>Dün akşam değişik bir şey yaptık. Hiç üşenmedik akşam akşam taaa Rumeli Hisarlarına kadar gittik. Boğaziçi Üniversitesi kampüsü içerisindeki Mithat Alam Film Merkezinde açık havada film seyrettik.
>Mithat Alam Film Merkezi
31 Cuma Tem 2009
31 Cuma Tem 2009
>Dün akşam değişik bir şey yaptık. Hiç üşenmedik akşam akşam taaa Rumeli Hisarlarına kadar gittik. Boğaziçi Üniversitesi kampüsü içerisindeki Mithat Alam Film Merkezinde açık havada film seyrettik.
30 Perşembe Tem 2009
Posted Günlük, kişisel gelişim
in≈ 3 Yorum
>Bu yazıya fotograf bulmakta biraz zorluk çektiğim için böyle alakasız ama grafik olduğu için hoşuma giden bir su parkı oyuncağının bir parçasını yerleştirdim. Su parkına hiç gitmemiş olanlar için… tepe ortada görünen delikten hızla kayarak çıkan kişi içine girdiği huni gibi bir şeyin etrafında bir kaç tur attıktan sonra yine bu huninin ortasında bulunan ve fotografta malesef gözükmeyen bir delikten (huninin ağzı kabul edilebilir) havuza balıklama düşmektedir. İlk kez deneyenler için sırt üstü ve tepe taklak düşmek vaciptir. Daha sonra kişisel becerilerin derecelerine göre düşme anında kendini toparlayıp çivileme atlama tarzı ile düşmek kaydırağın keyfini çıkarmak açısından daha uygundur. Bunca senedir yaptığım gözlemler doğrultusunda bu oyuncakta bu düşme tarzını en çabuk kapan kişiler 7-12 yaş grubudur. Ben halen sırt üstü ve tepe taklak düşüyorum…
29 Çarşamba Tem 2009
Posted Günlük
in>Yaşlanmanın bize verdiği armağanlar gerçekte çok fazla. Sen yaşlanıyorsun diye böyle söylüyorsun denebilir. Aynen öyle. Ancak farkedebiliyorum çünkü. Bardağa hangi taraftan baktığına benzer gibi bir yaklaşım tarzı bu. Peki nedir bu armağan? Hem de nereden çıktı şimdi böyle sabah sabah?
28 Salı Tem 2009
Posted Günlük, okuduklarım
in>Aylık zevkle takip etmeye çalıştığım dergiler var. Bir zamanlar kadın ve sansasyon dergileri almaya bayılırdım. Halen de kuaföre gittkçe Alem, Hafta Sonu, Şamdan gibi şeyleri ya da Elle, Marie Claire, Cosmopolitan sınıfından olanları severek okuyorum. Ancak bu krizde onlara para vermek içimden gelmiyor. Parantez içinde belirteyim. Eskiden ülkede çıkan neredeyse tüm gazete ve dergileri alır, okurdum. Öyle bir alışkanlığım vardı. Şimdi hem artık çok fazlalar. Teknik olarak imkanı yok. Hem de çok pahalılar. Ya da benim kazancım çok düşük kaldı. İkisinden biri. Eskilerden şunu hatırlarım. Bir dergiyi ya da kitabı kaybettiğimde üzülmez hemen yerine yenisi koyardım. Hatta ben kendim birilerine verirdim. Ya da ağır geldiğinden taşıyamaz, bulunduğum yere bırakırdım. Şimdilerde böyle bir şey ne mümkün. Ancak fotograftaki dergileri takip edebiliyorum. Yabancı basın ancak internetten.
27 Pazartesi Tem 2009
Posted Günlük
in>Yazmanın bir alışkanlık olduğu, bu işe başlayanların bir daha vazgeçemediklerini söyleyenler çoğunlukta. Sanırım haklılar. Yazıya yeni başlamış biri olarak bu durumun çok çabuk farkına vardım. Biraz abartılı olacak ama madde bağımlılığı ile bile karşılaştırılabilir. Ancak merak ettiğim bir şey var, bu yazı alışkanlığında saatlerin ve her gün aynı saatlerde yazıyor olmanın da bir etkisi var mı?
26 Pazar Tem 2009
Posted Günlük, hamster affair
in>Biz tatildeyken Hamster’lara ne olmuş? İnanılmaz büyümüşler. İşin garibi babanın renklerinde olan ve diğerlerinden büyük bir yavru vardı, güdük kalmış. Ötekiler onu geçmiş. Hemen insan yavrularındaki durum aklıma geldi. Bizde de öyle değil midir? Ergenliğe kadar boyu herkesten kısa olan bir bakarsınız selvilere erişmiş. Eh, laboratuarların herşeyde kobay olarak bu hamsterları seçmelerinin bir hikmeti olsa gerek. Bu konu içimi çok acıtıyor.
