Etiketler
aligator, Balık, boğaz, köprü, rakı, roka salatası hiç güzel değildi, sıcak ve rakı, sıkıntılı yazlar, yaz rüyaları, yosun
Yaz ayları senelik buhranlarımı yaşadığım kişisel nadide anlar. Neredeyse kendimi bildim bileli bu böyle. Blog icat olunca bu yaşa kadar içimde sakladığımı dışa vurmaya başladım artık bilmeyen duymayan kalmadı. Deniz, kumsal bir tarafa dursun dolap içlerine saklanıp Eylül’ün yağmurlarına kadar çıkmasam diyorum. Diyorum ama davranışlar tam tersi, gerçi bu sene yazlığa gitmedim, önümüzdeki ay parçalı bulutlu bir şekilde gideceğim, Kiki 3 günlüğüne belki İstanbul’a gelebilirmiş, henüz programı belli değilmiş. Belli olmayan programlarla yaşamaya alışıyorum, aslında ne zaman plancı programcı oldum onu da bilmiyorum, yok biliyorum kurumsal yaşamın bana atmış olduğu bir çizik, kanaması durdu belki ama içten iltihaplı hele zaman zaman yoğun irin topluyor, altında kronik apse yapmış, boşaltılmazsa ağrı sancı neyin pek eksik olmuyor. İşte bu İstanbul’un sıcak ve boş zamanlarında biraz fazla azıyor. Neyse dün 3 duble rakı yuvarladım, birincisini açkene, ikincisini az yiyerek üçüncüyü de yarıdan sonra C.İ. elimden aldı. Bu sabah zor kalkarım, perişan olurum vs diyordum olmadı, hatta bir nebze olsun iyi hissedince aklıma Kıbrıs rakısı geldi. Girne’de alırken iyice tembih ettilerdi, bunu buzluğa koyacaksın ve sabah öğle akşam birer kaşık içeceksin, biz bunu hasta çocuklara bile veririz. Eylül’e kadar bu reçeteyi kullansam mı ne yapsam diye çetrefilli seçenekler içinde gidip gelerek yazıyorum, belki yaz sendromuma iyi gelir.
Geçenlerde bir pazar günü kitaplıkları düzenleyeyim çiftleri çıkarayım dedim, ama çabuk pes ettim, yapa yapa anca Türk yazarlarını tek bir kitaplığa toparlayabildim o da alfabe sırası karışık, hem de tam sayı değiller, ne ara bu kadar çoğalmışlar bilemedim, bir geniş uzun ve bir dar uzun ikealara sığmayacak artık iki uzun bir dar mı olur ne olur muamma, arkası yarın, hayır, yabancı dillerden çevirileri yerleştirmeye hiç başlamadım bile, o günlerin nasıl geçeceğini henüz düşünemiyorum çalışmak bünyeme hiç iyi gelmedi. Bıraktım. Fakat o arada bir kaç tane çift ayırmıştım… Bir kısmı imza günlerinden… beğendiğim öykücülerin kitaplarını Mevsim Yenice, Sedef Betil vs fazladan imzalatıp blogda çekiliş felan yaparım diye almıştım baktım ne yazasım var ne bir şey çekesim var ayrıca bu mevsimde çeksem bile kesin yollamam rezil olmaktansa iyisi mi dedim Qune bu projeni nasıl olsa senden başka bilen yok aman açık etme oncağızları başka bir faideli şekilde elinden çıkar ki kitaplıklarda azıcık yer açılsın. Halen tam gaz kitap almaya devam ettiğimden gayrı, gerçi bu aralar okumayı biraz kesmeye karar verdim, hatta goodreads şalanj falan yapmayacağım bir daha, hele şu 101 kitap projesini başlattığıma köpekler gibi pişmanım. Parantez içinde köpeklerin neden bu kadar pişman olduğunu bilen varsa, bir açıklarsa çok sevinirim, hep bunu sorar dururum kendime, bir de ananemin ay suratına köpekler işesin diye bir küfrü vardı pek severdim, gerçi bunun manasını tahmin edebiliyorum, diğerinin nereden geldiğine dair hiç bir fikrim yok, bilgilenirsem pek mütehassis olurum. Parantez bitti. Kısaca ben bu kitapları benim eski ofis Caddebostan Cafe Nero’nun ikinci katındaki raflara bıraktım. 3 gün oldu. Pazartesi gidip bakacağım, isteyen varsa oradan alabilir. Bir kaç ay önce bıraktıklarımın hiç biri kalmamış sevindim. Hunger Games’in serisini, eski Christian Jacq’ları falan bırakmıştım.
John Berger’in Düğüne’sini de bir daha okumam. Diğerleri çift. Pancol maalesef Fransızca okuduğum zamanlardan kalma, zaten beğenmedim okuyamadım ama Fransa’da çok bir best sellerdı. Bütün arkadaşlarım şen şakrak ne kadar gerçekçi tam bizi, kadınları anlatmış diyerek okudu. Ben onlara bakıp kendimi garip hissettim. Kültür farkı bu olsa gerek diye düşündüm. Halbuki benzer kültür ve yaradılıştan olduğumuza yemin edebilirdim. Akabinde ayrıcalıklarımızı bir kenara bırakıp benzerliklerle idare etmeye karar verdim.
