Etiketler
Parçalar birleştiğinde ortaya çıkan bütün sadece o parçaların toplamından mı oluşur yoksa kendine ait bir hacmi de içinde barındırır mı?
Yola çıkma vakti geldiğinde hala ayna başında kendime çeki düzen vermeye çalışıyordum. Saçlarımı ortadan mı ayırsam, sağ yandan mı yoksa sol yandan mı? Hava sıcak gibi toplasam mı, dağınık mı bıraksam? Saçlara karar verdikten sonra bu sefer makyaj dert oldu. Hava sıcak ama ne kadar sıcak? Fondöten sürsem akar mı? Hangi renk allığı kullansam? Yaz geldi kahverengi tonlara geçmenin sırası değil mi? Hava henüz kararmadı, koyu göz makyajı çok abartılı kaçmaz mı? Makyaj işini de bitirdikten sonra sıra parfüm seçimine geldi. Bu mevsim dönümlerinden hiç hoşlaşmıyorum. Kışın parfümü yaza ağır gelir. Yaz parfümü kışın hafif kaçar. Arasını bulmak en az on dakikamı alır.
Neyseki öyle kilo aldım ki, giysi derdi kalmadı. Üstüme olan tek bir pantolon ve çeşitli tişörtler var. Ayaklarım feci durumda olduklarından ancak spor ayakkabı giyebiliyorum. Onu da altına üstüne, parmak yanlarına, topuğa, topuk üstüne silikon yastıklar koyup destek yaparak. Parmak aralarıyla sokağa çıkabilme zamanını sabırsızlıkla bekliyorum. Belki de Japonlar gibi tüm kışı da özel çorap edinerek parmak arasıyla geçirmek hiç fena fikir olmayabilir. Ya da çorap ve sandalet modasını geri getirsin birileri, lütfen.
Sonunda hazır oldum. Ubor Metenga’ya gitmek üzere lise arkadaşımla sözleşmiştik. Olay tamamen şöyle geçti.
Işıklarda buluşalım.
Işıklarda mı?
Evet, ışıklarda.
Neredesin?
Işıklardayım.
Ben de ışıklardayım?
Aaa, seni göremiyorum?
Ben de seni göremiyorum.
Hangi ışıklar?
YKB’nin ordaki.
Eh, ben de YKB’nin önündeyim.
Parkın karşısı hani?
Yok ben Yeni Yol’dayım.
Dur o zaman yanına geliyorum.
Tamam bekliyorum.
Baştan Kadıköy’e yürümeye niyetlenmiştik. Sonra baktım hava çok nemli. Telefonda konuşurken bile su içinde kalmışız. Atladık dolmuşa paşa paşa indik rıhtıma. Vapur’da dışarıda oturduk. Nasıl da güzeldi esinti.
Karaköy’e indiğimizde acıkmıştık. Köşedeki manavdan 2 yeşil elma dört kayısıyı 7,5 lira verdik aldık. Adama da bir güzel yıkattık. Öyle iyi geldi ki… Sonra Tünel’le İstiklal’e çıktık. İKSV’cilerle buluşup Şişhane’ye gideceğiz.
Erken gelmişiz. Saint Antoine’da mum yaktık. Hazır günlerden Salı. İçerisi nasıl kalabalıktı anlatamam. Tanrı’yla iletişim oldukça revaçta son günlerde… Ben kendim de mütemadiyen diyalog halindeyim. Biz içerdeyken telefon çaldı. Erkenci İKSV’cilerin bir kısmı Starbucks’a yerleşmiş. Bir uğradık. Sonra soluğu YKY de aldık. Zaten baştan içimde garip hisler vardı. Twitter’da paylaşmıştım. Kısa günün karı aşağıdakiler oldu:
Pek de buğulu çıkmış ama ben sayayım. Yaşar Kemal; Röportaj Yazarlığında 60 Yıl. Çıktığından beri istiyordum. Yusuf Atılgan’ın Bütün Öyküler’i ile Aylak Adam. Ayrıca Elçin Tapan’ın Ben Mutlu Bir Down Annesiyim. Yaşantı. Bu kitapla ilk defa dün karşılaştım. İlgilendiğimi gören genç bir kız danışman kitabın kendisine çok farklı bir bakış açısı kazandırdığını söyleyerek okumam için tavsiyede bulununca zaten dünden hazır olan ben ikna oldum.
