Etiketler
carrie, central perk, kabuslu kapılar, new york, rüyalarım ve ben
Dün bütün günü uyuyarak geçirdikten sonra bu sabah yazı yazmak için yanıp tutuşarak kalktım. Yalnız kafamda dün geceki rüyadan başka bir şey olmadığından, sahiden reset edilmiş ve yeniden başlatılmış gibiyim, hatırlamam zaman alacak, korktum şimdi yoksa format atmış olabilirler mi, umarım değildir kayıtlarda değerli hatıralarım vardı, mecburen ve mecburiyetten rüyamı anlatacağım.
Kabus görmem deyip durdum ya, bu seferki biraz kabusvari oldu. Belki de son zamanlarda seyrettiğim o filmler yüzünden, hani küp felan…
Bir otobüs dolusu insan ve tek bir hayvan tatile bir yerlere gittik. Hayvan bizim kedi. Şişko ve şaşı. Otel harika. Kış tatili olması olası ama hani şu aşağısı deniz yukarısı kayak cinsi bir şey. Fakat aşağısı ve yukarısı birbirine o kadar yakın ki, otelden çıkıyorsun iki adım atınca kar başlıyor gibi bir şey. Bu arada hapşırdım ve kahvem klavyenin üzerine döküldü. Çünkü lap top’un hakkını vererek dizime koyduğum yemek tepsisi üzerinde koltuğa gömülü yazıyorum. Tepsinin üzerindeyse kahve fincanım duruyor. Kahveyi hala canım çekmiyor fakat sabahları neredeyse zorla içiyorum. Uyanmak açısından. Mesela dün içmeyi unuttum, başıma gelenlere bakın. Uyuyan güzel modundaydım. Neyseki prens akşama eve geldi de gözüm birazcık olsun açılabildi. Anlaşılacağı hapşırınca her şey sarsıntıya uğradı.
Nerede kalmıştım. Otel harika, yemekler mükemmel, hele kahvaltı yeme de yanında yat. Kayak güzel. Macera bir kaç gün sonra kedinin banyoya girmesiyle başlıyor. Bir fark ediyorum ki banyonun penceresi açık ve bu kedi oradan çıkıp pervazlarda dolaşıyor. Bizim odamız da otelin 22. katında. Panik oluyorum. Açık camı kapatacağım ama kediyi korkutmamak lazım. Siyamların dengesi bozuktur biraz vs… Neyse bir ara bu odaya giriyor, ben de hemen banyoya seyirtiyorum tam cama uzanacağım kedicik bir hışımla arkadan gelerek camdan aşağı atlıyor. Yakalayamıyorum ama düşüşünü tepeden seyrediyorum. İçim de birlikte çekiliyor. Aşağıda ağaçlar var. Takılırsa iyi mi olur kötü mü olur, bu arada söyleyeyim kediler 4 ayak üzerine düşerler inanışı yanlış. Ya da nasıl düştüklerini bilemiyorum belki dört ayak üzerinedir ama hem ayakları bacakları kırılıyor hem de iç kanama geçiriyorlar.
Hava zaten karanlık, elimizde fenerler hemen aşağı iniyoruz. Neyse çok fazla aramadan kediyi buluyorum. Tepesinde başka bir kedi daha bizimkinin göğsüne doğru patileriyle kalp masajı yapıyor. Bu olayın nereden çıktığını biliyorum geçenlerde böyle bir video facebook’ta dolaştı. Neyse biz kediyi alıyoruz. Kan revan içinde ama hayatta. Kaldığımız yer aniden yabancı bir ülkeye dönüşüyor. Dillerini konuşamıyoruz. İşte kabus bu kediyi veterinere götürme macerasıyla başlıyor. Otelin önünden taksi çağırıyoruz. Resepsiyon veteriner tanımıyor, ayrıca kedi umurunda değil. Günlerden pazar. Kapıdaki güvenlik bana birini söylüyor. O ara C.İ. bir tur rehberinden başka bir veteriner öğreniyor. Biz karar verene kadar… Çünkü tur rehberi ve güvenlik karşılıklı tartışmaya başlıyorlar. Güvenlik benim veteriner çok iyi hem üstelik avcı. Hayvanlardan çok iyi anlar. Önce avlar sonra hayata döndürür, vs gibi saçmalıyor. Tur rehberinin ki daha vasatmış… Ben tabii dolayısıyla kendi bulduğuma götürmek istiyorum C.İ. de tur rehberinin tavsiyesine göre gidelim, o bilir diyor. Taksi şöförü beklemekten sıkılıyor. O arada kedi elimde katılaşmaya başlıyor. Ölüm soğukluğunu hissediyorum fakat kalbi hala atıyor. Zamanımız çok azaldı hadi bir karar verelim artık diye bağırıyorum. Ancak kimse kendi fikrinden vazgeçmiyor. Bitmek tükenmek bilmeyen diğerini ikna etmeye çalışma durumları. Veteriner tartışması uzadıkça uzuyor ve kedicik ölüyor. Elimde kaskatı. O kadar üzgünüm ki.
