• 101 Kitap Projesi Liste
  • Sibel Kaçamak

Kunegond'un Penceresinden

~ Çalışma arzusu gelince oturup geçmesini bekliyorum.

Kunegond'un Penceresinden

Monthly Archives: Temmuz 2009

>Mithat Alam Film Merkezi

31 Cuma Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 2 Yorum

>Dün akşam değişik bir şey yaptık. Hiç üşenmedik akşam akşam taaa Rumeli Hisarlarına kadar gittik. Boğaziçi Üniversitesi kampüsü içerisindeki Mithat Alam Film Merkezinde açık havada film seyrettik.

Boğaziçi Üniversitesinin yayını sinema dergisi Altyazı’dan geçenlerde bahsetmiştim. İşte o dergi de bu merkezden tasarlanıyor. Uzun zamandır adını duyardım ancak bir türlü gitmek fırsat olmamıştı. Bu yaz İstanbul’dayım ya, bari biraz etkinliklere katılayım hevesi ile biraz da yazın açık hava terasta film seyretme nostaljisi ile bu merkezin temmuz ayı Yol Filmleri etkinliğinin ancak sonlarına yetişerek yer ayırttım. Açıkçası teras biraz küçük olduğundan bir gün evvelden telefon edip rezervasyon yaptırmak gerekiyor. Yoksa mümkün değil.
Boğaziçi Üniversitesi İstanbul’un en nadide mekanlarından biri diyebilirim. Hem doğa hem de mimari açıdan. Film 21’de başlıyordu. Benim tahminim filmi seyretmeye gelen bir kaç öğrenci olacağı yolundaydı. Ve ıssız bir kampüs hayal ediyordum. Ancak okulun bahçe kapısından girmemle birlikte çok yanıldığımı anladım. Hem gece, hem yaz ama okul kalabalık. Salonlardan birinde dans dersi alan neşeli bir grup bile vardı. Hatta çıkışta daha şaşırdım. Rumeli Hisarı kampüs önü Taksim meydanı gibiydi. Kız erkek öğrencilerle dolu. Kıpır, kıpır.
Mithat Alam Film Merkezindeki terasın samimi görüntüsünü çekmek istedim ama makinemin teknik özellikleri yetmediğinden pek başarılı olamadı. Mavi görünen yer ekran. 30 kadar kişi bir kısım tahta sandalyedeydik, bir kısım da yerlere konulmuş minderlerde. Ağaçlar altında. Hava serin. Bonus olarak da herkese şarap ikram ettiler. İster beyaz, ister kırmızı. Bundan iyi bir sürpriz beklenemezdi. Seyirciler öğrenciden çok kendi yaşıtlarımızdan gerçek sinema meraklıları olduğundan atmosferde ortak bir ilgi alanı paylaşan kişilerde olan o elle tutulmaz, gözle görülmez ve kendiliğinden alevlenen sıcak, samimi duygular, bir tanıdıklık hissi vardı. Aklıma Lyon’dayken sürekli gittiğim o küçücük Fourmi (Karınca) sineması geldi. Gişe yapmayan ama muhteşem filmler seyretmiştim.
Dün akşamın filmi Jack Nicholson ve Maria Schneider’in Michelangelo Antonioni’nin yönetmenliğinde birlikte rol aldıkları The Passenger-Yolcu filmiydi. 1975 yapımı Avrupa filmi. Film durgun. Hatta Kiki yarısında uyudu. Jack Nicholson çok genç. Maria Schneider’de keza. Çocuk suratlı. Sanırım geçenlerde remake yapıldı. Eminim çağımıza uygun bir şekildedir. Konu şu. Hayatın anlamını arayan ama bulamayan bir gazeteci. Gerillalarla röportaj yapmaya çöle gidiyor. Aksilikler nedeniyle yapamıyor. Kaldığı otelde arkadaş olduğu birisi kalp krizi sonucu ölünce onun yerine geçiyor. Kaçtığı şey kendi sıradan bulduğu hayatı. Hayatının anlamsızlığı. Yerine geçtiği kişinin uçak biletleri ve ajandasında yazmış olduğu yerlere giderek onun hayatını yaşamaya çabalıyor. Ancak adam silah kaçakçısı çıkıyor. Maria Schneider ile karşılaşıyor. Maria’da öğrenci ancak onun da hiç bir hedefi yok. Dolayısıyla Nicholson ile sürüklenmeye başlıyor. Sonunda silah kaçakçıları sözleşmeyi yerine getirmediği için Nicholson’ı bir otel odasında öldürüyorlar. Kıssadan hisse kendine bir kimlik ve hayatın anlamını arayan bir adamın hikayesi. Ne kendi olabilmeyi başarabiliyor ne de bir başkası.

Bunu derecelendir:

>Proaktif Olmak Nedir Biliyor musunuz?

30 Perşembe Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük, kişisel gelişim

≈ 3 Yorum

>Bu yazıya fotograf bulmakta biraz zorluk çektiğim için böyle alakasız ama grafik olduğu için hoşuma giden bir su parkı oyuncağının bir parçasını yerleştirdim. Su parkına hiç gitmemiş olanlar için… tepe ortada görünen delikten hızla kayarak çıkan kişi içine girdiği huni gibi bir şeyin etrafında bir kaç tur attıktan sonra yine bu huninin ortasında bulunan ve fotografta malesef gözükmeyen bir delikten (huninin ağzı kabul edilebilir) havuza balıklama düşmektedir. İlk kez deneyenler için sırt üstü ve tepe taklak düşmek vaciptir. Daha sonra kişisel becerilerin derecelerine göre düşme anında kendini toparlayıp çivileme atlama tarzı ile düşmek kaydırağın keyfini çıkarmak açısından daha uygundur. Bunca senedir yaptığım gözlemler doğrultusunda bu oyuncakta bu düşme tarzını en çabuk kapan kişiler 7-12 yaş grubudur. Ben halen sırt üstü ve tepe taklak düşüyorum…

Şimdi anlatacağım çok başka bir şey. Proaktifliğin tanımı ile ilk defa, Stephen Covey’nin meşhur kitabı Etkili İnsanların 7 Alışkanlığını okuduğumda tanıştım. Öngörülü ol. Olacakları önceden tahmin et, önlemini al. Gibi bir şey. Gerçekte her insanın iç güdüsel olarak, gerek ön yargıların işlevi ile, gerek sütten ağzı yananın yoğurdu üfleyerek yer tabiri gereği bilinç altında yapmış olduğu ama bugüne kadar proaktiflik olarak adlandırmadığı bir şey. Altıncı hissi kuvvetli olmak bile denebilir. Ancak bu terim bazı şeyleri önceden bilebilmenin yanısıra önlem almak üzere harekete geçebilmeyi de ima eder.
Kiki 5-6 yaşlarında falandı. Ben o zamanlar iyi bir şirkette stres altında çok yoğun çalışıyordum. Hafta içinde Kiki’yi çok az süre hatta bazen hiç görememe durumları söz konusuydu. Zaman zaman hafta sonu mesailer yaptığım da oluyordu. Dolayısıyla bana kalan hafta sonlarını Kiki ile beraber değerlendirmek benim için çok önemliydi. Hep planlı programlıydım. Dakikası dakikasına. Anı değil, geleceği yaşardım. Geleceği düzgün planlayabilmek, tıkır tıkır gerçekleşmesini sağlayabilmek için o kadar zaman ve emek harcardım ki, o an geldiğinde yorgunluktan tadını çıkaramazdım. Dolayısıyla da her daim sinirliydim.
Şimdi ismini hatırlamıyorum. Bir çizgi filme gidilecek, planlamışım. Sinemayı hiç unutmam Suadiye Movieplex. Öncelikle belirteyim gideceğimiz film hedef kitlesi tarafından heyecanla beklenen bir film. Cuma günü vizyona girmiş. Biz de gişe önü kuyruklarında vakit kaybetmeden Cumartesi gününün ikinci seansına yer bulmak istiyoruz. Filmi çıktığı hafta sonu görebilmek çok önemli. Çünkü okuldaki herkes öyle yapıyor. Pazartesi okula gidildiğinde film hakkında görüş bildirmek, gidemeyenlere hava atabilmek prestij açısından önemli. Ondan daha da önemlisi Kiki çizgi film çok seviyor ve çok heyecanlı. Hemen gidip göremezse yerinde duramıyor. Planlı programlı bir anne olarak ben sabah erkenden telefon ile rezervasyon yaptırıyorum. O zamanlar henüz internetten bilet satışı başlamış değil. Film başlamadan yarım saat önce bileti satın almak lazım. Yoksa otomatik olarak rezervasyon iptal ediliyor.
Filmin başlamasına 45 dakika kala Kiki ile gişenin önündeyiz. Gişeci kız malesef yerleriniz iptal olmuş diyor. Bozuluyorum. Ama önemli değil, insanlık hali diye düşünerek, öyleyse başka bir yerden bilet alalım lütfen diyorum. Malesef hanımefendi hiç yerimiz kalmadı diyor, gişeci kız.
“Nasıl olur” diyorum.
“Rezervasyon iptal saatinden 15 dakika önce geldim. Rezervasyonunuz malesef iptal edilmiş ve başka da yer yok diyorsunuz. Bakın ekranda henüz satılmamış bir sürü yer var.”
“Ama onlar rezervasyonlu birazdan gelir alırlar, size veremem. Siz kenarda biraz bekleyin gelmeyen olursa alırsınız.”
İyice sinirleniyorum, betim benzim atıyor. Ancak adil bir çözüm bulmaya ve kendi haklarımı korumaya niyetliyim. Kiki yanımda sesini çıkarmadan bekliyor. Merakla konuşmaları dinliyor. Ama benim onun yüzüne bakacak halim yok. Bir anda ter boşanmış.
“Bakın, bir sürü rezervasyon varken neden sadece benimki iptal edilmiş anlamıyorum. Madem bir hata yapılmış. Bunun en adil çözümü şudur. Bana oradaki diğer rezervasyonlu yerlerden verirsiniz. Çünkü en erken ben geldim. Ve en son gelene malesef rezervasyonunuz iptal edilmiş dersiniz. Ya da o arada rezervasyon yaptırıp almaya gelmeyenlerden açılan yerler olursa ona da o yerleri satarsınız.”
“Böyle bir şeyi yapamam, haksızlık olur”
“Peki, bana yaptığınız haksızlık değil mi? Neden ben?”
Hiç ses yok. Bu arada arkada inanılmaz kuyruk birikmiş. Toplum psikolojisi beni kabahatli bulmuş. Konuyu anlamadan dinlemeden yüksek sesle ve türk kültürüne uygun bir davranışla bana hitaben değil ortaya ileri geri konuşup, bilmedikleri bir olay hakkında fikir beyan ediyorlar.
“Lütfen müdürü çağırabilir misiniz?” diyorum.
“Malesef siz kendiniz çağıracaksınız, benim işim var, arkanızda bir sürü kişi bekliyor”
“Bakın, ben müdür nerede bilemem. Ayrıca kuyruğun en önünde ben olduğuma göre öncelikle benim işimi yapmanız gerekir.”
“Müdürün odası şu ilerideki kapı, ama yerinde yoktur.”
“Peki nerede o zaman?”
“Bilmiyorum, içeridedir. Arayıp bulmanız lazım”
“Ben buradan ayrılırsam, rezervasyonumuz olduğu halde biz bu filmi bu seansta göremeyiz. Lütfen müdürü siz çağırır mısınız?”
Bu konuşma böyle ne kadar devam etti bilmiyorum. Her yolu denediğime yemin edebilirim. Bir müddet sonra, arkadan yükselen sesler iyice fazlalaştı. Bense sinirden pancar gibi olmuşum. Kendimi çaresiz hissediyorum. Ne yapacağımı, gişeci kızı bir an evvel bana biletleri vermesi için nasıl ikna edeceğimi bilemiyorum. Düşünemiyorum. Müdür daha aklı başındadır sorunu bir şekilde halleder, bir gelebilse diyorum. Görünürde kimse yok. Zaten 2 dk. daha geçse linç edilecek durumdayım. Etrafım sarılı. İşte o an kendimi kaybedercesine var gücümle bağırıyorum. Çığlığım yeri göğü inletiyor. Bir anda etrafım boşalıyor. Ve karşımda nereden çıktığı belli olmayan panik halinde elinde anahtarlar, cep telefonu Müdür bey beliriyor. Onu gördükten sonra o hızla kendimi durduramadığımdan bir kaç saniye daha çığlığıma devam ediyor ve sonra susuyorum. Her yerim titriyor. İçim sarsılıyor.
“Sorun nedir?” diyor müdür bey.
“Rezervasyon yaptırdığım ve vaktinden 15 dk erken geldiğim halde biletlerimin iptal olduğunu ve yer olmadığını söylüyorlar” diyorum.
Müdür bey gişeci kıza dönüp sert bir ifade ile
“Hanımefendiye biletlerini hemen verin.” diyor.
Biletleri alıyor ve anında gişe önünden uzaklaşıyoruz. O an gözüm Kiki’nin suratına takılıyor. O korku ifadesini unutmam mümkün değil. Beni daha önce hiç böyle görmemiş. Uzun süre kendine gelemiyor. Nasıl üzgünüm kelimelerle anlatamam. Şu an bile düşündüğümde o anda biletleri elde etmek için o davranışı yapmaktan başka çarem olmadığını hissediyorum. O anda yapılacak iki şey vardı. Birisi benim yukarıda size anlattığımı yapmak ve biletleri elde etmek. Kiki’yi dehşete düşürmek. İkincisi yenilgiyi kabul etmek, ertesi güne bilet satın almak ve hafta sonu programını tamamiyle değiştirmek ya da filmi görmeyi bir sonraki hafta sonuna ertelemek. Kiki’yi başka bir aktivite ile mutlu etmek.
O zamanki ruh halimle ikinci seçenek söz konusu değildi. Benim bu ruh halim uzun süre devam etti. Bu ruh hali derken planlarımın ve programlarımın bozulmasına tahammül edememeyi kastediyorum. Halbuki hayat öyle tesadüfi ki, beklenmedik şeyler her an her yerde karşına çıkabiliyor. Başka konularda, özellikle de iş dünyasında bir A planım, B planım hep olur. Ya da bazı şeylerden kolaylıkla vazgeçer onun yerine daha bile iyi sonuçlanan başka çözümler bulabilirim. Ancak hafta içinde yoğun çalışma saatlerinin yükü altında Kiki ile yeterince ilgilenememenin vermiş olduğu suçluluk duygusunun sanırım bu olayda parmağı büyük.
Sonuç olarak ne oldu? Ben yine, taa ki işten ayrılana kadar evdeki herkesin hayatını ve faaliyetlerini planlamaya ve programlamaya devam ettim. Hatta Kiki bana “polis” lakabını takmıştı. Ancak bu maceradan sonra film biletlerini hiç üşenmeden bir gece evvelden gidip gişeden bizzat satın aldım. Sonra bir gün farkına vardım ki, bu hayat benim istediğim hayat değil. İşte o zamandan bu yana evden çalışıyorum. Azla yetiniyorum. Ama daha huzurlu bir yaşantım var. Bundan böyle kimse de bana polis demiyor.