25 Cumartesi Tem 2009
Posted Günlük, okuduklarım
in≈ 6 Yorum
>Kendime okuma listesi yapıp sonra da araya sıkıştırdığım kitaplar çoktur. Elif Şafak’ın Aşk’ı da bunlardan biri. İyi ki de sıkıştırmışım.
24 Cuma Tem 2009
Posted Günlük
in>Çok kısa ama bana bir asır gibi gelen bir tatilin sonucunda sevine sevine evime geri döndüm. Bu sene 2 ay tatil havamda olmadığımı için için hissetmekle birlikte emin olmadığımdan dönüş tarihimi sonbahara bırakarak gitmiştim. Ne var ki 10 gün yetti de arttı bile.
07 Salı Tem 2009
>Bu yaz aylarında hep söylenmek geçiyor içimden. Şikayetlerim bitmiyor. O yüzden pek yazmayayım diyorum. Arabesk havamdayım yani. Rüyalarda bile kendimi, tepemde alay edercesine neşeli ve parlak güneş, arap yarımadasının sıcak ve beyaz kumlarına batmış debelenip dururken görüyorum. Sıcak ülkelerin edebiyatçıları ne zaman ve nasıl yazıyorlardı? Sıcağa karşı bağışıklık kazanmak mümkün mü? Sıcağa karşı aşılanmak mümkün olsa kesin en önce yaptıranlardan olurdum.
Uzak ülkelerde yaşayan arkadaşlarım birer birer ülkeye akın etmeye başladılar. Her biri ile görüşemesem bile aynı topraklara ayak basıyor olmak beni mutlu ediyor. Neden bilmem. Bazen durup, aynı anda aynı güneşin batışını, aynı ayın doğuşunu seyrediyor olduğumuzu düşünüp kendimi onlara daha bir yakın hissediyorum.
Tatil vakti geldi. Bu cumartesi Kuşadasına doğru yola çıkıyorum. Lap top hala yapılamadığından en iyisi dönüşe kadar dükkanı kapatmak. Belki de bilgisayarsız geçirilecek bir tatil, düşündüğümden de faydalı ve dinlendirici olabilir. Bugün biraz daha kitap depoladım.
Önümüzdeki ödevin konusu ağlamaklı bir öykü yazmak. Öyle kararlaştırdık. Daha doğrusu öykünün içindeki kahraman ağlıyorum demeden okuyucuya ağladığını belli edecek. İşin raconu metnin içinde ağlama fiili ya da kelimesi geçmeyecek. Kahramanım sevinçten ya da sinirden ağlamak dışında üzüntüden nasıl ağlar şimdilik ben de bilmiyorum. Keşke Baba ve Oğul filmini seyretmiş olsaydım. Belki biraz feyz alırdım. Malesef benim tarzım daha çok Avrupa Yakası.
İşte tatilde bol bol buna kafa yoracağım. Neyse herkese iyi tatiller diliyorum. Dükkan kapalı. Zaman zaman internet kafeye gidip açabilirim. Belli olmaz. O da sürpriz olsun. Şimdilik sonbahara kadar hoşçakalın.
05 Pazar Tem 2009
>”Amma nazlandın be, kızım”, dedi Oscar, Sibel’e, olumlu bir işaret beklentisi içinde, bir de bakış attı şöyle, manidar, manidar. Günlerdir ikna etmeye çalışıyor, türlü maskaralıklar yapıyordu. Amma velakin, karşı taraf nuh diyor, peygamber demiyordu. Altı, üstü bir seyahatti işte. Çok mecbur kalmasa istermiydi. Bir he dese, ne güzel olacaktı. Hem işler tıkırında giderse, o da nasibini alırdı elbet.
“Bak kızım, tek yapacağın iş, yanımda olmak, beni sevdiğini ima etmek, bu zor günlerimde beni yalnız bırakmak istemiyormuşsun gibi görünmek, falan, bir müddet sonra ortadan kaybolursun, anlaştık mı?”
“Valla sen manyaksın, hayatımda böyle bir şey duymadım, hem nasıl olur da, bunu bana teklif edersin, bir de çocukluk arkadaşı olacağız, yazıklar olsun sana” dedi Sibel, şaşkın, anlamaya çalışıyordu. “Bir kere bizi görür, görmez hemen anlarlar, nerden çıktı geldi şimdi bunlar diye, garanti, rezil olacağız, anlaşılan heyecan lazım sana!”