Bunun da nereden geldiğini biliyorum. Hamster’lardan epeydir bahsetmiyorum fakat bir kaç gün önce bir sabah kalkınca son kalan ikisinden birinin daha öldüğünü gördüm. Gri erkek olan… Elime alınca kaskatıydı. Bir müddet baktım inceledim sonra karnından doğru yumuşamaya başladı.
Neyse kedinin intiharı beni çok üzdü. Otelde son günümüz yukarı çıkıp kaymak istemedim. Tek başına New York’a gittim. Otelden minibüs servis kaldırıyorlarmış. Fırsat bu fırsat diyerekten. New York çok büyük. Çok az vaktim var. Önce ne yapacağımı bilemedim, neresinde olduğumu pek çözemedim. Biraz dolanıp fotograf çektim. Nasıl da korkuyorum biri elimdeki makineyi kapıp kaçacak diye. Neyse dolaşa dolaşa arap mahallesine düştüm. Daha önce bir arkadaşım beni uyarmıştı aman sakın gitme, zaten içlerine almazlar vs diye… Gerçekten de dediği gibi oldu. Kapalı çarşı gibi bir yer orası, sağdan soldan sürekli laf atanlar, önüne çıkanlar, yardım teklif edenler vs… Bendeyse nasıl bir inat bana bir şey olmaz cinsinden taaa derinlere kadar ilerliyorum. İlerledikçe cadde daralıyor, üstüme kapanıyor. En sonunda zincirle girişi engellenmiş daracık bir koridor cinsi bir yere geldim. Öteye giriş sadece araplara mahsus. Kimlik sormalarına gerek yok, zaten oradaki tek beyaz tenli benim. Hadi bakalım git işine, senin burnuna ihtiyacımız yok dediler. Gerisin geri o yolu döndüm.
Dönüşte aniden üniversite ve/veya kütüphane cinsiden kocaman bir binaya girdim. İşin garip tarafı yolun ortasında duran bir bina bu. Başka çare yok. İçinden yol geçen üniversite gibi bir şey. Kapı üzerine kapı açıp odalarda dolaşarak çıkışa doğru ilerliyorum. Tam çıkacakken son odada yaratıcı yazarlık atölyesine girdim. Nasıl şaşkınım. Atölyeyi yapan bizim atölyeyi yapanla aynı kişi. Her hafta uçakla gelip gidiyor herhalde diyorum. Davet edilmememe rağmen oturup atölyeyi dinledim. Bir müddet sonra yazar şimdi bir parça okuyalım sonra analizini yaparız dedi. Kitabı birine uzattı. Buradaki atölye azcık değişik biz sınıfta böyle yapmıyoruz. Aklımdan hay allah diyorum şimdi ingilizce okunacak çıkıp gitsem mi diye düşünürken kız bozuk bir türkçeyle okumaya başladı. Aaa, benden bir şaşkınlık daha. Gurbetçi türkler için olmalı. O arada atölye yazarı siz okumaya devam edin ben şimdi geliyorum deyip çekip gitti. Katılımcılar hocanın yokluğundan yüz bularak anlamadıkları tüm kelimeleri bana sormaya başladılar. Daralıyorum. Daralıyorum. Ve daraldım. Soluğu dışarıda aldım.
Gün kararmaya yüz tutmuş. Otele geri dönmem lazım. Bir panik baş gösterdi. Taa buralara kadar gelip Sex and The City’deki Carrie’nin evini görmeden Friends’deki Central Perk cafesine uğramadan geri dönemem. Mutlaka fotograflarını da çekmeliyim. Sorun şu; oralara nasıl gidileceğini bilmiyorum ve hala arap mahallesinin yakınlarında bir yerlerdeyim. Arkamdan bir ses duydum. Biraz önceki atölyeden bir çift. Onlara Carrie’nin evini soruyorum. Olmazsa Friends’teki dıştan merdivenli evler de çok güzel, onlara daha yakınsak oraya da gidebiliriz vs… Çocuk tamam diyor. Kız benim işim var akşam buluşuruz diyor ve gidiyor.
“Sen artist misin?” diye soruyorum çocuğa aniden.
“Evet” diyor. Ve sonra gösteri yapmaya başlıyor. Kendimizi New York’luların yazın gittikleri kumsalda buluyoruz. Bak şimdi ne yapacağım, bak şimdi bana, iyi baktın mı, nasıl ama gibisinden, vs… tripleri çekiyor. Yine daraldıkça daralıyor ve kendi yolumu bulmak üzere oradan koşarak kaçıyorum. İşte o arada uyandım.
Kıssadan hisse: New York’a gitmeyi çok istiyorum. Ama öyle bir kaç günlüğüne değil en az 1 ay kalmalıyım.