Etiketler

, , , , , , , , , , ,

Paris’e gitmeden önce hayalini kurduğum çok şey oldu. Bunlardan bir tanesi önemliydi; sokaklarında amaçsız dolanırken apansız bir yağmura yakalanmak ve en yakındaki kitapçıya sığınarak raflar arasında ıslak-sıcak bir kaç saat geçirmek.

Kader kısmet mi artık ne denir bilmem, 20 günün 19’u süresince hava güneye taş çıkartırcasına güneşliydi. Bir kaç gün boyunca zaman zaman gökyüzü griye çalar bir renge bürünse bile nereden çıktığı bilinmeyen sert bir rüzgarın ortalığı dağıtarak güneşin yüzünü tekrar ortaya çıkartması an meselesi oldu.

Neyse, yağmur yağmamasına rağmen onca işin arasında, Paris ziyaretinin amacı Kiki’yi büyük okulların sınavına hazırlayan bir Tabii Bilimler hazırlık okuluna yerleştirmekti ki en nihayetinde başardık, her boş kalan vaktimde ya bir müze gezdim ya da kitapçıların tezgahlarından ayrılmadım.

Diğer mevsimler için şimdiden bir şey söyleyemem ama Ağustos sonu ve Eylül başı avantadan kitap kapmak için en uygun zamanlar. Gözlerimle gördüm. Olay şöyle şekilleniyor:

Bütün sene boyunca okunan ve evlerde biriken kitaplar, roman olsun, öykü olsun, bilimsel kitap olsun, popüler gelişim kitapları olsun, bazı bazı sıkı edebiyat eserleri olsun, ne olursa olsun toplanıp koliler halinde Saint Michel bulvarı üzerindeki Gibert Jeune ya da Boulinier kitapçılarına geri satılmak üzere getirilir. Uzun kuyruklar oluşur. Bu iki kitapçı, özellikle de Boulinier, kitapları ne kadara alır bilemem ama tezgahına 20 centimes’den 1,5 euro’ya değişen fiyatlar arasında koyar. Twilight serisini tanesi 0,20 Euro’dan bulduk. Kiki’ye tanesi 1 Euro’ya David Lodge’un Düşünce Balonları ve Terapi’sini kaptık.

Yine de biraz vaktiniz varsa ve Saint Michel bulvarına gidip ortalarda dolaşırsanız bu işi iyice bedavaya getirmek mümkün. Kitapları geri satmak için o uzun kuyrukları beklemek istemeyen Fransızlar mutlaka çıkar. O zaman yapılan ilk iş, o içi tıka basa kitap dolu koca kolileri caddenin kenarına bırakıp toz olmaktır. İşte size en yenisinden ücretsiz kitap. Atak davranıp ön sıralarda yer alırsanız seçme şansı çoktur. Biraz bekleyeyim kutunun başına üşüşmeyeyim diye kibarlık yapmaya kalkarsanız elleri boş kalırsınız.

Daha da iyisi bir cumartesi günü gidin, bu kitapçılardan birinin karşısında bekleyin. Neden? Cumartesileri çok kalabalık olduğundan kitap almakla uğraşmazlar, Pazartesiye gelin derler. Eh, eli kolu dolu, bir umut gelmiş olanlar, aynı yükle eve dönmeyi göze alamayıp o koca kolileri kaldırım kıyısına bırakır. Biz de kapışırız.

Bu sistemi inanın unutmuştum, yazarken hatırladım. Yoksa Lyon’da da meydana bırakılan kitaplardan almışlığım çok vardır. İlk seferinde yaşasın kitap buldum diye havalara uçmuştum. Sonraları alışkanlık yaptı. Daha sonraları kütüphanemde saklamak istemediklerimi kendim de torbalara doldurup gerekli yerlere bırakır oldum. Türkiye’ye kesin dönüş yapalı beri bu adeti dediğim gibi unutmuşum. Gelir gelmez bir daha okumayacağımı düşündüğüm bütün okunmuşlarımı elden çıkarmak üzere bir seferberlik başlattım. İki hafta sonra Feriköy Bit Pazarı’nda tanesi 1-2 liradan satacağım, satılmayanları bizim buradaki, benim eski ofis Cafe Nero’ya bırakacağım. Kendimin de şahsen oradan kitap almışlığım vardır. Caddebostan Cafe Nero’nun üst katı, sağda erkekler tuvaletini geçtikten sonra tam karşıda küçük de olsa bir kütüphane barındırır. Hani bilmeyenler için söylüyorum. İster orada okuyun, ister ödünç alıp eve götürün, okuyup geri getirin ki başkaları da faydalansın. Ya da evde nereye koyacağınızı bilemediğiniz kitaplar varsa gelin hibe edin. Cabası olarak ara sıra kahve bile ikram ederler.