Bunu derecelendir:

>Yaşlanmanın Bize Bir Armağanı

29 Çarşamba Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

>Yaşlanmanın bize verdiği armağanlar gerçekte çok fazla. Sen yaşlanıyorsun diye böyle söylüyorsun denebilir. Aynen öyle. Ancak farkedebiliyorum çünkü. Bardağa hangi taraftan baktığına benzer gibi bir yaklaşım tarzı bu. Peki nedir bu armağan? Hem de nereden çıktı şimdi böyle sabah sabah?

İki gündür kendimi çok perişan hissediyordum. Beni bekleyen bir sürü iş ve korkunç bir baş ağrısı. Göz, burun ve onun ardında odaklanmış. Genele yayılmaya ramak kalmış. Hani karpuz misali vur yere çatlasın, patlasın, içi yarılsın, rahatlasın. Bir türlü konsantre olamıyordum. Beni ezelden beri tanıyanların lafı şudur: “içinde beyin olmayan baş ağrımaz, yanlışın var, topla kendini.” Valla ne yaptım, ettimse bir türlü toparlanamadım. Öncelikle travma geçiriyorum zannettim. Kuşadasından döneceğim sabah demir kapıyla birlikte yere yuvarlandığımdan ve ufak çapta bir beyin sarsıntısı geçirir gibi olduğumdan, aklıma kötü şeyler geldi. Bir yeri ağrımayan halden anlamaz ya. Benim de çok ender başım ağrır. Dedikleri gibi içi boş olduğundan.
Sonra acaba yüksek tansiyon mu dedim. Gittim eczanede ölçtürdüm. Düşük bile dediler. Ateşime baktım. Onda da bir şey yok. Sadece yarım derece yüksek. Daha fazla kurcalamanın alemi yok, en iyisi beklemek diyerek bu iki gün içinde bazı kitlelerce çok beğenilen, övülen Binbir Gece’nin önce final bölümünü seyrettim, hızımı alamayıp baştan ilk 10 bölümünü ardı ardına devam ettim. Dün gece 10. bölümde esas çocuk esas kıza evlenme teklif edince ancak içim rahat etti ve yattım. Bu sabah acayip formdayım. Baş ağrısı kendiliğinden geçmiş. Tüm işlerimi bitirmenin verdiği huzurla yazıyorum.
Ben ki dizi sevmem, hele türk dizisi hiç sevmem neden şimdi Binbir Gece? Dizi sevmem dememe bakmayın. Bir zamanların Yalan Rüzgar’ının müptelasıydım. Gene olsa gene seyrederim. Lost’u zaten biliyorsunuz. İlk versiyon Aşk-ı Memnu, Çalıkuşu, Üç İstanbul tadını unutamadıklarımdan. Ama ne yalan söyleyeyim, bu yeni dizilere pek odaklanamıyorum. Gümüş ve Hırsız Polis hariç. Avrupa Yakasını saymıyorum. O-ooh, sürüsüne bereket dizi oldu. Bir de sevmiyorum diye beyan etmiştim. İşte benim dediklerime bu kadar inanılır. İstisnalar kaide-i bozmaz. Kaidesiz hayat olmaz.
Etrafımdan çok methettiler. Gerçi inatçıyımdır hiç kimseleri dinlemem, ama… Senaryoyu merak ettim. Binbir Gece Masalları beni büyüler. Hatta YKY yayınlarından çıkan tam tekmil hepsi bir arada muhteşem eserini 2 kitap fuarıdır satın almak istiyorum malesef bu arzumu henüz gerçekleştiremedim . İnşallah bu Kasım’da. Fuar’da indirimli oluyor da… Klasik müzik ve Korsakov Şehrazat’ı severek dinlerim. Neyse ne. 2005’ten beri oynayan ve bu sezon sonlanan diziyi seyretmek bu zamanaymış.
Kıssadan hisse bu dizide iki de yaşlı anne var. Sabahın köründe kalkıyorlar. Bir sabah boğaz kenarı yalılarında oturup güneşin doğuşunu karşılıyor ve şöyle söylüyorlar: İşte bu bize yaşlılığın verdiği en büyük armağan. Erken kalkmak.
İnanılmaz ama gerçek. Doğa ya da allah, hangisine inanıyorsanız o kadar dengeli yaratmış ki her şeyi. Şunu söylüyor bize. Yaşlanıyorsunuz, eskiyorsunuz, eskiden belki de 10 dakikada yaptığınız şeyleri şimdi 1 saate zor sığdırıyorsunuz, 1 gün içinde aynı anda bir çok işle uğraşabilirken belki de artık teker teker halletmeyi tercih etmek zorunda kalıyorsunuz. Öyleyse alın size daha fazla zaman. Uyku sürenizi azaltıyorum. Tepe kullanın. Mükemmel değil mi?

Bunu derecelendir:

>Takipteki Dergilerim

28 Salı Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ Yorum bırakın

>Aylık zevkle takip etmeye çalıştığım dergiler var. Bir zamanlar kadın ve sansasyon dergileri almaya bayılırdım. Halen de kuaföre gittkçe Alem, Hafta Sonu, Şamdan gibi şeyleri ya da Elle, Marie Claire, Cosmopolitan sınıfından olanları severek okuyorum. Ancak bu krizde onlara para vermek içimden gelmiyor. Parantez içinde belirteyim. Eskiden ülkede çıkan neredeyse tüm gazete ve dergileri alır, okurdum. Öyle bir alışkanlığım vardı. Şimdi hem artık çok fazlalar. Teknik olarak imkanı yok. Hem de çok pahalılar. Ya da benim kazancım çok düşük kaldı. İkisinden biri. Eskilerden şunu hatırlarım. Bir dergiyi ya da kitabı kaybettiğimde üzülmez hemen yerine yenisi koyardım. Hatta ben kendim birilerine verirdim. Ya da ağır geldiğinden taşıyamaz, bulunduğum yere bırakırdım. Şimdilerde böyle bir şey ne mümkün. Ancak fotograftaki dergileri takip edebiliyorum. Yabancı basın ancak internetten.