“Bu konuda haklı olabilirsin, bak, her şeyi kafamda planladım, ayarlamaları da ona göre yaptım, ama, son anda diğeri beklenmedik bir pürüz çıkardı, bir şey diyemem, biliyorsun, yoksa seni bu kadar yormazdım, gerçi bu, senin içinde iyi bir fırsat, kaçırma, değerlendir derim, taş atacaksın da elin mi yorulacak, ikimiz için de bir dönüm noktası olacak işte, çok düşündüm ben, merak etme. Berlin, yeni umutların başlangıcı, bir hayal şehri, bir orta dünya gibi kazınacak belleklerimize…”
“Sadece yanında dururum, başka hiç bir şeye karışmam.”
“Merak etme sen…”
“Sadece bir hafta, baştan anlaşalım, en fazla iki, şimdiden kafana koy bunu, sonra dönmem lazım, işlerim var. Gerisini sen tamamlarsın, beni yok bil.”
“Merak etme sen…”
“Masraflara da karışmam bak, metelik çalışmaz, kahve paramı bile sen çekersin, aşna, fişne işlerini de ben gittikten sonra halledersin, gözümün önünde istemem, iki gün paso alış-verişe çıkarım, paketleri sen taşırsın, işim var falan anlamam, ayyy, şimdiden içimi daral bastı, yine benim başımı belaya sokacaksın eskisi gibi .”
“Merak etme sen…”
“Hayır!”
Sibel, yine de dayanamayıp son anda Oscar’ın peşine takıldı ve onun yanısıra Berlin’e doğru yola çıktı. Kararsızlığı yüzünden son ana kaldılar ama, en nihayetinde alelacele uçağa atlayarak, ileride onlara bu mecburi geçiş sürecini simgeleyecek olan ve orta dünya ismini taktıkları şehrin hava alanına indiler. Otele girer, girmez, soluklanmaya bile vakit bulamadan hemen bir taksiye bindiler. Kilisede yapılan cenaze törenine ucu, ucuna yetiştiler. Öncelikle sessiz sedasız, en arkadaki boş sıralara yerleştiler, sonra da merhuma son vedayı yapmak üzere kuyruğa girdiler. Sıra kendilerine gelince, Oscar beklenmedik bir şekilde hıçkırıklara bürünerek tabutun üzerine kapandı, kaldı, kalkmakta geçikince de yavaş yavaş tüm dikkatleri üzerine topladı, ve merhumun siyahlar içerisindeki kırk, kırk beş yaşlarında, oldukça balık etli, çirkin ama bakımlı ve bundan böyle de zengin olan dul karısı gelip olaya el koyana kadar da kalkmadı. Görünüşe bakılırsa tesellisi zor acılar içindeydi. Zengin dula bir müddet sıkı, sıkı sarıldıktan sonra, bir kolunda Sibel ve diğer kolunda dul, kilise kapısından ağlaya, sızlaşa çıktılar.
Zengin dul, yeni tanıdığı ve belli ki merhum kocasını çok seven, olasılıkla kocasının da çok sevdiği ancak uzakta olduğu için görüşemediği yakın akrabası olduğunu tahmin ettiği bu kişiyi evine davet etti. Olaylar, planlandığı gibi seyretti, zengin dul beklenmedik anda ortaya çıkan, kimsenin tanımadığı bu akrabanın yardımlarına sırtını çevirmek bir kenara dursun, içten, içten memnun oldu.
“İşte istediğin oldu, ben üzerime düşeni yaptım, evlenip biran evvel mirasa konmak sana kalmış artık, yarın dönüyorum,” dedi Sibel, içi burkuldu, bunca yıllık kankasını kendisinden oldukça büyük ve çirkin başka bir kadına teslim etmek bir anda zor geldi. Bu arada Oscar, kendi valizini de çoktan hazırlamıştı bile.
“Beraber dönüyoruz”, dedi Oscar. Onun şaşkın bakışları altında kahkahalarla gülmeye başladı.
“O kafanın içinde neler dönüyor anlayamıyorum, her şey bir oyundu, bunca yolu, stresi işte bunun için sana yaşattım demeye getiriyorsan, gerçekten delisin sen.”
“Seneler önce bir hikaye okumuştuk, hatırlarsın, bizim çocuklar yapamazsın dediler, yaptım, seni ikna edemeyeceğimi söylediler, ettim, ve sen de yanımda gelerek beni sevdiğini kanıtladın, şimdi de sıra bende, ne dilersen dile benden.”
Sibel muzur bir şekilde güldü, Oscar’a git onunla evlen dedi.
04 Cumartesi Tem 2009
Posted Günlük
in>Bu şekilde kısa kısa maddelerden oluşan bir gönderi yapma fikrini severek takip ettiğim bloglardan Swirly Girl’de buldum. Genelde her cuma günü “Five Things” olarak adlandırdığı kısa haberler içeren bir gönderi yapıyor. Çevirisi olarak Beşi Bir Yerde’yi uygun gördüm. Ancak bu kısa kısa notların altın değerinde olduklarını düşündüğüm sanılmasın endişesi ile yanına Seçme Saçmaları eklemeyi uygun buldum.
