Etiketler
anna karenina, caddebostan, eller, gümüş kakmalı kutu, karenin, levin, matthew macfadyen, medusa, parmaklar, prezervatif, ruth wilson, sofita, tolstoy, vronski, zavallı medusa
Üzerine yazmam diyordum ama etkilendiğim bazı unsurları kısa kısa not etmeden geçemeyeceğim. Anna Karenina’yı Caddebostan Kültür Merkezi’nde gözü yaşlı üçüncü kuşak kadınlarla beraber seyrettim. Çok yakında ben de onlardan biri olacağım. Çıkışta birlikte gittiğim arkadaşımın da dikkatini çekmiş olmalı gösterdi, bakıştık. Bir zamanların gazinosundan kadınlar matinesinin boşalma manzarasıydı, yaşadığımız. Bu sevindirici bir manzara aslında… Önceleri gündüz matinelerinde benden başka belki bir belki üç bilet sahibi daha olurdu. Salonu ikidir neredeyse hınca hınç dolu buluyorum. Parantez içinde belirtmeden edemeyeceğim, giderek daha bir on parmak yazıyorum, yazdıkça mutlu oluyorum.
Bir filmi film yapanın oyuncular olduğunu zannederdim, bunun her zaman doğru olmadığını Anna Karenina’nın bu sürümünde daha iyi anladım. Oyuncu performansı olarak kayda değer, Prenses Betsy’i canlandıran Ruth Wilson ve Oblonsky rolünde Matthew Macfadyen dikkatimi çekti.
Görsel: http://www.ruth-wilson.org/
Jude Law’un Karenin olarak yatak odasındaki dolaptan üstü gümüş kakmalı prezervatif kutusunu çıkartışındaki bir ameliyata hazırlanma titizliği ve soğuk kanlılığını kolay unutamam. O kutu, yüz ve parmaklar, hele ikinci seferinde Anna’nın ben artık başkasının metresiyim, seninle bir daha yatamam demesi üzerine kutunun gerisin geri kapatılıp dolaptaki yerine dönüşü esnasındaki yüz ve parmaklar zihnime kazındı. Son zamanlarda dikkatimi çeken oyunculuklardaki gözlemim şu; ruh ve bedenle birlikte canlandırılan karakterler unutulmaz oluyor.
Bu arada Anna’nın, dudakların güzelliği uğruna alt çene düşürüşlerine hasta olduk. Halbuki ben onu Karayip Korsanlarında, korsanın kendisi Johnny Depp kadar olmasa da beğenmiştim. Konu oyunculardan açılmışken Levin’i canlandıran Domhnall Gleeson’ın yürek yakıcılığı, yeme de yanında yat cinsinden görsel bir şölen. Sonradan ben-bu-adamı-nereden-biliyorum araştırmalarında buldum ki son Harry Potter’larda Ron’un ağabeyi Bill Weasley’miş. Kostya hali çok daha hoş tabii.
Filme gelince, hikayenin bir tiyatro temsilinden yola çıkarak, tamamıyla o mekan içerisinde anlatılması, dekorların seyircinin gözü önünde değişmesi, dekor ve ışıkların düzenlendiği sahne üstü sofitada ipler arasında gezinmeler, çok çok keyifliydi. Bu anlara eğlenceli bir müziğin de eşlik etmesi Tolstoy’un belli belirsiz alaycılığını anıştırması açısından mükemmel olmuş. Üstelik ta başından beri bunun bir temsil olduğunu bilmesine rağmen seyirci bazı sahnelerde, ben değil baştan belirtmiştim, kendisini duygularına kaptırmaktan alamadı. Bu da filme değişik bir derinlik katmış, kalp çarpıntılarıyla bir yaklaşıp, bir uzaklaştık. Fakat ben ne diyeyim, Anna’nın alt çenesine kıl olmaktan, dişleri arasından konuşmasının yapmacıklığına bakmaktan kendimi alamadım. Halbuki Anna içten ve naif olmalıydı benim gözümde. Filmin başından beri bir gariplik var ama nedir derken arada arkadaşım bu çene konusuna dikkatimi çekti.
Levin’li sahnelerin doğada çekilmiş olması, köy hayatının mutlak gerçekliğini şehir yaşamının toplum içerisindeki sahteliğinden ayırmak adına iyi bir buluş olmuş. Böylelikle iki yaşamın tezatlığı kitaptaki kadar belirgin. Kapanışta o güzelim kır çiçekli tarlaların da meğerse-tiyatro-sahnesinin içindeymiş nidası ve kamera geri çekildikçe koltukların yerinde de kır çiçekli tarlaların belirmesi belki de doğa dahil tüm yaşamın bir temsilden ibaret olduğunu hatırlattı. Bu durumda tabii sahneye koyan kim sorusuyla karşı karşıya kalarak salondan çıktık.
Çıkışta arkadaşım eleştirmenlerin beyaz atı Anna olarak tanımladıklarını söyledi, bilgili biriyle sinemaya gitmenin faydaları, ki bütün her şey tam olarak yerine oturdu. Kont Vronski’nin aşık olma derecesinde sevdiği, Anna ile bir tuttuğu beyaz atı Frou-Frou’nun yarışta düşüp de sırtını kırınca sahibi tarafından vurulması Anna’nın bir anda kendi geleceğini görmesine sebep oldu ki, olaylar esnasında geçirdiği kriz ancak bu şekilde anlaşılabilir. Filmde, kitapta çok net ve uzun uzun anlatılan, Anna’nın kendini trenin önüne atmasına sürüklenişindeki Vronski ile ortak yaşamının ruh haline ilişkin detayları üstü kapalı geçilmiş. Öyle ki, filmden sonra tuvalette konuşulanlara tanık oldum, parantez içinde bir temsil sonrası sıcağı sıcağına en doğru ilk izlenimlerin alınacağı yer kadınlar tuvaletidir, şöyle deniyordu: Anna ötekiyle, öteki Vronski oluyor anlaşılacağı üzere, evlenmedi mi, neden aniden delirip intihar etti pek anlayamadım.
Filmden aklımda kalan bir başka görüntüyse, Anna’nın Vronski’nin çocuğunu doğurduktan sonra hastalanıp ateşler içinde yattığında kocasını sayıklayarak hem aşığını hem de Karenin’i hasta yatağının başına topladığı, yastıkta saçlarının Gorgon kızına dönüştürülen Medusa’nınki gibi yayıldığı, ki bu şekilde her iki erkeği de büyüleyerek, hareketsiz kılar, kendini affettirmesini sağlayan yatak sahnesidir. Bu da süper bir yakıştırma olmuş.
Görsel: http://www.martinjacobson.nu/archive/medusa
Not: Anna ve Vronski’nin dansından bahsetmedim. Sırf o yüzden bu filme gidilir. O eller, ah o eller…