Altyazı en severek okuduğum sinema ve film kültürü dergisi. Boğaziçi Üniversitesinin bir yayını. Vizyondakileri, yeni DVD’leri tanıtmanın yanısıra önemli festivallerden duyurular, tanıtımlar yapıyor. Dosyalar hazırlıyor. Geçen sayılarda yaptığı Orhan Gencebay dosyası gerçekten çok ilginçti. Orhan Pamuk’un Masumiyet Müzesini yazarken Orhan Gencebay dinlediğini öğrendim. Aslına bakarsanız o kitapta tam bir Orhan abi havası var. Şimdi her şey daha net oturdu.
Altyazının bana fazlasıyla hitap eden yanı ise film eleştirilerinde kendisi ile aynı çizgide olmamız. Yani tavsiye ettiği filmleri seviyorum. Hafif geçtiklerini ise ben de hafif buluyorum. Güvenilir bir kaynak.
Varlık ve Kitaplık dergileri ezelden beri çıkan edebiyat dergileri. Hele Varlık. İçinde şiirler, öyküler ve düşünce yazıları var. Okuduktan sonra bile atmayıp saklıyorum. Her ikisinin de son sayısı sanki ağız birliği etmişler gibi roman üzerine odaklanmış. Varlık 21. yüzyılın öykü ve romanını kimler yazıyor diye başlık atmış? Ayrıca Orhan Pamuk ve Rus Edebiyatı arasında karşılaştırma yapan Apollinaria Avrutina’nın yazısı ilginç. Kitaplık ise Gerçek kişilerle tarihi olaylar arasında Roman demiş. Şiire oldukça fazla yer veren bir dergi. Sevenlerine duyurulur.
Notos ise yeni tanıştığım ama sevdiğim bir edebiyat dergisi. Haziran-Temmuz sayısı Türk sineması Türk romanının önüne mi geçti? şeklinde bir başlık atmış. Bu dergi daha çok öykülere yer veriyor. Türk öykücülerinden yabancı öykücülere, yeni kalemlere fırsat tanıyan, arkasında epeyce bir emek olduğunu hissettiğiniz keyifli bir dergi. Ayrıca her sayıda bir öykü yarışması gibi bir faaliyetleri var. Ayın öyküsü seçilene Notos’tan kitap armağan. Derginin arkasındaki isim ise Semih Gümüş.
Hamster bebeklerinin son fotograflarına yanda değinmeden geçemeyeceğim. Öyle şekerlerki. Bu yavrular ebeveynlerden daha kibar. Ele alınca ısırmaya çalışmıyorlar. Belki de kibarlıktan değildir. Kötülük ile henüz tanışmamış olmalarından kaynaklanması daha büyük bir ihtimal gibime geliyor. O yüzden savunma mekanizmaları henüz start almamış. Melekler gibi masumlar. Ellere ve ayaklara bitiyorum.

Bunu derecelendir:

>An’ı Yazmanın Hafifliği

27 Pazartesi Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

>Yazmanın bir alışkanlık olduğu, bu işe başlayanların bir daha vazgeçemediklerini söyleyenler çoğunlukta. Sanırım haklılar. Yazıya yeni başlamış biri olarak bu durumun çok çabuk farkına vardım. Biraz abartılı olacak ama madde bağımlılığı ile bile karşılaştırılabilir. Ancak merak ettiğim bir şey var, bu yazı alışkanlığında saatlerin ve her gün aynı saatlerde yazıyor olmanın da bir etkisi var mı?

Bana sanki var gibi geliyor. Neden derseniz, bir süredir sabahları erken kalkamadığımdan gün içinde uygun bulduğum zamanlarda yazıyordum. Geçenlerde bir de baktım ki, hep aynı temalar üzerinde dönüp durmuşum neredeyse kullandığım kelimeler bile aynı.
Yaz aylarında nedense bu erken kalkma alışkanlığım benim için sorun teşkil eder. Erken kalktığım için kendimi bir garip ve kabahatli hissederim. Sanki uyumam gerekiyormuş ve ben uyuyamıyormuşum hissine kapılırım. Dolayısıyla da tüm yaz aylarını biran evvel bitsin de kışın o koşuşturmalı hengamesinin içine düşeyim diye beklerim.
Dün akşam bir karar aldım ve bu sabahtan itibaren yine hafta içi hafta sonu kendi biyolojik saatime uygun saat olan sabah altıda kalkmaya karar verdim. Hatta bir zamanlar saati 5.30’a bile çekmeye başlamıştım. Yaşasın o günlere geri dönüyorum. Dolayısıyla da tüm yazılarımı yeniden sabaha aldım. Diğer işlerim gün sonunu bekleyebilir.
Bu sabah İstanbul bulutlu. Yağmur yağar hevesi ile bekliyorum. Dün akşam Nicole Kidman’ın Avusturalya filmini seyrettik. Kiki DVD’sini almış. Koltuktan hiç kalkmadan seyrettim. Zaten söz vermiştim. Sinemada her türlü filmi seyredebilirim ancak evde televizyon karşısında film çok fazla ilgimi çekmez ise odaklanamıyorum. Avusutralya vıcık vıcık bir aşk filmi olmuş. Hele de sonları bitmek bilmedi. Nicole Kidman’ı sevdiğim için sonuna kadar bekledim. Julia Roberts’tan sonra bir de onun hayranıyım. Bu kadınlar nasıl bu kadar zayıf ve sağlam olabiliyorlar aklım ermiyor. Film boyunca Avusturalya şivesine taktım. Gülmem tuttu. Allahtan ingilizce alt yazılı seyrettik. Yoksa imkanı yok anlamazdım. Bana kalsa türkçe altyazılı daha iyiydi ama Kiki’nin ısrarı üzerine kendisini kırmadık. Bu şekilde ingilizceyi daha iyi anlıyormuş.
Yazının fotografla ilgisine gelince Pazar Karalamaları olarak çevrilebilecek bir ingilizce siteyi takip edip ara sıra okuyorum. Her hafta bir konu belirliyorlar. Herkes yazısını gönderiyor. Bu hafta Dünyada Neresi? gibi bir şey belirlemişler. Ben de üzerine düşündüm. Bu aralar İstanbul’da yaşamaktan memnunum. Hatta bir kabuğuma çekilme durumları söz konusu. Dolayısıyla gidip görmek istediğim pek bir yer yok. Ama İstanbul’un hala hiç görmediğim yerleri var. Fener, Balat gibi… Hep isterim bir türlü gidemem. Bir de Nemrut ve civarlarını görmedim. Ayrıca listede Kars var. Bir de İrlanda sahillerini gezmek istiyorum… Şimdilik bu kadar. An’ı yaşamanın hafifliği.

Bunu derecelendir:

>Hamster Affair 3

26 Pazar Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük, hamster affair

≈ Yorum bırakın

>Biz tatildeyken Hamster’lara ne olmuş? İnanılmaz büyümüşler. İşin garibi babanın renklerinde olan ve diğerlerinden büyük bir yavru vardı, güdük kalmış. Ötekiler onu geçmiş. Hemen insan yavrularındaki durum aklıma geldi. Bizde de öyle değil midir? Ergenliğe kadar boyu herkesten kısa olan bir bakarsınız selvilere erişmiş. Eh, laboratuarların herşeyde kobay olarak bu hamsterları seçmelerinin bir hikmeti olsa gerek. Bu konu içimi çok acıtıyor.

Fotografta en sevdiğim yavru var. Neden en sevdiğim? Diğerlerinden en farklı olan o da ondan. Uyuyuşundan belli. Diğer bütün ırkdaşları yerde top olup uyurken, siz şunun pozisyonuna bakar mısınız? Ya böyle tekerleğin içinde ya da yem kutusunun içine tıkışmış bir vaziyette ama yine aynı şekil sırt üstü, su samurları misali uyuyor. Ayakları, elleri, ağzı burnu. Gerçekten çok sevimli. Belki de fırsat verilse hamster’ların Einstein’ı olabilecek ve ırkını bu esaretten kurtarabilecek cinsten. Farklı ya, ondan diyorum.
Ben bu hayvanlara böyle baktıkça bir an içimi sıkıntılar basıyor. Hem çok seviyorum hem de böyle giderse bunlardan hiç kurtulamayacağımı düşünüyorum. Şimdiye kadar hiç hayvan beslememiş olanlara söyleyeyim. Evde hayvan beslemek her şeyiyle başlı başına bir iş. Yemekleri, suları, bakımları, temizlikleri… Ben ki ne kadar tembelim, çoktan bu cüceleri kapının önüne koymam gerekirdi. Bazen kendimi tanıyamıyorum. Ne zaman tanıdın ki diye de sorulabilir tabii…
Şu an tam 5 adet hamsterımız oldu. Doğumda 5 yavru idiler. Babayı ayırmamıza rağmen, anne iki tanesini, birini hemen loğusa haliyle olmak üzere afiyetle yedi. Sadece plazenta yeterli olmuyor sanırım. İyi ki biz yavrularımızı yemiyoruz. Düşünemiyorum sonu ne olurdu? Baba, halen, başka bir kafeste tecrit yaşıyor. Çiftleşme keyfini elinden almış durumdayız. Tecrit durumundan önceki performansı inanılmazdı. Hatta annenin doğum yaptığı esnada bile nefsine hakim olamadı. Ancak annenin şiddetli terslemesi neticesi uzaklaşıp bir kenara sindi. Biz de hemen ertesi gün yeni bir kafes alıp ayırdık. Merak ettiğim şu. Bunca geçen zamandan sonra erkeği yine aynı kafese koyarsak, bu sefer 2 dişi yavru daha var, evvelki performansını yakalayabilir mi? Gerçi bu merakın sonu bize pahalıya patlayabilir. Kaç hamsterımız olur allah bilir. Daha önceden yazmıştım. Dişilerin yumurtlama dönemi 4 günde bir. Ve hamilelik süreleri 20 gün. 1 sene içindeki hesap ortada. Yavruların yarısı yense dahi bir hamster çiftliği kuracak kadar potansiyel var demektir.
Diğer bir merakım da erkek yavruyu babanın yanına verirsek birlikte çiftleşmeye çalışırlar mı? Kızlar zaten hep birlikte hareket edip, dip dibe yaşadıklarından aralarında neler geçtiğini pek anlayamıyorum. Eşimin merakından da bahsedeyim. Onun ki daha farklı. Beslenme rejimlerini irdeliyor. Öyleki eve her alınan malzeme, evde her yenilen yemek muhakkak hamsterlara sunuluyor ve beğenileri not ediliyor. Aslına bakarsanız bizim ev, ufak çapta bir deney kampüsüne dönüştü. Kiki ise gelip geçerken ya da hip hop hareketleri yaparken kafeslere çarpıp devirdiğinden, hamsterların depreme ve sarsıntıya karşı dirençlerini ölçüyor. Sonuçları zaman zaman paylaşacağım.
İşte böyle. Bir de hamsterlara bakıp kara kara düşünüyorum. Sokağın başındaki hayvan dükkanı ile konuştum. Abla bizde de çok var. Ama siz yine ara sıra bir uğrayın. Azalmışlarsa alırız neden olmasın dedi. Ben pek umutlu değilim. Bir de bu ilk yavruları çok sevdim. Gerçi Einstein hariç diğerlerini gönlüm rahat her isteyene verebilirim. Bu blogu okuyanlar arasında daha önce hamster beslemiş olan varsa ne olur bana bir akıl verin. Laboratuarlara hibe yap demeyin. Baştan söyleyeyim kedilere yedir demek de olmaz. Zaten yiyeceklerini sanmıyorum. Akıl almaz bir şekilde dost oldular. Kafeslerin üstü açık kaldığında bile uzanıp yeme girişiminde bulunmuyorlar. Tüm yaptıkları kafeslerin etrafına yatıp seyretmek, burunlarını ızgaralardan sokup karşılıklı koklaşmak. Fotograf yakalayabilsem bloga koyacağım. O kadar şekerler. O hamsterlar hem koklaşıyorlar, hem de minicik elleri ile kedilerin suratına dokunmaya çalışıyorlar. Kedilerde patileri uzatıyor tabii ama eşşek kadar patilerin ızgaralardan içeri girmesi ne mümkün. Şunu da anladım ki, fareler kedilerden çok daha akıllı. Tom ve Jerry’deki akıllı fare, aptal kedi hikayesi ister inanın, ister inanmayın ama gerçekmiş.
Kıssadan hisse, şu dünyada gözlemlenip feyz alınacak o kadar çok şey var ki, bir ömür boyu yaşam yetmez de artmaz da…

Bunu derecelendir:

>Aşk – Elif Şafak

25 Cumartesi Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük, okuduklarım

≈ 6 Yorum

>Kendime okuma listesi yapıp sonra da araya sıkıştırdığım kitaplar çoktur. Elif Şafak’ın Aşk’ı da bunlardan biri. İyi ki de sıkıştırmışım.

