayım, akşam evde telafi ederim gibi bir durum asla söz konusu değil. Bütün-hafta-aç-kalayım-Pazar-günü-evde-telafi-ederim’e de malesef vücut tüm gücüyle karşı koyuyor.

Neyse işte, ben de o zamanlar ağzımda sevdiğim bir tat kalması için –her yemekten sonra dişlerini fırçala diyen bir anne olmadığından, hiç birimiz çok gerekmedikçe diş fırçalamazdık- en sevdiğim lokmayı ya da tabağı sona bırakırdım. Fakat, şöyle bir durum olurdu. Benden daha büyük kabadayı çocuklar –beşinci sınıfa geçtiğimde bile asla en büyük olma şansım hiç olmadı, çünkü her sene çift dikiş gidenler artı köyden gelip okula geç başlayanlar daima çoğunlukta olduğundan, koskoca çocuklar her daim mevcuttu- yemeklerini iki lokmada bitirir, sonra da benim en sevdiğim tabağa geçmemi bekler ve tam lokmayı ağzıma götürecekken, saldırıp elimden alır ve kendileri yerdi. Şikayet ettiğimde ise hepimiz sıra dayağına dizilirdik. Yemeğimi koruyabilmek için akla, hayale gelebilecek tüm stratejileri denemişimdir. Bu eğitim sisteminin güzelliğine de burada parantez açmak istiyorum. Bu sistem sayesinde hayatta sırtım yere gelmez, en zor koşullarda bile bende umut ve çare tükenmez. Ayrıca ecel korkum hiç yoktur. Yine nedenini açıklamama gerek yok sanırım.

İşte bu durumda geliştirebildiğim en iyi strateji en sevdiklerimi öncelikle mideye indirmek olmuştur.

Bu arada sonradan, okuduğum kitaplardaki kişisel eğitim konularına daldığımda öğretilerin bir çoğunu gerçekte refleks olarak yaptığımı farkettim. Şöyle ki, değiştiremeyeceğin şeylere aklını takıp, enerjini boşuna harcama. Üzerinde hakimiyet kurabileceğin tek kişi bizzat kendinsin. Başkalarını eğitme ya da davranışlarını düzeltme gibi boş işlere zaman harcama, kendinle iştigal et. Ağaç yaşken eğilir.

Bunu derecelendir:

← Older posts

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri
  • İki kitap, bir park…
  • Günümü güzelleştirenler: karga, apartman görevlisi ve Oscar Wilde

Çok Okunasılar

  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • Roman Adı Nereden Gelir?
  • Sabah Sayfaları Üzerine
  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • >Bienal 2009 - Antrepo No:3
  • Bir Liste de Guardian'dan: Tüm Zamanların En İyi 100 Kitabı
  • >Genç Kızlar ya da Bir Yazara Sadece Yazılarını Okuyarak Aşık Olunur mu?

Let’s Tweet Again

  • @AkbankSanat Tesekkurler saolun 1 week ago
  • @AkbankSanat Merhaba, bir evvelki Ranciere seminerini kaçırmıştım, YouTube kanalında yayınlanacak mı? Cevap için şimdiden teşekkürler. 1 week ago
  • Sully girişi @ Musée du Louvre instagram.com/p/BtWegpLAzus/… 2 weeks ago
  • Ayaklarıma kara sular indi. @ Paris, France instagram.com/p/BtWeIS7gW7R/… 2 weeks ago
  • Şaraplar bardakları Abidin Dino’dan, Paşabahçe instagram.com/p/BtN66WcgCPb/… 3 weeks ago

Instagram

Instagram'dan resimleri alma işlemi sırasında bir hata meydana geldi. Birkaç dakika içinde bir deneme daha yapılacaktır.

Diğer 840 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı aşk nedir Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik falan fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 840 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 307.828 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazılar RSS
  • Yorumlar RSS
  • WordPress.com

Vazgeç
Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası