Etiketler

, , , , , , , , , , , , , , , , , , , , ,

Yazı ve blog işine beni her kim bulaştırdıysa dua mı yoksa beddua mı edeyim bilemiyorum. Elime kalem kağıt almadığım ya da bilgisayarın başına oturmadığım günler alenen mutsuz oluyorum. Halbuki mutsuzluk nedir bilmezdim bir zamanlar desem de inanın. Bir üst güç ile sanki ölümüne bir kontrat imzalamışım, günü gününe yazmazsam eğer lanetlerden lanet beğeneceğim. İçimde öylesine bir tedirginlik. Gel gelelim bu tedirginlik bir yandan da mutluluk veriyor, heyecan yaratıyor olmalı ki yine de yazmıyorum.

En son yazlıkta mı kalmıştım yoksa İstanbul’da mı? Her neyse iki şehir arasında oldukça gidip geldim bu yaz. İlk günlerdeki yazlık günlüklerine devam etmeyi çok istedim ama düzenli bir internet bağlantısı sağlayamadım. Yazlıkçılar bilirler, duvarlarından buram buram ter akan iptidai internet kafeler, aralarında tek tük, hasbel kader evcilik oyunlarından sıkılan kız çocukları bulunsa da genelikle 5-8 yaş arası oğlanların buluşma ve toplu kaos halinde dünyayı yeniden oluşturma ve/veya kurtarma oyunlarına kendilerini kaptırdıkları mekanlardır. Haliyle insanın internete giresi değil, interneti ve/veya kafeyi ve/veya tüm beldeyi yakası gelir. Kıssadan hisse yazlık günlüklerine devam edemedim ama bitmez romanıma bir yazlık mekan sıkıştırma hevesine kapıldım.

Hafta başında İstanbul’a kesin dönüş yaptık. O günden bu yana paso film seyrediyorum. Tembel tembel oturup film seyretmeyi çok özlemişim. Truffaut’nun 400 darbesi ile başladım. Bugün Amarcord’u izledim. Aşk ve ahlak konularının 4 italyan yönetmen tarafından, Fellini, Monicelli, Visconti ve de Sica, farklı bakış açılarıyla yorumlandığı Boccacio 70 harikaydı. Ayrıca 1962 yılının İtalya’sı görülmeye değer. Birinci filmde pazar günleri gidilen o kalabalık havuz sahnesi aklıma bir zamanlar İstanbul Çırağan Oteli’nin yerindeki Beşiktaş Yüzme Havuzunu hatırlattı. Şimdi yerinde yeni otel binası var tabii ki… Ancak eski fotoğrafları yeni binadan eski saraya geçiş holünde görmek mümkün. Yolunuz düşerse tavsiye ederim.

Bu arada sinemaya gitmeyi de ihmal etmedim. Total Recall’un yeni versiyonu her ne kadar arada sırada uykudan kafam önüme düşse de görülmeye değer. Öykü aynı. Philip Dick’in bir öyküsünden senaryolaştırılmış. Yalnız, Colin Farell Douglas rolünde Arnauld Schwarzenegger’den daha güzel, Lori’yi oynayan Kate Beckinsale de Sharon Stone’un kıvırcık uzun saçlı genç ve toy halinden. Bazı insanlar şarap gibi gerçekten yıllandıkça muhteşemleşiyor.

Önümüzdeki salı Kiki ile Paris yolcusuyuz. 20 gün kadar kalıp döneceğim. İlk işim Virgin Store’a ya da Fnac’a uğramak olur. Elimden, gözümden geldiğince Fransız filmlerine bulanacağım. Yepyeni BD’ler (çizgi roman) çıkmıştır. Paris’te ilk defa bu kadar uzun zaman geçireceğimden Louvre’un hakkını vere vere dolaşmayı tasarlıyorum ama hiç belli olmaz tabii… Neye niyet neye kısmet. Bir de şu kanalizasyonları gezeceğim ahdettim. Kim bilir kaçıncı defa Eyfel kulesine çıkacağım ve Laurent Gounell’in kitabında bahsettiği o lokantadaki tuvaletin penceresini bulmaya çalışacağım. Bakalım aşağı atlanabiliyor muymuş yoksa saf uydurmamıymış.

Çok kitap okuyacağım geldi, burada kestim. Elimde Murakami’nin 1Q84’ü var. Önemli olan bir şeyler yazmaktı. Hani ölmedim hayattayım günlük diyebilmek için.