1- Fotograftaki köpeğin hikayesi inanılmaz. Geçen gün bahsettiğim arkadaş toplantısına giderken karşımdan 4-5 köpekten oluşan bir grubun sakin sakin geldiğini farkettim. Fotografta görülen beyaz köpek grubun hafif önünde yürüyor, diğerleri ise yarım beden arkasından seyirtiyorlardı. Sağımdaki inşaat kumuna kadar ilerlediler. Grup lideri konumundaki sakin sakin devam etti. Kum tepesinin üzerine tırmandı ve fotografta gördüğünüz biçimde yatarcasına uzandı. Diğerleri ise kumun alt kısımda aportta bekler şekilde durdular. Sıralandılar. Emre amade. Biraz bekledim. Bakalım toplantı başlayacak mı diye. Ama hiç bir değişiklik olmadı. Gördüğünüz gibi ekip başı umursamaz bir biçimde sağı solu seyrediyor. Diğerleri ise, malesef karenin içine almak aklıma gelmemiş, acemilik işte!, kumun bittiği yerde aşağıda el pençe divan bekleyip buna bakıyorlar.
2- Evdeki hamsterlar büyüyor. Yalnız yine yavrulardan bir tanesini yenmekten kurtaramadık. Bildiğiniz gibi babayı ayırmıştık. Bu sefer bir yavrusunu yiyen anne oldu. Sadece 3 yavru kaldı. İlk fırsatta fotograflarını çekeceğim. Diğer üçü bayağı büyüdüler. Ayrı kafese aktardığımız babanın durumu vahim. Kesin ve derin depresyonda. Sadece uyuyor. Tekerleğe bile bindiği yok. Ara sıra binerse tekerleğin içinde uyuyor. Yavrular yenmeyecek duruma gelir gelmez eşine geri vereceğim babayı. Acaba hamsterlar için de kısırlaştırma operasyonları yapılıyor mu? Aranızda veteriner olan var mı?
3- Geçen hafta bir arkadaşım 5 dakikada elle tedavi yöntemiyle burundan deviasyon ameliyatı olduğunu ve artık çok rahat nefes alabildiğini söylüyor. Olay şöyle geçmiş. Elle tedavi yaptığını söyleyen alternatif tıp uzmanı, Çin’de senelerce öğrenim görmüş bir profesör doktor, adını sormadım, işaret parmağını arkadaşımın deviasyon olan sol burun deliğinden taa kaş kemiğine kadar aniden sokarak yolu açmış. Kaş kemiğinin oralarda bir yerlerde bir kıtırtı duyan arkadaşım, parmağıyla diplerde bir şeyleri yerine oturttuğunu söylüyor. Bu işlemi yaparken kanama olmasın diye de omuzunda bir noktaya basarak tansiyonunu altıya düşürmüş. İyi cesaret değil mi? Benim ödüm kopardı.
4- Lap Top olmayacak gibi. Pazartesi gidip geri alacağım. Bu durumda bir yenisini almak vacip oldu. Malesef param yok. Her iki blog’unda yaz süresi boyunca kesintilere uğraması söz konusu. Bu kadar blog kuruluşu var, Bloxoo, Blog yazarları, Kadın blog yazarları, ayrıca bir sürü kadın dernekleri, Kagider falan. Aralarında para toplayıp bana bir lap top alamazlar mı acaba? Almışken bir de profesyonel bir fotograf makinesi alsalar. Gerisini ben hallederim.
5- Yaz için okuma listesi yaptım. Geliştirmeyi düşündüğüm deneme yazılarının konularını belirledim. Roman için bir ihtiyaç listesi çıkardım. Hep liste, liste. Günlük işler, takip listeleri, alışveriş listeleri falan hiç bahsetmiyorum. Hayatım listelerden oluşuyor. Liste çıkarmaktan iş yapmaya zamanım yok. İmdat.
03 Cuma Tem 2009
> Epey bir aradan sonra dün bir arkadaş toplantısına giderken yolda görüp güzelliklerine dayanamayarak fotografladığım ortancaları blogumda görmek beni çok mutlu etti. Evinde fazla çiçeği olmayan ben, çiçekli böcekli gönderiler yapmayı çok seviyorum. Tabii elimden geldiğince.
Arkadaş toplantısı derken, aslında ondan da öte bir toplantı vardı dün akşam. Sene başından beri devam ettiğim yaratıcı yazarlık atölyesinden edinmiş olduğum yeni arkadaşlar. Nasıl anlatsam öyle güzel bir duygu ki bu. Hepimiz çok farklıyız. Yaş olarak, geçmiş olarak, yaşantı olarak. Tek bir ortak noktamız var. Yazı.