Bu sene başında yeniden üniversiteye girsem ve İngiliz Edebiyatı okusam gibi bir fikir aklımı çeldiydi. Hatta bir kaç hafta boyunca şu YGS-LGS sınavlarına da bir göz attım, çalıştım. Sonra kendi kendime ne işin zorun var yahu Qune, al programı kendin kendin çalış evde, sanki diplomaya ihtiyacın var, diyerekten bir ikna oldum ve ipin ucunu bıraktım. İşte o zamandan beridir Mina Urgan’ın bu İngiliz Edebiyatı üzerine 5 ciltlik eserini edinmek istiyordum. Kısmet düneymiş. Ayrıca YKY’nin bu Kutsal Kitap havasındaki baskılarına da bayılıyorum. Şimdilik Proust’la birlikte 2 ettiler.
Son olarak da bu dergi. Cogito, aslında çoğu zaman beni aşar. Ama bazı sayılarını ilgiyle okumuşumdur. Bu bahar 2011 sayısı da öyle. İlk makalenin, Deneysel Arzu: Queer Öznelliğini Yeniden Düşünmek, Elisabeth Grosz, alıntısını paylaşmak geçti içimden:
Bana soracak olursanız, queer her türlü toplumsal cinsiyeti, her türlü cinsel kanaati ve felsefeyi aşmaktadır. Queerlik bir varoluş halidir. Aynı zamanda bir yaşam tarzıdır. Edebiyen alternatif olan bir şeydir. Hem ana akım gey topluluğu için hem de ana akım lezbiyen topluluğu için. Şimdi queer olan şey beş yıl sonunda queer olmaktan çıkabilir. Toplumsal cinsiyet-ötesi queer her iki topluluk tarafından kabul edilecek olursa, queer diye bir şey kalmaz. İçinde yaşadığınız zamanların bir yansımasıdır bu.
(Jasper Laybutt, Wicked Women dergisinin Avustralya baskısını hazırlayan, kadından erkek olma transseksüel, “erkek lezbiyen” editör, Capital Q içinde, 9 Ekim 1992, s.9)
Kasada indirimli fiyattan öderken bez torbaları sordum. Kalmamış. Mecburen naylon poşetlere razı oldum. Bir grup girdi içeriye;
İKSV nerede biliyor musunuz?
Aynı anda içerideki salonda kitapları karıştırmakta olan bir çok göz kalkarak kasaya doğru baktı. Hah dedim işte hepimiz aynı salonun yolcusuyuz. Duraklar belli demek ki…
Bir yandan da içim üç buçuk atıyor. Rezervasyonum yok. Kendimin olmadığı gibi bir de yanımda lise arkadaşımı gayet kendinden emin tavırlarla sürüklemişim . Yine de Kopan’ın twitter’dan davetine güveniyorum. Gelin kapıda kalmazsınız. Kimseye belli etmesem bile içimden planlar yapıyorum. Kapıda kalırsak elimdeki telefonu kullanarak Kopan, Gülsoy ve Tunç’un twitter hesaplarına acil mesaj atarım.
Sonra İstiklal’deki en fetiş restoranım haline dönüşen Salad Station’a gittik. Üç gündür salata yediğimden bu sefer Peynirli Brokoli çorbası içtim. Sohbet vs derken bir baktık Şişhane’ye doğru yollanmanın zamanı gelmiş de geçiyor bile.