Kiki ve arkadaşları bir gün hadi Kuşadasına gidelim dediler. Tamam dedim. Bindik arabaya gittik. Çarşıya inmemizle birlikte hadi sonra görüşürüz. Bye. diyerek beni ortada bırakmaları bir oldu. Halbuki ben, neler hayal etmiştim. Birlikte gezeriz. Sonra bir yerlerde oturur dondurma yeriz falan. İnsan saf olmaya görsün, kaç yaşına gelse bir türlü kurtulamıyor bundan. Halbuki aramızda kaç yaş fark var. Böyle bir durumun baş göstereceğini benden başka kim olsa bilirdi. Neyse ben kaldım mı tek başıma. Yanıma okuyacak bir şey de almamışım. Bir panik baş gösterdi. Kuşadası’nda pek kitapçı yoktur. Hele bizim kaldığımız taraflarda yalnız korsan kitap satılır. Tanesi 5 liraya ve kapış kapış gider. Ben bile bir sene mecburiyetten almak zorunda kaldım. Ama o bana ders oldu şimdi artık yanımda bir çanta dolusu okunacak malzeme götürüyorum.
Neyse önüme ilk çıkan büfeye kitapçı nerede var diye sordum. Büfeci çocuk anlamsız gözlerle bir iki dakika baktıktan sonra yolun sonunda bir kırtasiye olduğunu söyledi. Hayır, dedim. Kağıt kalem almak istemiyorum. Kitap alacağım. Bu diyarda insanlar kitabı nereden alır? Hiç ses yok. Kitap nedir biliyor musunuz? Hani genelde A5 boyutunda, kalın renkli kapaklı, içinde yazılar olan, bazıları tarafından okunan, vs… diye devam ederken bana yine aynı anlamsız bakışlarını yönelttiğini farkedip sustum. Yanda mola vermekte olan büfeci kız dayanamadı atladı. Düz gidin sol tarafta küçük bir tane var dedi. İşte bu şekilde, daha 2 sene önce yeni açılan ve şimdilerde zor günler geçirdiği için kapanma tehlikesi altında olan Kuşadası’nın belki de tek kitapçısından yukarıdaki kitabı alabildim. Kıssadan hisse kadınlar erkeklerden daha fazla kitap okuyor. Karı koca kavgalarında aman her şeyi de bilirsin zaten lafının kaynağı işte buradan…
Aşk’ı ilk çıktığında almama nedenlerimden biri ismi, ikincisi ise pembe oluşuydu. İnsanlık hali işte. Bazen öldürsen değişmiyor. Kaç kere kendi kendime söylemişliğim vardır dış görünüşe aldanma önemli olan iç güzellik diye. Şimdi de keşke pembesini alsaymışım diyorum. Tabii kitabı okuduktan sonra. Bana kalırsa Elif Şafak Aşk+Pembe ikilisini özellikle seçmiş olabilir. Sonradan çıkan gri kapaklının satışları da görünüşe daha fazla önem verenlerin sayısını mı belirtiyor acaba? Valla ben pişmanım. Bir daha yapmayacağım.
2 günde kolaylıkla okunabilen bir kitap. Ancak hafife alınması yanıltıcı olur. İki kurgu iç içe. Bana kalırsa sadece Mevlana Şems kurgusu bile yeterdi. Diğer kurguya gerek yoktu. Neden mi? Temel kurgunun 12. yüzyılda geçmesine rağmen mahalle baskısı altındaki toplum ilişkilerinin güncelliğinin yanısıra Şafak’ın kullandığı dil, anlatım sadeliği, basma kalıp tabirlerin seçimi, kitaba o kadar günümüze uygun bir tarz kazandırmış ki, bir de yüzyılımızda geçen başka bir paralel kurguya gerek yoktu derim. Peki kötü mü olmuş. Yo, hayır. Sanki bir üst kurmaca gibi. İki paralel kurgu iç içe. Tüm kitabı yazan Şafak’tan başka 12. yüzyılda geçen ana hikayeyi yazan yazar esaslı karakterlerden bir tanesi.
Kitabı değerli kılan başka bir özellliği de kişisel gelişim kitaplarını aratmaması. Ben ki o kitapları da severek okurum bir de roman gibi olunca aldığım keyfin ne kadar olduğunu varın siz tahmin edin. Şafak, Mevlana ve Şems felsefesinden yola çıkarak 40 kural kurgulamış. Her biri altın değerinde. Bazılarını da minik anekdotlar ile süslemiş. Her biri bilinen ama bir türlü uygulamayı beceremediğimiz şeyler. Özü: Kendini tanı. Görünüşe aldanma. Ön yargılı olma. Eşit davran. Ötekini dışlama. v.s. Öykü çok sesli. Bir çok karakterin ağzından tek bir olayı dinliyorsunuz. Bu karakterlerin anlatımları bir kaç tanesi dışında hep aynı üsluptan. Öyle ki bölümün başında kimin olduğunu okumazsanız, zaman zaman anlatım tazrzından çıkaramayabilirsiniz. Bu durumun başlangıçta ve bazı okurlarda akıl karışıklığına yol açmasına rağmen, Şafak tarafından 40 kural’ın daha belirgin bir şekilde ortaya çıkabilmesi için özellikle yaratılmış bir seçim olduğunu düşünüyorum. Çünkü Şafak daha önceki kitaplarında bunun aksini kanıtlamış bir yazar.
Kısacası hem zevkle okudum hem de kendime geldim. Secret’ı okumak ya da Dale Carnegie’den okumakla neredeyse eş diğer bir eser. Dale Carnegie’ye bir zamanlar çok büyük bir adam olduğunu söylemişler o da mütevazilikle şu cevabı vermiş. Benim fazladan eklediğim bir şey yok. Bu kurallar zaten her kutsal kitapta ezelden beri tekrar edilen kurallardır. Ben sadece günümüz koşullarına uyarlıyor ve güncel örnekler ile süslüyorum. Aşk’ta da aynı durum söz konusu. Hala bu tarz kitaplar yazılabildiğine göre varın siz tahmin edin insanlık olarak teknoloji dışında ne kadar ilerleme kaydetmişiz.
Az kaldı unutuyordum. Kitabın önemli özelliklerinden biri de varoluştan gelen başlıca korkulara özellikle de ölüm korkusuna gönderme yapması. Hayattan zevk alabilmek ve mutlu olabilmek için ölümü ölmeden kabul edebilmek ve her an bir saniye sonra yok olacakmışız gibi yaşamak. Bu aralar başka bir kitap daha okuyorum. İrvin Yalom’dan. Onun da şöyle bir çalışması var. Kanser hastaları ile yapılan bir anket sonucu, geçirilen en mutlu yılların ölümcül hastalığı öğrendikten sonra olduğu ortaya çıkmış. Biz ise toplum olarak ölümcül hastalığını yakınımıza, sevdiğimize söylemekten korkar ve bu mutluluğu ondan esirgeriz. Bunu bilerek mi yaparız? Tabii ki hayır. Bana kalırsa bilinç altı bencilliğimizden. Bir kere daha düşünmekte fayda var derim.

Bunu derecelendir:

>Hoşbuldum

24 Cuma Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

>Çok kısa ama bana bir asır gibi gelen bir tatilin sonucunda sevine sevine evime geri döndüm. Bu sene 2 ay tatil havamda olmadığımı için için hissetmekle birlikte emin olmadığımdan dönüş tarihimi sonbahara bırakarak gitmiştim. Ne var ki 10 gün yetti de arttı bile.