Biraz da toplantının kendisinden bahsedeyim. Çünkü o da önemli. Edebiyat ya da yazı etrafında öylesine sohbet etmek için yapılmış bir toplantı değildi. Bizim atölyeden kalma bir alışkanlığımız var. O da şu; Murat Gülsoy her hafta bir ödev verir. Biz de o ödevi yapıp geliriz. Sınıfta okunur, tartışılır, geliştirilir, eleştirilir. O hafta kendi öykümüz okunmuş olsa da olmasa da hepimiz keyifle katılırız.
Haziran başı atölye tatile girince hepimizi bir korkudur aldı. Biz şimdi ne olacağız diye. Girişimci ruhlu olanlar sayesinde hemen bir grup oluşturuldu ve bu alışkanlığı haftada bir olmasa bile en azından ayda bir devam ettirelim dendi. Arkadaşlarımızdan birisi de bize ilk ödevimizi gönderince işte dün akşam yine kış aylarındaki gibi sınıfımızı kurduk, öykülerimizi okuduk, tartıştık. Ve çok eğlendik. Bu sefer sınıfın bir farkı vardı. Havuz başındaydık. Hem konuştuk, hem de yedik içtik. Daha nice toplantılara ve ödevlere diyerek ayrıldık.
Böylesine ortak bir nokta etrafında oluşturulan grupların çok eğlenceli olduğunu bilirim. Daha önceden de bir folklor grubum vardı, resim grubum vardı, bir ara el işi yapan bir grubum vardı, hatta zamanında altın gününe bile gitmişliğim vardır. Ama dün akşam net bir şekilde şunu anladım ki, hangi arkadaş grubu ile toplanırsanız toplanın, bu toplantının bir de teması olursa eğer, her şey çok daha keyifli oluyor. Ekipte dağılmalar, ikili, üçlü konuşmalar yaşanmıyor. Herkes herşeyden haberdar oluyor. Arada tek kalıp canı sıkılanlar olmuyor. Tam bir ekip ruhu keyifle sürüp gidiyor.
Kıssadan hisse dün çok güzel bir gün geçirdim. O hızla, dün sabahtan yazmış olduğum bir öyküyü bir derginin açmış olduğu temalı bir yarışmaya gönderdim. Ancak son teslim tarihini 2 gün geçmiş durumdayım. Değerlendirmeye alınmasını umutla bekliyorum. Yeni gelişmelerden haberdar ederim.
02 Perşembe Tem 2009
Bir anda bütün salon ayağa kalktı, alkışlamaya başladı. Ben de kalktım. Sahnede performans gösteren sanatçı gerçekten görülmeye değerdi. Kendisine ayrılmış on beş dakikanın içerisinde sesinin en ince sopranodan, en kalın bas baritona kadar kademe kademe çıkışı mükemmeldi. Şimdiye kadar, başka hiç bir opera sanatçısında görülmemiş yetenek. Sesinin yükseldiği her perde de, sanki onun yerine ben kimlik değiştiriyormuşum gibi yoruldum, nefessiz kaldım.
Ara oldu. Haluk’la fuayeye çıktık. Çok fazla tanıdık var. Çoğuna uzaktan selam vermekle yetindik. Kalabalığı yararak Hülya’ların yanına yaklaştık. Hülya her zamanki gibi siyahlar içerisinde. Dekoltesine gözüm takıldı. Sarı saçlarını bir zamanların hollywood artistleri gibi yapmış. Dudaklarında da kırmızı ruju. Kahkahaları yarı yoldan duyuluyor. Keyfi yerinde. Kıpır, kıpır.
Yaklaştığımızı görünce durdu. Haluk’a dönerek, “Sonunda çıkarabilmişsin Sevgi’yi” dedi. “Evet. İkna etmesi kolay olmadı. Ama, eninde sonunda getirmeyi başardım. Etiyle, kemiğiyle karşında.” Haluk’un bu sözü üzerine bana bok yemek düştü. Sesim çıkmadı. Somurttum.
“Kitabı bitirebildin mi şeker? Heyecanla bekliyoruz. Arayı açtın bu sefer… Çok merak ediyorum… Bu seferkinin konusu ne? Bari onu söyle.”
Yüzüne baktım. Sanki söylermişim gibi. Hülya’nın her seferinde aynı soruyu böyle ulu orta tekrar etmesi yok mu? Beni yine çileden çıkardı. Ne zaman söyledim ki… Bu kaçıncı kitap.
“İkinci perdenin başlamasına beş dakika kaldı,” anonsu duyuldu. Oysa daha yeni çıkabilmiştik. Haluk öndekilere karışarak ilerledi. Biz Hülya ile geride kaldık.