Neyse, Türkiye’ye döneceğimin günü sağanak yağmura uyandım. Bavul ağır. Net 30 kilo. Bir de içi kitap dolu sırt çantası var. Bavulun içi de zaten silme kitap dolu. Fransız Okuma Grubu’ma önermek üzere bir kaç tane yeni çıkan yayınlardan aldıklarım, 1-2 tane arkadaş siparişi ve onun dışında bedavadan, avantadan, kelepirden ne bulduysam. Kafka’nın günlüğünü bile buldum.

Odada hummalı bir şekilde son hazırlıklarımı yaparken bir yandan da yağmura küfrediyorum. Bekledim de gelmedin durumları, son gün yapılacak iş mi bu? Sokaklarda yağmur altında gezemeyeceğime mi yanayım yoksa sırtımda kitap dolu ağır çanta arkamda 30 kiloluk bavulu sokaklarda suların içinden sürükleyerek hava alanına gitmek için kaygan RER merdivenlerini inip çıkacağıma mı yanayım? Yine de moralimi bozmadım. Aşağı resepsiyona indim ve dedim ki ben kahvaltıya dışarı çıkıyorum, dönene kadar belki yağmur diner.

Meteo bütün güne yağmurlu dedi.

Halt etmiş o meteo diyemiyorum, belki bunların ki doğru söylüyordur ne bileyim. Yine de meteo bu, pek güven olmaz dercesine sırıtıp kapıdan çıktım.

10 günlük alışkanlığımla her sabah kahvaltı ettiğim fırına giderek, 1 kruasan 1 çikolatalı ekmek ve 1 kahvemi aldım, tentenin altından yağmur sularının şıpır şıpır damlamasına aldırmayarak dışarıdaki masalardan en ortadakine yerleştim. Son gün. Tadını çıkarayım. Hem kahvemi yudumluyorum hem de Murakami’nin 1Q84’ünü Kindle’ımdan okuyorum. Bu arada altını çizmeden edemeyeceğim şu Kindle seyahatlerde nasıl pratik bir şey anlatamam. Amerika’dan getiren arkadaşıma yatıp kalkıp dua ediyorum. Bir yandan yiyip içip okuyorum, bir yandan da valizi ve sırt çantasını uçağa kadar ıslatmadan nasıl götüreceğimi düşünüyorum. Bir umut geliyor, içimden yola çıkmama daha bir saat var şu sağanak belki bir mola verir diyorum.

Dönüş uçağı aslında akşam üstü 18’de ama Paris metrolarında aktarma çok ve yürüyen merdiven, asansör tabir edilen kolaylıklar yok denecek kadar az. Tüm halk yükünü sırtlanıp oradan oraya taşımaya alışmış, zaten kimse görgüsüzce alışveriş yapıp seyahate çıkmıyor. Hele kitap alışverişi hiç yapmıyor. Dolayısıyla öğlen gibi yola çıksam ancak yetişirim hesabı yapıyorum.

Sonca dence kahvaltımı bitirdim. Üstüne keyif kahvemi de içtim. Etraftan bir iki alışveriş daha yaptım. Bir pembe şarap, bir büyük paket Carte Noir kahve. Bir iki kare fotoğraf daha çektim. Otele döndüm. Bavulu kapadım. Aşağı indirdim. Hesabı ödedim. Baktım yağmur olanca hızıyla devam ediyor. Umutsuzca dışarı doğru bakarken resepsiyondaki kız taksi ister misiniz diye sordu?

Orly-Sud ne kadar tutar ki acaba?

45 euro civarında.

Bir an ucuz göründü.

Buradan bu yağmurda hava alanı kaç saat sürer?

1-1,5 saat. Uçak kaçta?

18:30.

Oooo. Daha çok var. Saat 15’de çıksanız yetişirsiniz. Rezervasyon yapayım. Bavulları bana bırakın, dışarı çıkın biraz daha dolaşın. Fırsat bu fırsat. Şemsiye de benden olsun.

Düşünmem için iki saniye bile gerekmedi.

Aldım gitti, dedim. Yalnız siz gene de saat 14:00’e rezervasyon yapın. Ne olmaz ne olmaz. Şemsiyeyi kaptığım gibi soluğu dışarıda aldım. Ayağımda sandaletler, yağmur iyice hızlanmış, keyfime diyecek yok. Yürüyerek Sorbonne-Cluny’e kadar indim. İşte orada yeni bir kitapçı, Librarie Eyrolles, daha keşfettim. Zaten Paris’te her köşe başında bir cafe-bir kitapçı-bir fırın var. İşte Kafka’nın günlüğünü son anda orada buldum.

Dönüşte taksiye geç kalma korkusu içinde metro’ya bindim. Taksici kızla otelin kapısından aynı anda içeri girdik. Hava alanı 30 euro tuttu. Şaşırdım. Kıza ne iş der gibi baktım.

Kısa yoldan gittim, iş çıkış saati de değil ya, işte ondan dedi.

Sevincimden havalara uçtum. 15 Euro’mu kaptığım gibi cüzdanımın en derinine sıkıştırdım. Bir daha ki sefere gittiğimde, Narsizm ve Depresyon adında bir kitabı gözüme kestirdiydim, işte onu alacağım.