Bu tatilden bana kalan öğretiler şunlar:
1) Kesinlikle yol yapmayı seviyorum. Hangi araç ile olursa olsun, uçak, feribot, araba (direksiyonunda ben bile olsam), tren, vs… her biri ile yolculuğa çıkma ve yol yapma fikri beni heyecanlandırıyor. Şu 10 gün içerisinde en mutlu olduğun günler hangileriydi derseniz gidiş ve dönüş yolculuk günleri derim. Kıssadan hisse bir sonraki tatil tamamen yol fikri üzerine kurulabilir.
2) Yazlık bana yaramıyor. İnsanın kendi evi gibi yoktur denmesine rağmen otelleri, motelleri, tatil köylerini daha çok sevdiğim ortaya çıktı. Hatta elimden gelse bütün bir seneyi swiss otelin küçücük bile olsa bir odasında geçirebilirim. Paris’in köhne otellerine tıkılıp, pislik ve sefalet içinde yazmaya ya da başka her hangi bir sanat üretmeye çalışan sanatçılarına daima hayran olmuşumdur. İlk aklıma gelen Camille Claudel oldu. Sonu kötü bitmiş olsa bile hayat hikayesi beni hep etkilemiştir.
3) Okumayı ve yazmayı gerçekten çok seviyorum. Bu on gün içerisinde deniz kenarına inmişliğim çok az. O zamanlarda bile elimde ya dergi ya da kitap vardı. Denizin içinde olduğum anlar ise tekne turundaki sınırlı yüzme seansları hariç 10 dakikayı geçmez. Tekne turunda üzerime bir garip haller gelir. 45 dakika yüzme molası dedikleri anda sudayımdır ve sirenler çalana kadar da çıkmam. Zamanın nasıl geçtiğini de anlamam. Bu sefer ilk durakta öğle yemeğine kadar 2 saat serbestsiniz dediklerinde bile, o 2 saatin nasıl geçtiğini bilemedim. Bu bahsettiğim anlar dışındaki geçen her sürede ya okudum ya da yazdım. Minimum kişiyle görüştüm ve konuştum. Başka şeyler yapmak zorunda kaldığım diğer zamanlarda ise aklım sürekli okuma ya da yazmadaydı. Aslına bakılırsa senelerden beri kitap okurken kendimi suçlu hissederdim. Yapmam gerekenler yerine ruhumu eğlendirdiğimi ve buna hakkım olmadığını düşünüp bir garip suçluluk duygusu içerisinde yaşar giderdim. Ne zaman ki ben yazar olacağım diye kafama koydum ve evdeki herkese de ilan ettim, okuma faaliyetlerim de bir anda yasallık ve resmilik kazandı. Artık her yerde ve her an okuyabilme ve yazabilme özgürlüğümün tadını çıkarıyorum. Herkese tavsiye ederim.
4) Örümceklerden nefret ediyorum. Elimde değil. Hemen hemen her türlü hayvanı sevmeme ya da hoş görmeme rağmen bu mendeburlara bir türlü kanım ısınmadı. Bu sene her yerde çoğalmışlar gibi geldi bana. Vallahi keneden bile bu kadar korkmuyorum. Hatta domuz gribinden hiç korkmuyorum. Milli Parkın domuzlarına bile sevecenlikle yaklaştım. Ama bana örümcek demeyin ne olur?
5) İstanbul’un bulutları bile bir başka güzel. Canım İstanbul’um. Herkes kendi çöplüğünde diye boşuna söylememişler! Sanırım bundan böyle İstanbul’u başka hiç bir şehire değişmeyeceğim. Trafiğini bilem özledim. Yenikapı’da feribottan iner inmez yere kapanıp toprağını öpesim geldi. Bir kere İstanbul dışında trafik falan yok. Var diyenler yalan söylemiş olur. Sanki tarlada sürüyormuşum hissine kapılıyorum. Sonra İstanbul’un şöförleri gibisi de hiç bir yerde yok vallahi. Bulunmaz hint kumaşları misali. O ne sinirdir, o ne hırs. Ara sokaklar dahil her yerde Formula 1 yarışçısı gibiyiz. İstanbul dışında kendimi sudan çıkmış balık gibi hissettim.

Bunu derecelendir:

>Öldüm Bittim Perişanım

07 Salı Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 3 Yorum

>Bu yaz aylarında hep söylenmek geçiyor içimden. Şikayetlerim bitmiyor. O yüzden pek yazmayayım diyorum. Arabesk havamdayım yani. Rüyalarda bile kendimi, tepemde alay edercesine neşeli ve parlak güneş, arap yarımadasının sıcak ve beyaz kumlarına batmış debelenip dururken görüyorum. Sıcak ülkelerin edebiyatçıları ne zaman ve nasıl yazıyorlardı? Sıcağa karşı bağışıklık kazanmak mümkün mü? Sıcağa karşı aşılanmak mümkün olsa kesin en önce yaptıranlardan olurdum.

Uzak ülkelerde yaşayan arkadaşlarım birer birer ülkeye akın etmeye başladılar. Her biri ile görüşemesem bile aynı topraklara ayak basıyor olmak beni mutlu ediyor. Neden bilmem. Bazen durup, aynı anda aynı güneşin batışını, aynı ayın doğuşunu seyrediyor olduğumuzu düşünüp kendimi onlara daha bir yakın hissediyorum.

Tatil vakti geldi. Bu cumartesi Kuşadasına doğru yola çıkıyorum. Lap top hala yapılamadığından en iyisi dönüşe kadar dükkanı kapatmak. Belki de bilgisayarsız geçirilecek bir tatil, düşündüğümden de faydalı ve dinlendirici olabilir. Bugün biraz daha kitap depoladım.

Önümüzdeki ödevin konusu ağlamaklı bir öykü yazmak. Öyle kararlaştırdık. Daha doğrusu öykünün içindeki kahraman ağlıyorum demeden okuyucuya ağladığını belli edecek. İşin raconu metnin içinde ağlama fiili ya da kelimesi geçmeyecek. Kahramanım sevinçten ya da sinirden ağlamak dışında üzüntüden nasıl ağlar şimdilik ben de bilmiyorum. Keşke Baba ve Oğul filmini seyretmiş olsaydım. Belki biraz feyz alırdım. Malesef benim tarzım daha çok Avrupa Yakası.

İşte tatilde bol bol buna kafa yoracağım. Neyse herkese iyi tatiller diliyorum. Dükkan kapalı. Zaman zaman internet kafeye gidip açabilirim. Belli olmaz. O da sürpriz olsun. Şimdilik sonbahara kadar hoşçakalın.

Bunu derecelendir:

>Oscar ile Sibel

05 Pazar Tem 2009

Posted by Qunegond in Öykülerim, Günlük

≈ 2 Yorum

>”Amma nazlandın be, kızım”, dedi Oscar, Sibel’e, olumlu bir işaret beklentisi içinde, bir de bakış attı şöyle, manidar, manidar. Günlerdir ikna etmeye çalışıyor, türlü maskaralıklar yapıyordu. Amma velakin, karşı taraf nuh diyor, peygamber demiyordu. Altı, üstü bir seyahatti işte. Çok mecbur kalmasa istermiydi. Bir he dese, ne güzel olacaktı. Hem işler tıkırında giderse, o da nasibini alırdı elbet.

“Bak kızım, tek yapacağın iş, yanımda olmak, beni sevdiğini ima etmek, bu zor günlerimde beni yalnız bırakmak istemiyormuşsun gibi görünmek, falan, bir müddet sonra ortadan kaybolursun, anlaştık mı?”

“Valla sen manyaksın, hayatımda böyle bir şey duymadım, hem nasıl olur da, bunu bana teklif edersin, bir de çocukluk arkadaşı olacağız, yazıklar olsun sana” dedi Sibel, şaşkın, anlamaya çalışıyordu. “Bir kere bizi görür, görmez hemen anlarlar, nerden çıktı geldi şimdi bunlar diye, garanti, rezil olacağız, anlaşılan heyecan lazım sana!”

“Bu konuda haklı olabilirsin, bak, her şeyi kafamda planladım, ayarlamaları da ona göre yaptım, ama, son anda diğeri beklenmedik bir pürüz çıkardı, bir şey diyemem, biliyorsun, yoksa seni bu kadar yormazdım, gerçi bu, senin içinde iyi bir fırsat, kaçırma, değerlendir derim, taş atacaksın da elin mi yorulacak, ikimiz için de bir dönüm noktası olacak işte, çok düşündüm ben, merak etme. Berlin, yeni umutların başlangıcı, bir hayal şehri, bir orta dünya gibi kazınacak belleklerimize…”

“Sadece yanında dururum, başka hiç bir şeye karışmam.”

“Merak etme sen…”

“Sadece bir hafta, baştan anlaşalım, en fazla iki, şimdiden kafana koy bunu, sonra dönmem lazım, işlerim var. Gerisini sen tamamlarsın, beni yok bil.”

“Merak etme sen…”

“Masraflara da karışmam bak, metelik çalışmaz, kahve paramı bile sen çekersin, aşna, fişne işlerini de ben gittikten sonra halledersin, gözümün önünde istemem, iki gün paso alış-verişe çıkarım, paketleri sen taşırsın, işim var falan anlamam, ayyy, şimdiden içimi daral bastı, yine benim başımı belaya sokacaksın eskisi gibi .”
“Merak etme sen…”

“Hayır!”

Sibel, yine de dayanamayıp son anda Oscar’ın peşine takıldı ve onun yanısıra Berlin’e doğru yola çıktı. Kararsızlığı yüzünden son ana kaldılar ama, en nihayetinde alelacele uçağa atlayarak, ileride onlara bu mecburi geçiş sürecini simgeleyecek olan ve orta dünya ismini taktıkları şehrin hava alanına indiler. Otele girer, girmez, soluklanmaya bile vakit bulamadan hemen bir taksiye bindiler. Kilisede yapılan cenaze törenine ucu, ucuna yetiştiler. Öncelikle sessiz sedasız, en arkadaki boş sıralara yerleştiler, sonra da merhuma son vedayı yapmak üzere kuyruğa girdiler. Sıra kendilerine gelince, Oscar beklenmedik bir şekilde hıçkırıklara bürünerek tabutun üzerine kapandı, kaldı, kalkmakta geçikince de yavaş yavaş tüm dikkatleri üzerine topladı, ve merhumun siyahlar içerisindeki kırk, kırk beş yaşlarında, oldukça balık etli, çirkin ama bakımlı ve bundan böyle de zengin olan dul karısı gelip olaya el koyana kadar da kalkmadı. Görünüşe bakılırsa tesellisi zor acılar içindeydi. Zengin dula bir müddet sıkı, sıkı sarıldıktan sonra, bir kolunda Sibel ve diğer kolunda dul, kilise kapısından ağlaya, sızlaşa çıktılar.

Zengin dul, yeni tanıdığı ve belli ki merhum kocasını çok seven, olasılıkla kocasının da çok sevdiği ancak uzakta olduğu için görüşemediği yakın akrabası olduğunu tahmin ettiği bu kişiyi evine davet etti. Olaylar, planlandığı gibi seyretti, zengin dul beklenmedik anda ortaya çıkan, kimsenin tanımadığı bu akrabanın yardımlarına sırtını çevirmek bir kenara dursun, içten, içten memnun oldu.

“İşte istediğin oldu, ben üzerime düşeni yaptım, evlenip biran evvel mirasa konmak sana kalmış artık, yarın dönüyorum,” dedi Sibel, içi burkuldu, bunca yıllık kankasını kendisinden oldukça büyük ve çirkin başka bir kadına teslim etmek bir anda zor geldi. Bu arada Oscar, kendi valizini de çoktan hazırlamıştı bile.

“Beraber dönüyoruz”, dedi Oscar. Onun şaşkın bakışları altında kahkahalarla gülmeye başladı.

“O kafanın içinde neler dönüyor anlayamıyorum, her şey bir oyundu, bunca yolu, stresi işte bunun için sana yaşattım demeye getiriyorsan, gerçekten delisin sen.”

“Seneler önce bir hikaye okumuştuk, hatırlarsın, bizim çocuklar yapamazsın dediler, yaptım, seni ikna edemeyeceğimi söylediler, ettim, ve sen de yanımda gelerek beni sevdiğini kanıtladın, şimdi de sıra bende, ne dilersen dile benden.”

Sibel muzur bir şekilde güldü, Oscar’a git onunla evlen dedi.