“Neyin var? Bir tuhafsın, bu akşam.”
“Çöktüm” dedim. “Ama, bu sefer başka. Gerçekten tükendim. Ödüllü yazar olarak kitap yazmaya çalışmak işkence. Sırtımda beni ezen bir yük var sanki. En iyisini yazma saplantısı yok mu? Toparlanamıyorum. Tam oldu derken bir de bakıyorum, bütün yazdıklarımı yine yırtmışım. Haluk’a da çok acı çektirdim. Bir de şu kabus belası yok mu. Gecelerim de kalmadı.”
Soluklanmak için konuşmayı kestim. Sonra yeniden aldım. Bir an evvel içimdeki isyanı kusmak…
“Dinle bak. Kitap piyasaya çıkmış. Benden fuarda on beş dakikalık bir tanıtım konuşması yapmamı istemişler. Salon kalabalık. Basın… yurt dışından gelen yayınevleri… okuyucularım… bir sürü konuk. Sahneye çıkıyorum. Yuhalamaya başlıyorlar. Gazetecilerden biri ödülü iade et diye bağırıyor. Her gece ter içinde uyanarak sabahı zor ediyorum. Sabah olduğunda ise bütün gece kabuslarla boğuşmanın yorgunluğuyla iki satır bile yazamıyorum. Kısır döngü işte.”
Rüyayı yeniden yaşamanın etkisi ile bir an sustum. Hülya tepki göstermedi. Psikolog mübarek.
“Geçen gün Dergi’den aradılar. Mehmet’in gençlik şiirlerinden oluşan bir dosya yapacaklarmış. Anısına iki, üç sayfalık kısa bir şey yazmamı istediler. Önce tamam dedim, şimdi ise pişmanlık içinde kıvranıyorum. Kitaba yoğunlaşmaya çalışırken, tam da sırasıydı. Ekrem’in otele kapanmaktan başka çare kalmadı. Haluk şiddetle karşı koydu, ama…kabul etmek zorunda. Yoksa başka türlü bitmeyecek”
Ekrem’in oteli çam ağaçlarının arasında sessiz, sakin bir yer. Öyle herkes bilmez. Sadece özel konuklara, dostlara açık olan, bazı yazarların, yalnızlığı, sessizliği, doğayı sevenlerin uzun süre, hatta bazen bütün bir yıl kaldığı bir otel. Trenden indikten sonra yaylaya kadar bir, bir buçuk saat süren bir de araba yolu var. Ekrem, aynı eski günlerdeki gibi beni karşılamaya şöförle arabayı yollamış. Haluk ne derse desin kitap bitene kadar geri dönmeyeceğim. Irmak kıyısındaki uzun sabah yürüyüşlerine o kadar ihtiyacım var ki.
Otele girer girmez bagajlarımı resepsiyonun önüne attım, her zamanki oda anahtarımı istedim. Resepsiyondaki şapşala Ayfer’ler burada mı diye sordum. Şimdi çoluk, çocuk buradaysalar tüm planlarım suya düşer korkusu içinde trende zor etmiştim sabahı.
“Malesef Sevgi hanım” dedi. “Okullar daha yeni açıldı sayılır. Bu sıralar gelemez onlar. Ama bahara ya da yaza muhakkak… yine hep birlikte güzel günler geçirirsiniz, inşallah.”
Kaz kafalı. Sorduk sanki. Tahammülüm tükenmek üzere. Bir an evvel odama çıkıp, rahatlamak için tahta merdivenlere yöneldim. Bina eski bir taş yapı.Yöre taşlarıyla odun karışımı otantik mimarisi var. Odaya girer girmez kapıyı ardımdan kilitledim. Burnumda tüten çam kokusunu ciğerlerime çekebilmek için dosdoğru, dışarı çıkıntı yapan büyük balkona atıldım. Kapının geniş sağ ve sol kanatlarını kendime doğru çekip ardına kadar açarak duvara dayadım. Onca yolu bu anı düşleyerek gelmiştim. İki büyük adımda çamların ortasındaydım. Uzun müddet gözlerimi kapadım, iki kolumu yanlara doğru gergin uzatarak orada öylece durdum. Sadece alıp verdiğim nefes, çamların hışırtısı ve derinden gelen ırmağın berrak sesini duydum. Kokuyu içime çektim. Bir de kış uykusuna yatmayan kuşların ürkek şarkısını. Evimdeyim. Kitabın en nihayetinde biteceğini anladım.