Tünelin oradaki merdivenlerden tam iniyoruz, BUMED Atölye’den arkadaşıma rastladım. Kızıyla yemekteler. Şans bu ya… 4 kişilik rezervasyonu varmış ve iki arkadaşı gelmeyecekmiş. Hemen bize diğerlerinin isimlerini bir peçeteye yazdı verdi. Nasıl sevinçliyim. Bu kadar şans olur. Mumlar işe yaramaya başladı bile.
Anne kız onları yemeklerini bitirmeleri için başbaşa bıraktıktan sonra salonun yolunu tuttuk. Oradan geçerken aklıma hep Haldun Taner’in öyküsü gelir. Neyse konu bu değil. Açtım kağıt peçeteyi bak dedim arkadaşıma bundan sonra gecenin sonuna kadar senin adın ve soyadın şöyle. Tamam mı. Bir çabucak ezberle birazdan kapıda soracaklar. Diğer herkesin varmış rezervasyonu…
Kapıda göğsümüzü gere gere yalanlarımızı söyledikten sonra içeriye gidik. Tam ortaya oturduk. Öyküyü okuyanlar bir yana ayrıldı sohbete devam, okumayanlar koltukların üzerine hazırlanarak konmuş fotokopilerden okumaya daldılar. Ön tarafta Terazi burcu yazar ve blog yazarı arkadaşıma rastladım. Yavaş yavaş salon doldu.
İKSV’nin salonu, bilmem aranızda aynı fikirde olan var mı, bana çok hüzünlü gelir. Hele bir de girişteki mağazada yer alan o harika tasarımlardan sonra içeride böyle bir dekorasyonla karşılaşmak hüsrana uğratıyor. Fakat Ubor Metenga üçlüsü sahnede yerini alır almaz bu hava kayboluverdi.
Yusuf Atılgan’a dair ya da öyküye dair anlatacağım pek bir şey yok. Zaten artık bu buluşmanın bant kaydını Can Yayınları sitesi paylaşıma açıyor. Bir çok not tuttum tabii.
Gerçi yine anlama yeteneğimin zirvesindeydim. Ta ilk baştan Çıkılmayan’ı Çakılmayan duyarak koptum. Ve defterime başlık attım. Aslında öyle bir öykü ki kahramanı için Çıkılmayan, bazıları için Çakılmayan olabilir. Neden olmasın? Ubor Metenga’da bunun için var zaten. Çakalım diye….
Öykünün en başında yer alan Fransız tarihçi Michelet’nin alıntısını da paylaşayım istedim. Bu alıntı üzerine çok güzel açıklamalar yapıldı. Ayrıca Michelet ülkesinde çok tanınan ve sevilen bir tarihçi. Alliance Française’deyken iki günün biri ondan parçalar okurduk.
Herkes esnesin. Her şey önceden bilinmektedir. Bu dünyadan hiç bir şey umulmamaktadır.
Michelet
Öykü kısa ve öz. Beden zihin ilişkisi çok çarpıcı. Üzerinde örneklerle durulmasaydı dikkatimi çeker miydi bilmiyorum. En azından ilk okuduğumda farkında değildim bunu söyleyebilirim. Ben ki uzun zamandır beden ve zihin üzerine bir şeyler yazmaya çalışıyorum dün oldukça aydınlatıcı bir gün oldu. Diyorum ya mum işe yarıyor.
Sucuk parmaklar paranın kokusunu nasıl da veriyor. Sıkışınca yalnızlık koyulaşıyor.
Michelet ile başlayan oturum Melville’in Bartleby’siyle kahkahalar içinde bitti. Gelmeyenler, gelemeyenler biz çok eğlendik, bilgilendik, hem de hayallere daldık. Öyle daldık ki ancak Taksim’e gelip sarı dolmuşun arka koltuğuna oturunca uyanıp günlük gerçeklerle karşılaştık. Sonra da ineceğimiz yere kadar sustuk.