Bunu derecelendir:

>Beşi Bir Yerde Seçme Saçmalar

04 Cumartesi Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ Yorum bırakın

>Bu şekilde kısa kısa maddelerden oluşan bir gönderi yapma fikrini severek takip ettiğim bloglardan Swirly Girl’de buldum. Genelde her cuma günü “Five Things” olarak adlandırdığı kısa haberler içeren bir gönderi yapıyor. Çevirisi olarak Beşi Bir Yerde’yi uygun gördüm. Ancak bu kısa kısa notların altın değerinde olduklarını düşündüğüm sanılmasın endişesi ile yanına Seçme Saçmaları eklemeyi uygun buldum.

1- Fotograftaki köpeğin hikayesi inanılmaz. Geçen gün bahsettiğim arkadaş toplantısına giderken karşımdan 4-5 köpekten oluşan bir grubun sakin sakin geldiğini farkettim. Fotografta görülen beyaz köpek grubun hafif önünde yürüyor, diğerleri ise yarım beden arkasından seyirtiyorlardı. Sağımdaki inşaat kumuna kadar ilerlediler. Grup lideri konumundaki sakin sakin devam etti. Kum tepesinin üzerine tırmandı ve fotografta gördüğünüz biçimde yatarcasına uzandı. Diğerleri ise kumun alt kısımda aportta bekler şekilde durdular. Sıralandılar. Emre amade. Biraz bekledim. Bakalım toplantı başlayacak mı diye. Ama hiç bir değişiklik olmadı. Gördüğünüz gibi ekip başı umursamaz bir biçimde sağı solu seyrediyor. Diğerleri ise, malesef karenin içine almak aklıma gelmemiş, acemilik işte!, kumun bittiği yerde aşağıda el pençe divan bekleyip buna bakıyorlar.

2- Evdeki hamsterlar büyüyor. Yalnız yine yavrulardan bir tanesini yenmekten kurtaramadık. Bildiğiniz gibi babayı ayırmıştık. Bu sefer bir yavrusunu yiyen anne oldu. Sadece 3 yavru kaldı. İlk fırsatta fotograflarını çekeceğim. Diğer üçü bayağı büyüdüler. Ayrı kafese aktardığımız babanın durumu vahim. Kesin ve derin depresyonda. Sadece uyuyor. Tekerleğe bile bindiği yok. Ara sıra binerse tekerleğin içinde uyuyor. Yavrular yenmeyecek duruma gelir gelmez eşine geri vereceğim babayı. Acaba hamsterlar için de kısırlaştırma operasyonları yapılıyor mu? Aranızda veteriner olan var mı?

3- Geçen hafta bir arkadaşım 5 dakikada elle tedavi yöntemiyle burundan deviasyon ameliyatı olduğunu ve artık çok rahat nefes alabildiğini söylüyor. Olay şöyle geçmiş. Elle tedavi yaptığını söyleyen alternatif tıp uzmanı, Çin’de senelerce öğrenim görmüş bir profesör doktor, adını sormadım, işaret parmağını arkadaşımın deviasyon olan sol burun deliğinden taa kaş kemiğine kadar aniden sokarak yolu açmış. Kaş kemiğinin oralarda bir yerlerde bir kıtırtı duyan arkadaşım, parmağıyla diplerde bir şeyleri yerine oturttuğunu söylüyor. Bu işlemi yaparken kanama olmasın diye de omuzunda bir noktaya basarak tansiyonunu altıya düşürmüş. İyi cesaret değil mi? Benim ödüm kopardı.

4- Lap Top olmayacak gibi. Pazartesi gidip geri alacağım. Bu durumda bir yenisini almak vacip oldu. Malesef param yok. Her iki blog’unda yaz süresi boyunca kesintilere uğraması söz konusu. Bu kadar blog kuruluşu var, Bloxoo, Blog yazarları, Kadın blog yazarları, ayrıca bir sürü kadın dernekleri, Kagider falan. Aralarında para toplayıp bana bir lap top alamazlar mı acaba? Almışken bir de profesyonel bir fotograf makinesi alsalar. Gerisini ben hallederim.

5- Yaz için okuma listesi yaptım. Geliştirmeyi düşündüğüm deneme yazılarının konularını belirledim. Roman için bir ihtiyaç listesi çıkardım. Hep liste, liste. Günlük işler, takip listeleri, alışveriş listeleri falan hiç bahsetmiyorum. Hayatım listelerden oluşuyor. Liste çıkarmaktan iş yapmaya zamanım yok. İmdat.

Bunu derecelendir:

>Hayatın renkleri

03 Cuma Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük

≈ 1 Yorum

> Epey bir aradan sonra dün bir arkadaş toplantısına giderken yolda görüp güzelliklerine dayanamayarak fotografladığım ortancaları blogumda görmek beni çok mutlu etti. Evinde fazla çiçeği olmayan ben, çiçekli böcekli gönderiler yapmayı çok seviyorum. Tabii elimden geldiğince.

Arkadaş toplantısı derken, aslında ondan da öte bir toplantı vardı dün akşam. Sene başından beri devam ettiğim yaratıcı yazarlık atölyesinden edinmiş olduğum yeni arkadaşlar. Nasıl anlatsam öyle güzel bir duygu ki bu. Hepimiz çok farklıyız. Yaş olarak, geçmiş olarak, yaşantı olarak. Tek bir ortak noktamız var. Yazı.

Biraz da toplantının kendisinden bahsedeyim. Çünkü o da önemli. Edebiyat ya da yazı etrafında öylesine sohbet etmek için yapılmış bir toplantı değildi. Bizim atölyeden kalma bir alışkanlığımız var. O da şu; Murat Gülsoy her hafta bir ödev verir. Biz de o ödevi yapıp geliriz. Sınıfta okunur, tartışılır, geliştirilir, eleştirilir. O hafta kendi öykümüz okunmuş olsa da olmasa da hepimiz keyifle katılırız.

Haziran başı atölye tatile girince hepimizi bir korkudur aldı. Biz şimdi ne olacağız diye. Girişimci ruhlu olanlar sayesinde hemen bir grup oluşturuldu ve bu alışkanlığı haftada bir olmasa bile en azından ayda bir devam ettirelim dendi. Arkadaşlarımızdan birisi de bize ilk ödevimizi gönderince işte dün akşam yine kış aylarındaki gibi sınıfımızı kurduk, öykülerimizi okuduk, tartıştık. Ve çok eğlendik. Bu sefer sınıfın bir farkı vardı. Havuz başındaydık. Hem konuştuk, hem de yedik içtik. Daha nice toplantılara ve ödevlere diyerek ayrıldık.

Böylesine ortak bir nokta etrafında oluşturulan grupların çok eğlenceli olduğunu bilirim. Daha önceden de bir folklor grubum vardı, resim grubum vardı, bir ara el işi yapan bir grubum vardı, hatta zamanında altın gününe bile gitmişliğim vardır. Ama dün akşam net bir şekilde şunu anladım ki, hangi arkadaş grubu ile toplanırsanız toplanın, bu toplantının bir de teması olursa eğer, her şey çok daha keyifli oluyor. Ekipte dağılmalar, ikili, üçlü konuşmalar yaşanmıyor. Herkes herşeyden haberdar oluyor. Arada tek kalıp canı sıkılanlar olmuyor. Tam bir ekip ruhu keyifle sürüp gidiyor.

Kıssadan hisse dün çok güzel bir gün geçirdim. O hızla, dün sabahtan yazmış olduğum bir öyküyü bir derginin açmış olduğu temalı bir yarışmaya gönderdim. Ancak son teslim tarihini 2 gün geçmiş durumdayım. Değerlendirmeye alınmasını umutla bekliyorum. Yeni gelişmelerden haberdar ederim.

Bunu derecelendir:

Ve Durgun Akardı Hayat

02 Perşembe Tem 2009

Posted by Qunegond in Öykülerim, Günlük

≈ Yorum bırakın

Bir anda bütün salon ayağa kalktı, alkışlamaya başladı. Ben de kalktım. Sahnede performans gösteren sanatçı gerçekten görülmeye değerdi. Kendisine ayrılmış on beş dakikanın içerisinde sesinin en ince sopranodan, en kalın bas baritona kadar kademe kademe çıkışı mükemmeldi. Şimdiye kadar, başka hiç bir opera sanatçısında görülmemiş yetenek. Sesinin yükseldiği her perde de, sanki onun yerine ben kimlik değiştiriyormuşum gibi yoruldum, nefessiz kaldım.

Ara oldu. Haluk’la fuayeye çıktık. Çok fazla tanıdık var. Çoğuna uzaktan selam vermekle yetindik. Kalabalığı yararak Hülya’ların yanına yaklaştık. Hülya her zamanki gibi siyahlar içerisinde. Dekoltesine gözüm takıldı. Sarı saçlarını bir zamanların hollywood artistleri gibi yapmış. Dudaklarında da kırmızı ruju. Kahkahaları yarı yoldan duyuluyor. Keyfi yerinde. Kıpır, kıpır.

Yaklaştığımızı görünce durdu. Haluk’a dönerek, “Sonunda çıkarabilmişsin Sevgi’yi” dedi. “Evet. İkna etmesi kolay olmadı. Ama, eninde sonunda getirmeyi başardım. Etiyle, kemiğiyle karşında.” Haluk’un bu sözü üzerine bana bok yemek düştü. Sesim çıkmadı. Somurttum.

“Kitabı bitirebildin mi şeker? Heyecanla bekliyoruz. Arayı açtın bu sefer… Çok merak ediyorum… Bu seferkinin konusu ne? Bari onu söyle.”

Yüzüne baktım. Sanki söylermişim gibi. Hülya’nın her seferinde aynı soruyu böyle ulu orta tekrar etmesi yok mu? Beni yine çileden çıkardı. Ne zaman söyledim ki… Bu kaçıncı kitap.

“İkinci perdenin başlamasına beş dakika kaldı,” anonsu duyuldu. Oysa daha yeni çıkabilmiştik. Haluk öndekilere karışarak ilerledi. Biz Hülya ile geride kaldık.

“Neyin var? Bir tuhafsın, bu akşam.”

“Çöktüm” dedim. “Ama, bu sefer başka. Gerçekten tükendim. Ödüllü yazar olarak kitap yazmaya çalışmak işkence. Sırtımda beni ezen bir yük var sanki. En iyisini yazma saplantısı yok mu? Toparlanamıyorum. Tam oldu derken bir de bakıyorum, bütün yazdıklarımı yine yırtmışım. Haluk’a da çok acı çektirdim. Bir de şu kabus belası yok mu. Gecelerim de kalmadı.”

Soluklanmak için konuşmayı kestim. Sonra yeniden aldım. Bir an evvel içimdeki isyanı kusmak…

“Dinle bak. Kitap piyasaya çıkmış. Benden fuarda on beş dakikalık bir tanıtım konuşması yapmamı istemişler. Salon kalabalık. Basın… yurt dışından gelen yayınevleri… okuyucularım… bir sürü konuk. Sahneye çıkıyorum. Yuhalamaya başlıyorlar. Gazetecilerden biri ödülü iade et diye bağırıyor. Her gece ter içinde uyanarak sabahı zor ediyorum. Sabah olduğunda ise bütün gece kabuslarla boğuşmanın yorgunluğuyla iki satır bile yazamıyorum. Kısır döngü işte.”