İleride ağaçların arasından görünen, ırmak kıyısındaki küçük tahta iskeleye bağlı mavi, yer yer boyaları dökülmüş kayığı hayal, meyal farkettim. Tepedeki karlar erimeye başlayınca ırmağın suları da azar. Gürültüsü taa buralara kadar gelir. Sabırsızlıkla bekliyorum o günleri. Aşağıya inip bakmak, suyun seviyesini ölçmek için can atıyorum. Aslında kayığı çoktan içeri almış olmaları gerekirdi. Önceki yazlarda o kayıkla, aşağı köyün başına kadar, ne gezintiler yapmıştık. Haluk da vardı. Hülya da. Aysel’ler de. Çok yakında tehlikeli olur kayıkla dolaşmak. Şelale başında kayığı kolay, kolay, hatta hiç durduramayabilirsin. İşte o kadar coşkulu akar bu ırmak. Zamanı gelince.
Yazabilmek için yine duygularımı köküne kadar körükledim. Yorucu. Bu süreç biran evvel bitmeli. Her seferinde duygu seline kapılmaktan, dibi boylamaktan bıktım artık. Bu kitapla daha da derinlere batıyorum. Biran, yeniden su yüzüne çıkacak gücü kendimde bulamamaktan korktum. Her şey sakinlesin, sessizliğe bürünsün. Kulaklarımda sadece ırmağın geniş yatağından kayarak akan coşkulu sularının gürül, gürülü kalsın istiyorum. Huzur içinde dibine uzanıp, gözlerim açık, serin suların üzerimden akıp gidişini, suyun yüzeyinde ne varsa sürükleyişini seyretmek istedim. Bu kitap son. Yazmaktan, yazdıklarımı yaşamaktan yoruldum.
Haluk’un sesini kulağımın dibinde duyar gibi oldum.
“Son cümleni bulursun. Kitabın biter. Ve, sen yine bir sonrakinin meselesini hemen düşünmeye başlarsın.”
Haluk da haklı. Her kitap sonrasında aynı şeyi söyledim durdum. Ama bu seferki gerçekten son.
Karlar yumuşamaya başladı. Mügeler çıkmıştır. Uzun zamandır oteldeyim. İyi çalıştım. Sabah yürüyüşlerim hariç, odamdan dışarı çıkmadım. Yemekleri bile odaya getirttim. Boşları almaya gelen oğlana kızdım bağırdım. Kızların temizlik yapmalarına izin vermedim. Ama bu akşam, yemeğe aşağı inmek istedim. Son basamağa geldiğimde ışıkların sönük olduğunu gördüm. Garip, ama üzerinde durmadım. Yemek salonuna körlemesine daldım. Aniden ışıklar yandı ve çığlıklar koptu. Bugünün doğum günüm olduğunu unutmuşum. Beni seven dostlarım, her ne kadar şu an pek umurumda olmasalar bile, sürpriz bir kutlama yapmayı düşünmüşler. Mistik bir büyü yapılmış havasına büründüm. Gafil avladılar. Aslında yazı sürecimin tam ortasında yapılan bu tarz kesintilerde sinir küpü olurum. Ama bu sefer sesim çıkmadı. Şaşırmış olmalılar. Sinirlenmeyişim kitabın sonuna yaklaştığımdan. Bilemezlerki… Sadece son cümleyi bulmak kaldı. İçim rahat. Nasıl olsa bulurum. Her zaman buldum.
Masanın ortasında beni bekleyen iki katlı muhteşem bir pasta var. Üzerinde hiç mum yok. Sönmüş mum kokusundan nefret ettiğimi unutmamışlar. Yan tarafta patlamaya hazır şampanya şişesi. Her şey mükemmel. Tavandan “Sevgi’ye mutlu yıllar” yazısı sarkıyor. Pencereler ve teras kapısının pervazları balonlarla süslenmiş.
Salona “Hapy Birthday” şarkısının melodileri yayıldı. Yavaşça ilerledim, şaşkın, gözlerime dolan yaşları geri itmeye çabaladım. Tam olarak engelleyemedim. Akmasalar bile parlayarak görüşümü bulandırdılar. Bu gibi durumlarda duygulanmaktan nefret ederim. Fazla ve gereksiz gelir. Otel’in sahibi, senelerin dostu sevgili Ekrem, bir anda lambadan yansıyan ışıkta parlayarak gözümü alan koca bıçağı pastayı kesmem için uzattı. Almakta tereddüt ettim. Sanki alırsam büyü bozulacak ve ben yine, kitabın sonunu getirmek için kendi kendimle cebelleştiğim duruma düşeceğim sandım. Hemen akabinde bitiş cümlem aklıma geldi. Ve durgun akardı hayat. Tereddütümü gören Ekrem, senin yerine keseyim mi diye sordu. Çığlık, çığlığa bir oda dolusu itiraz kopunca bıçağı elinden aldım, pastayı kestim.