Gece rüyamda bir türlü selfi yapamadım, kendimi o ekrana manzarayla birlikte sığdıramadım, kıl oldum, uyanır gibi oldum. Gece rakı içerken boğaz kenarında bir balıkçıdaydık, burası rüya değil, birinci köprüye locadan bakıyorduk. Yan masaya bir çift geldi, kız boyundan bağlı kırmızı tuvalet, kollar açıkta, dekolte yok yani, adam beyaz kelebeklerin yeniden dünyaya gelmişi öyle bir şey oturdular, tabii ortalık soğuk, şal da yeterli değil bazı sandalyelere dokuma kilim koymuşlar, kız aldı hemen kilimi, gel zaman git zaman selfi çekecek oldular, kız kilimi çıkardı, yan sandalyenin üzerine koydu, sakladı, beyaz kelebek cep telefonunu yukarıya doğru kaldırdı hem kızı hem de arka fondaki boğaz incimizi tüm ışıklarıyla birlikte sığdırarak çekti. Yüzler güldü, kız kilimini koyduğu yerden geri aldı. İçine sarındı. Bu arada incimizin artık yanarlı dönerli ışıkları yok, ya ne çok söylendiniz hepiniz arab işi köprü diye, kaldırmışlar işte, sadece beyaz ışıklar var, ilahi köprüye dönmüş, halbuki ben o alaimisema halini pek seviyordum. Neyse gel zaman git zaman, aynı paragrafta ikinci kez kullanım, hiç olmadı ama şu an aklıma başka bir zamanın geçme şeysi gelmedi, bir baktım kız tekrar soyunuyor, yani kilimini çıkartıyor, hadi tekrar selfi ama poz aynı, milimi milimine… bu böyle tüm gece en az beş kere falan aynı poz bir tarafta kırmızılı kız, karşısında beyaz kelebek arka fonda beyaz ışıklı boğaz incisi, devam etti durdu. Biz yedik içtik, helvayı da gümlettik, çaylar bitti, kahveler bitti, kalkacağız tam aklıma geldi selfi çekseydik diye tabii o arada yolu yarılamıştık, yolun yarısında düğün vardı, bir iki saplama yapsak mı diye sağa sola savrulduktan ve düğün selfisi çektikten sonra eve dönmeye karar verdik, yattığımızda saat ikiydi. Tüm bu yazdıklarım sabaha karşı neden o rüyayı gördüğümü anlatmak içindi. Sonuç bir boğaz incili selfim bile yok. Yoksa şuracığa koyardım.
Uyanır gibi olduktan sonra bir rüya daha gördüm. Denize gireceğim, her taraf yosun, ama yosunlar dibe bağlı, sarmaşık gibiler, suyun yüzü yemyeşil neredeyse nilüfer diyeceğim ama yapraklar öyle büyük güzel değil bir sürü minik yaprak hatta kaktüs bile olabilir böyle bir yosun işte. Bakıyorum hiç araları, boşluğu yok, benimse o denize muhakkak girmem lazım, başka çıkarı yok, iğrene tiksine üzerlerinden yüzerek geçip gidiyorum, her yanıma sürünüyorlar, sarıyorlar, derken bir dairemsi boş alana geliyorum, yanımda bir kaç kişi daha bir bakıyorum onlar gayet tertemiz yosunsuz sudan gelmişler, kendime ve geri zekalılığıma, o kısmı görememiş olmama çok kızıyorum, geri dönüş için o yosunsuz alana nasıl geçerim diye bakıyorum artık geçemeyeceğimi bir fasit dairenin içine sıkışmış olduğumu görüyorum, sinir içinde bulunduğum yerde kalıp eriyip vıcıyarak yosunlara karışmayı tasarlıyorum, sonra birden aslında kıyıya çok yakın geldiğimi fark ediyorum. Elimle uzansam tutacağım, evet katedeceğim mesafede yine yosun var ama çok az yol gidilecek. O yüzden bundan böyle varlığımı yosun olarak devam ettirmektense iğrene tiksine bir iki adım daha gider ve kıyıya çıkarım diyorum, dediğimi uyguluyor, üzerlerinden yüzerek geçip karaya ayak basıyorum. Ha sonra ne oluyor bilmiyorum. Bir arkadaşıma anlattım whatsapp’tan bana zor büyümüşün ama çabuk olgunlaşmışın diye bir yorum yaptı… Olgunluk konusunda çekincelerim olsa da şimdi düşünüyorum da o benim kıyı ya da kara parçası sandığım şey kesin tezek adasıdır ve çok yakında dibe batar ya da içinde biriken gazları dışarı sızdırır zehirlenirim ya da bu sıcak mevsimde güneş kıvılcım çıkartır toptan patlarız, yeni bir big bange vesile oluruz. Bu rüyanın da nereden geldiğini biliyorum tabii rakıya gitmeden önce Nat Geo seyrettik, Florida’nın alligatoru karada yumurtadan çıkmış yavrularını ağzının içinde birer birer o sarmaşıklı yosunlu suyun içine doğru yüzerek taşıdı nehre bıraktı, her geri dönüşünde sudan karaya çıkarken üzeri fidelenmiş gibi yosunla yaprakla doluydu.