Rüyayı yeniden yaşamanın etkisi ile bir an sustum. Hülya tepki göstermedi. Psikolog mübarek.

“Geçen gün Dergi’den aradılar. Mehmet’in gençlik şiirlerinden oluşan bir dosya yapacaklarmış. Anısına iki, üç sayfalık kısa bir şey yazmamı istediler. Önce tamam dedim, şimdi ise pişmanlık içinde kıvranıyorum. Kitaba yoğunlaşmaya çalışırken, tam da sırasıydı. Ekrem’in otele kapanmaktan başka çare kalmadı. Haluk şiddetle karşı koydu, ama…kabul etmek zorunda. Yoksa başka türlü bitmeyecek”

Ekrem’in oteli çam ağaçlarının arasında sessiz, sakin bir yer. Öyle herkes bilmez. Sadece özel konuklara, dostlara açık olan, bazı yazarların, yalnızlığı, sessizliği, doğayı sevenlerin uzun süre, hatta bazen bütün bir yıl kaldığı bir otel. Trenden indikten sonra yaylaya kadar bir, bir buçuk saat süren bir de araba yolu var. Ekrem, aynı eski günlerdeki gibi beni karşılamaya şöförle arabayı yollamış. Haluk ne derse desin kitap bitene kadar geri dönmeyeceğim. Irmak kıyısındaki uzun sabah yürüyüşlerine o kadar ihtiyacım var ki.

Otele girer girmez bagajlarımı resepsiyonun önüne attım, her zamanki oda anahtarımı istedim. Resepsiyondaki şapşala Ayfer’ler burada mı diye sordum. Şimdi çoluk, çocuk buradaysalar tüm planlarım suya düşer korkusu içinde trende zor etmiştim sabahı.

“Malesef Sevgi hanım” dedi. “Okullar daha yeni açıldı sayılır. Bu sıralar gelemez onlar. Ama bahara ya da yaza muhakkak… yine hep birlikte güzel günler geçirirsiniz, inşallah.”

Kaz kafalı. Sorduk sanki. Tahammülüm tükenmek üzere. Bir an evvel odama çıkıp, rahatlamak için tahta merdivenlere yöneldim. Bina eski bir taş yapı.Yöre taşlarıyla odun karışımı otantik mimarisi var. Odaya girer girmez kapıyı ardımdan kilitledim. Burnumda tüten çam kokusunu ciğerlerime çekebilmek için dosdoğru, dışarı çıkıntı yapan büyük balkona atıldım. Kapının geniş sağ ve sol kanatlarını kendime doğru çekip ardına kadar açarak duvara dayadım. Onca yolu bu anı düşleyerek gelmiştim. İki büyük adımda çamların ortasındaydım. Uzun müddet gözlerimi kapadım, iki kolumu yanlara doğru gergin uzatarak orada öylece durdum. Sadece alıp verdiğim nefes, çamların hışırtısı ve derinden gelen ırmağın berrak sesini duydum. Kokuyu içime çektim. Bir de kış uykusuna yatmayan kuşların ürkek şarkısını. Evimdeyim. Kitabın en nihayetinde biteceğini anladım.

İleride ağaçların arasından görünen, ırmak kıyısındaki küçük tahta iskeleye bağlı mavi, yer yer boyaları dökülmüş kayığı hayal, meyal farkettim. Tepedeki karlar erimeye başlayınca ırmağın suları da azar. Gürültüsü taa buralara kadar gelir. Sabırsızlıkla bekliyorum o günleri. Aşağıya inip bakmak, suyun seviyesini ölçmek için can atıyorum. Aslında kayığı çoktan içeri almış olmaları gerekirdi. Önceki yazlarda o kayıkla, aşağı köyün başına kadar, ne gezintiler yapmıştık. Haluk da vardı. Hülya da. Aysel’ler de. Çok yakında tehlikeli olur kayıkla dolaşmak. Şelale başında kayığı kolay, kolay, hatta hiç durduramayabilirsin. İşte o kadar coşkulu akar bu ırmak. Zamanı gelince.

Yazabilmek için yine duygularımı köküne kadar körükledim. Yorucu. Bu süreç biran evvel bitmeli. Her seferinde duygu seline kapılmaktan, dibi boylamaktan bıktım artık. Bu kitapla daha da derinlere batıyorum. Biran, yeniden su yüzüne çıkacak gücü kendimde bulamamaktan korktum. Her şey sakinlesin, sessizliğe bürünsün. Kulaklarımda sadece ırmağın geniş yatağından kayarak akan coşkulu sularının gürül, gürülü kalsın istiyorum. Huzur içinde dibine uzanıp, gözlerim açık, serin suların üzerimden akıp gidişini, suyun yüzeyinde ne varsa sürükleyişini seyretmek istedim. Bu kitap son. Yazmaktan, yazdıklarımı yaşamaktan yoruldum.

Haluk’un sesini kulağımın dibinde duyar gibi oldum.
“Son cümleni bulursun. Kitabın biter. Ve, sen yine bir sonrakinin meselesini hemen düşünmeye başlarsın.”

Haluk da haklı. Her kitap sonrasında aynı şeyi söyledim durdum. Ama bu seferki gerçekten son.

Karlar yumuşamaya başladı. Mügeler çıkmıştır. Uzun zamandır oteldeyim. İyi çalıştım. Sabah yürüyüşlerim hariç, odamdan dışarı çıkmadım. Yemekleri bile odaya getirttim. Boşları almaya gelen oğlana kızdım bağırdım. Kızların temizlik yapmalarına izin vermedim. Ama bu akşam, yemeğe aşağı inmek istedim. Son basamağa geldiğimde ışıkların sönük olduğunu gördüm. Garip, ama üzerinde durmadım. Yemek salonuna körlemesine daldım. Aniden ışıklar yandı ve çığlıklar koptu. Bugünün doğum günüm olduğunu unutmuşum. Beni seven dostlarım, her ne kadar şu an pek umurumda olmasalar bile, sürpriz bir kutlama yapmayı düşünmüşler. Mistik bir büyü yapılmış havasına büründüm. Gafil avladılar. Aslında yazı sürecimin tam ortasında yapılan bu tarz kesintilerde sinir küpü olurum. Ama bu sefer sesim çıkmadı. Şaşırmış olmalılar. Sinirlenmeyişim kitabın sonuna yaklaştığımdan. Bilemezlerki… Sadece son cümleyi bulmak kaldı. İçim rahat. Nasıl olsa bulurum. Her zaman buldum.

Masanın ortasında beni bekleyen iki katlı muhteşem bir pasta var. Üzerinde hiç mum yok. Sönmüş mum kokusundan nefret ettiğimi unutmamışlar. Yan tarafta patlamaya hazır şampanya şişesi. Her şey mükemmel. Tavandan “Sevgi’ye mutlu yıllar” yazısı sarkıyor. Pencereler ve teras kapısının pervazları balonlarla süslenmiş.

Salona “Hapy Birthday” şarkısının melodileri yayıldı. Yavaşça ilerledim, şaşkın, gözlerime dolan yaşları geri itmeye çabaladım. Tam olarak engelleyemedim. Akmasalar bile parlayarak görüşümü bulandırdılar. Bu gibi durumlarda duygulanmaktan nefret ederim. Fazla ve gereksiz gelir. Otel’in sahibi, senelerin dostu sevgili Ekrem, bir anda lambadan yansıyan ışıkta parlayarak gözümü alan koca bıçağı pastayı kesmem için uzattı. Almakta tereddüt ettim. Sanki alırsam büyü bozulacak ve ben yine, kitabın sonunu getirmek için kendi kendimle cebelleştiğim duruma düşeceğim sandım. Hemen akabinde bitiş cümlem aklıma geldi. Ve durgun akardı hayat. Tereddütümü gören Ekrem, senin yerine keseyim mi diye sordu. Çığlık, çığlığa bir oda dolusu itiraz kopunca bıçağı elinden aldım, pastayı kestim.

Odama ancak geç vakit çıkabildim. Hemen bilgisayarın başına oturdum. Aklımdaki o son cümleyi toparlayarak kitabı bitirdim ve tümünü bir seferde bastırdım. Bitmişinden gurur duydum. En önemli yapıtım olacağını hissettiğim şey sonunda elimdeydi. Sayfalarını şöyle bir karıştırdım. Bu kitap aynı zamanda sonuncu dedim. Düzgün bir şekilde masanın üzerine bıraktım.

Yavaş adımlarla yeniden aşağı indim. Resepsiyon bomboş. Yemek salonunda kimsecikler yok. Ortalıktan el ayak kesileli epey olmuş. Yazarken saatin farkına varmamışım. Neredeyse birazdan şafak sökecek. Sessizce kapıdan çıktım. Gecenin serinliği alev alev yanan yanaklarıma çarptı. İster istemez bir işi sonlandırabilmenin o büyülü atmosferinden çıkıp kendime geldim. Bitirdim dedim. Sabaha karşının çam kokularını içime çekerek ırmağa doğru yürüdüm. Bir müddet, küçük tahta iskeleye bağlı mavi kayığın suyun akışı ile yalpalanışını uzaktan seyrettim. Bu sene çekmemiş olmaları ilginç. İskelenin üzerine yürüdüm. Ucuna gelince kayığın içine atladım. Akşamki doğum günü artıklarının arasında masanın üzerinde duran ve biraz önce otelden çıkmadan paltomun iç cebine attığım koca bıçağı çıkardım. Kayığı iskeleye bağlayan ipi kestim. Hemen hareket etti. Sendeleyerek burun kısmına ulaştım. Oturdum. Akıntıyla birlikte suyun içindeki çakıl taşlarının üzerinden hızla kayarken, gökyüzünde birer birer silinmeye başlayan yıldızları seyretmek için geriye doğru uzandım. Birazdan başlayacak sarsıntıları beklerken, gözlerimi yummuşum.

İstanbul, Şubat 2009
Sibel Kaçamak

Bunu derecelendir:

>Secrets of Lost

01 Çarşamba Tem 2009

Posted by Qunegond in Günlük, video

≈ 3 Yorum

>Dün bütün günüm Secrets of Lost adı altında kısa bir video’yu aramakla geçti. Bir kaç ay önce Amerika’da Jimmy Kimmel’ın canlı şovunda gösterilmiş. Lost oyuncularından bir kaçının ardı ardına dizinin sırlarını açığa vurmaları hakkında. Bana da bu video’yu Kiki gösterdi. Onun arkadaşlarından biri facebook’tan yollamış. Bir türlü elde edemedim. Daily motion’da var aslında ancak parça parça. Hoşuma gidenlerden üç tanesinin bağlantısını aşağıda veriyorum. Şimdiden söyleyeyim Facebook’ta dolaşan süper. En güzelleri seçilmiş, birbirine eklenmiş. Üstüne birisi de türkçe alt yazı yapmış. Bravo valla. Ama malesef bulamadım.