Odama ancak geç vakit çıkabildim. Hemen bilgisayarın başına oturdum. Aklımdaki o son cümleyi toparlayarak kitabı bitirdim ve tümünü bir seferde bastırdım. Bitmişinden gurur duydum. En önemli yapıtım olacağını hissettiğim şey sonunda elimdeydi. Sayfalarını şöyle bir karıştırdım. Bu kitap aynı zamanda sonuncu dedim. Düzgün bir şekilde masanın üzerine bıraktım.
Yavaş adımlarla yeniden aşağı indim. Resepsiyon bomboş. Yemek salonunda kimsecikler yok. Ortalıktan el ayak kesileli epey olmuş. Yazarken saatin farkına varmamışım. Neredeyse birazdan şafak sökecek. Sessizce kapıdan çıktım. Gecenin serinliği alev alev yanan yanaklarıma çarptı. İster istemez bir işi sonlandırabilmenin o büyülü atmosferinden çıkıp kendime geldim. Bitirdim dedim. Sabaha karşının çam kokularını içime çekerek ırmağa doğru yürüdüm. Bir müddet, küçük tahta iskeleye bağlı mavi kayığın suyun akışı ile yalpalanışını uzaktan seyrettim. Bu sene çekmemiş olmaları ilginç. İskelenin üzerine yürüdüm. Ucuna gelince kayığın içine atladım. Akşamki doğum günü artıklarının arasında masanın üzerinde duran ve biraz önce otelden çıkmadan paltomun iç cebine attığım koca bıçağı çıkardım. Kayığı iskeleye bağlayan ipi kestim. Hemen hareket etti. Sendeleyerek burun kısmına ulaştım. Oturdum. Akıntıyla birlikte suyun içindeki çakıl taşlarının üzerinden hızla kayarken, gökyüzünde birer birer silinmeye başlayan yıldızları seyretmek için geriye doğru uzandım. Birazdan başlayacak sarsıntıları beklerken, gözlerimi yummuşum.
İstanbul, Şubat 2009
Sibel Kaçamak
01 Çarşamba Tem 2009
>Dün bütün günüm Secrets of Lost adı altında kısa bir video’yu aramakla geçti. Bir kaç ay önce Amerika’da Jimmy Kimmel’ın canlı şovunda gösterilmiş. Lost oyuncularından bir kaçının ardı ardına dizinin sırlarını açığa vurmaları hakkında. Bana da bu video’yu Kiki gösterdi. Onun arkadaşlarından biri facebook’tan yollamış. Bir türlü elde edemedim. Daily motion’da var aslında ancak parça parça. Hoşuma gidenlerden üç tanesinin bağlantısını aşağıda veriyorum. Şimdiden söyleyeyim Facebook’ta dolaşan süper. En güzelleri seçilmiş, birbirine eklenmiş. Üstüne birisi de türkçe alt yazı yapmış. Bravo valla. Ama malesef bulamadım.
Bu arada dün video ararken Kiki bana aslında senin seveceğin başka bir klip daha var diyerek dün yolladığım The Voca People’ı gösterdi. Gerçekten de muhteşem buldum. Şu da kanıtlanmış oldu. Sadece anneler çocuklarını tanımıyorlar, çocuklar da demekki annelerini gayet iyi tanıyorlarmış. Voca People şu an dünya turunda. Keşke bize de gelseler. Kalabalık bir grup olduklarından ve insanlık hali malum olduğundan ben bu gruba pek uzun ömür vermiyorum. Ama hiç belli de olmaz. Şimdilik iyi gidiyorlar. Tarih boyunca kanıtlanmış. Kalabalık grupların ömrü hep kısa olmuştur. Bizim bir deyim de aklıma geldi “Nerede çokluk, orada…”
Enstrumansız yapılan müzik grupları arasında bir de seneler öncesinin POW WOW’u vardır. Hala çıkarır dinlerim CD’lerini. En sevdiğim şarkılardan “Le Chat” kedi demek. “Le lion est mort ce soir” Aslan, bu akşam sizlere ömür diyorlar.
Neyse fazla kalabalık etmeden LOST kliplerinden üç tanesini aralara sıkıştırıyorum. Bildiğiniz gibi Ben en sevdiğim ve tuttuğum karakter.
http://www.dailymotion.com/swf/x8cz3h
Ben (LOST) – Jimmy Kimmel Live – Secrets Of Lost #3
by ByCarLost
Sonrasında Jin var. Ona da koptum.
http://www.dailymotion.com/swf/x8cz9f
Jin (LOST) – Jimmy Kimmel Live – Secrets Of Lost #1
by ByCarLost
Son olarak ise Ben ve Jin’in ortak açıklamaları. Süper. Daha fazlası için burada yerim yok ama http://www.dailymotion.com/ izleyebilirsiniz.