Bu arada dün video ararken Kiki bana aslında senin seveceğin başka bir klip daha var diyerek dün yolladığım The Voca People’ı gösterdi. Gerçekten de muhteşem buldum. Şu da kanıtlanmış oldu. Sadece anneler çocuklarını tanımıyorlar, çocuklar da demekki annelerini gayet iyi tanıyorlarmış. Voca People şu an dünya turunda. Keşke bize de gelseler. Kalabalık bir grup olduklarından ve insanlık hali malum olduğundan ben bu gruba pek uzun ömür vermiyorum. Ama hiç belli de olmaz. Şimdilik iyi gidiyorlar. Tarih boyunca kanıtlanmış. Kalabalık grupların ömrü hep kısa olmuştur. Bizim bir deyim de aklıma geldi “Nerede çokluk, orada…”

Enstrumansız yapılan müzik grupları arasında bir de seneler öncesinin POW WOW’u vardır. Hala çıkarır dinlerim CD’lerini. En sevdiğim şarkılardan “Le Chat” kedi demek. “Le lion est mort ce soir” Aslan, bu akşam sizlere ömür diyorlar.

Neyse fazla kalabalık etmeden LOST kliplerinden üç tanesini aralara sıkıştırıyorum. Bildiğiniz gibi Ben en sevdiğim ve tuttuğum karakter.

http://www.dailymotion.com/swf/x8cz3h
Ben (LOST) – Jimmy Kimmel Live – Secrets Of Lost #3
by ByCarLost

Sonrasında Jin var. Ona da koptum.

http://www.dailymotion.com/swf/x8cz9f
Jin (LOST) – Jimmy Kimmel Live – Secrets Of Lost #1
by ByCarLost

Son olarak ise Ben ve Jin’in ortak açıklamaları. Süper. Daha fazlası için burada yerim yok ama http://www.dailymotion.com/ izleyebilirsiniz.

http://www.dailymotion.com/swf/x8igpw
Ben & Jin (LOST) – Jimmy Kimmel Live – Secrets Of Lost #4
by ByCarLost

Bunu derecelendir:

 Subscribe in a reader

Okudukça

Bir kitabı okuyup bitirdiğiniz zaman, bunu yazan keşke çok yakın bir arkadaşım olsaydı da, canım her istediğinde onu telefonla arayıp konuşabilseybim diyorsanız, o kitap bence gerçekten iyidir.

Çavdar Tarlasında Çocuklar
J.D.Salinger

Ara ki Bulasın

Ne Diyordum?

  • İz Peşinde
  • Kahveyi bıraktım, başıma gelenler
  • Taş bu yumurtalar taş
  • Bir haftalık kazanç: Mo Yan, Yu Hua, Engin Türkgeldi
  • Bir alışkanlık oturtmaya çalışıyorum
  • Uzun zaman oldu görüşmeyeli…
  • Ovalama Günleri/Günlükleri

Çok Okunasılar

  • Gelmiş Geçmiş En Etkili 100 Yazar Listesi
  • 1/101 - Çavdar Tarlasında Çocuklar Hakkında
  • Yer Altında Dünya Var - Refik Halit Karay
  • Roman Adı Nereden Gelir?
  • Tesadüflere İnanıyor ve Bekliyorum
  • Dışa Yolculuk - Virginia Woolf
  • >Sabah Sabah Yapılan Bilinç Akışına Örnekler

Let’s Tweet Again

  • @KaanSekbann Botoks vs gibi sozde genclestiricilere bulasmamak 1 week ago
  • RT @sisternon: Amerikalı bir eski asker, savaş ekonomisi nedir ve bununla nasıl mücadele edilir tane tane anlatmış. Keşke biri Türkçe altya… 1 week ago
  • Portrait with Golden Mask, 2019, Marina Abramoviç, The Ckeaner Sergisinden @ Museum of Contemporary Art, Belgrade instagram.com/p/B4vQI6YACDz/… 3 weeks ago
  • Aaa-Aaa, 1978 Marina Abramovic ile Ulay birbirlerini aaaa’larken, 15 dk. @ Museum of Contemporary Art, Belgrade instagram.com/p/B4r2OhPA8GP/… 3 weeks ago
  • Yedinci gün, yedinci kitap. Teşekkürler sevgiferidunoglu 😘 @ Göztepe, Istanbul, Turkey instagram.com/p/B4es0ljAGBs/… 1 month ago

Diğer 848 takipçiye katılın

Follow Kunegond'un Penceresinden on WordPress.com

Tali Bloglar

  • Kunegond'un Objektifinden
  • Qunegond Okudukça

Goodreads

OKUYORUM

101 KİTAP PROJESİ : 5/101

Pel-Mel

5 hafta 5 roman 12. İstanbul Bienali 50 shades of grey 101 Kitap acayip Adorno anneler anılar apollon tapınağı Bilge Karasu boğazda eğlence bumed Bu puzzle kaç parça? bu sabah Bu ses de nedir? can sıkıntısı Carson McCullers central perk deniz E.L.James erotik-romantik romanlar etiket biliyorum önemlisin ama aklıma bir şey gelmiyor etiketlemekten sıkıldım etiketsiz ezik fark Fay Hatları Fransız Teğmenin Kadını Gece günlük hani hatıralar her eve bir kültür kampanyası hissi iphone isimsiz iç sıkıntısı Jean Genet John Fowles kahve kelebek kendini tanı Kirko ile Kriko'nun maceraları kitap Kunegond'u Yaşatma ve Kalkındırma Vakfı İlanı köpek balığı metinleri mahalle Mark Ravenhill mubi ile film izlemek Nancy Huston nereye gider? Oğuz Atay Palahniuk paris Paris Defteri pazar pazar günlerinin seyir defteri pazar günü ne yapılır Pazar Keyfi Post A Day 2011 Refik Halit Karay renk rüya görmeden olmaz rüyalarım ve ben sabah saçmalama serbestisi içinde yüzmek en büyük özgürlük tembellik güzeldir tembelliğin böylesi ubor metenga buluşmaları woody allen Yalnız Bir Avcıdır Yürek Yekta Kopan Yer altında dünya var zavallı medusa Çırağan Okumaları

Kategoriler

Bu blogu takip etmek ve yeni gönderilerle ilgili bildirimleri e-postayla almak için e-posta adresinizi girin.

Diğer 848 takipçiye katılın

Blogroll

  • ACA'nın Çekirdek Bakışı
  • Anlatmak İstedim
  • ANNECİK VE CİCİK
  • Aydan Atlayan Kedi
  • ÖYKÜ
  • Bir Dilim Sohbet
  • BLACK ESPRESSO
  • Classic Movies Digest
  • Defter
  • Fil Uçuşu
  • Gay Kedi
  • Jose Naranga
  • KADINBEDENSAHNEDÜNYA
  • Laini Taylor
  • Leylak Dalı
  • Murat Gülsoy
  • Nam-I Diğer Annecik
  • Stupid Little Things
  • SİRENİN SESİ
  • Vladimir'in Derdi
  • İÇİMDEN ÇAĞLAYANLAR
  • İyi geceler küçük Joe

Sakla Samanı

  • Haziran 2019 (1)
  • Nisan 2019 (1)
  • Ocak 2019 (4)
  • Mayıs 2018 (2)
  • Şubat 2018 (1)
  • Ocak 2018 (3)
  • Aralık 2017 (1)
  • Kasım 2017 (1)
  • Temmuz 2017 (1)
  • Mayıs 2017 (1)
  • Şubat 2017 (2)
  • Ocak 2017 (5)
  • Kasım 2016 (1)
  • Haziran 2016 (1)
  • Mayıs 2016 (3)
  • Nisan 2016 (2)
  • Ocak 2016 (13)
  • Mayıs 2015 (2)
  • Şubat 2015 (1)
  • Kasım 2014 (4)
  • Mayıs 2014 (2)
  • Nisan 2014 (3)
  • Şubat 2014 (1)
  • Ocak 2014 (6)
  • Aralık 2013 (4)
  • Kasım 2013 (4)
  • Ekim 2013 (2)
  • Eylül 2013 (3)
  • Ağustos 2013 (1)
  • Temmuz 2013 (7)
  • Haziran 2013 (3)
  • Mayıs 2013 (1)
  • Nisan 2013 (3)
  • Mart 2013 (11)
  • Şubat 2013 (3)
  • Ocak 2013 (6)
  • Aralık 2012 (5)
  • Kasım 2012 (4)
  • Ekim 2012 (11)
  • Eylül 2012 (5)
  • Ağustos 2012 (3)
  • Temmuz 2012 (13)
  • Haziran 2012 (4)
  • Mayıs 2012 (4)
  • Nisan 2012 (5)
  • Mart 2012 (2)
  • Şubat 2012 (5)
  • Ocak 2012 (8)
  • Aralık 2011 (6)
  • Kasım 2011 (16)
  • Ekim 2011 (6)
  • Eylül 2011 (11)
  • Ağustos 2011 (6)
  • Temmuz 2011 (11)
  • Haziran 2011 (24)
  • Mayıs 2011 (13)
  • Nisan 2011 (17)
  • Mart 2011 (29)
  • Şubat 2011 (7)
  • Ocak 2011 (7)
  • Aralık 2010 (13)
  • Kasım 2010 (11)
  • Ekim 2010 (7)
  • Eylül 2010 (15)
  • Ağustos 2010 (3)
  • Temmuz 2010 (3)
  • Haziran 2010 (9)
  • Mayıs 2010 (4)
  • Nisan 2010 (3)
  • Mart 2010 (14)
  • Şubat 2010 (15)
  • Ocak 2010 (25)
  • Aralık 2009 (21)
  • Kasım 2009 (24)
  • Ekim 2009 (10)
  • Eylül 2009 (14)
  • Ağustos 2009 (22)
  • Temmuz 2009 (14)
  • Haziran 2009 (31)
  • Mayıs 2009 (31)
  • Nisan 2009 (30)
  • Mart 2009 (34)
  • Şubat 2009 (25)
  • Ocak 2009 (8)
  • Aralık 2008 (1)
  • Kasım 2008 (5)
  • Ekim 2008 (1)
  • Ağustos 2008 (1)
  • Haziran 2008 (5)
  • Nisan 2008 (3)
  • Mart 2008 (15)

Vurun Kahpeye

  • 322.991 hits

Meta

  • Kayıt Ol
  • Giriş
  • Yazı beslemesi
  • Yorum beslemesi
  • WordPress.com

Gizlilik ve Çerezler: Bu sitede çerez kullanılmaktadır. Bu web sitesini kullanmaya devam ederek bunların kullanımını kabul edersiniz.
Çerezlerin nasıl kontrol edileceği dahil, daha fazla bilgi edinmek için buraya bakın: Çerez Politikası